Ana Sayfa Röportaj Canan Alkım Resimlerini Konuşmak

Canan Alkım Resimlerini Konuşmak

Canan Alkım Resimlerini Konuşmak

Söz konusu sanat olunca hepimiz içinde yaşadığımız dönemin aynasıyız. Yani, bireyin sanatını içinde yaşadığı dönemden ayrıştırmak çok da doğru bir seçim olmayacaktır. Canan Alkım nasıl bir dönemin insanı? Nerede okudu, neler yaşadı, nelerden esinlendi… Bize kendinizden ve sanatınızdan biraz bahseder misiniz?

1966 yılı, Çorum doğumluyum. Babam ilköğretim müfettişi, ilkokulu 4 farklı okulda tamamladım. İlkokul biterken evimizdeki kitapları keşfetmeye başladım. Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Orhan Kemal… 1983 yılında Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne başladım. Sanat anlamında Ankara benim için bir cennetti: müzeler, galeriler, sinema, tiyatro, konserler, festivaller ve operalar… Tıp fakültesinde bir arkadaşım aracılığıyla resim odasını keşfettim. Lise yıllarında defter kenarlarına çizdiğim figürler dışında resimle hiç uğraşmamıştım. Bu tarihten itibaren resim yapmayı hiç bırakmadım. Zaman geçtikçe okul içinde tanınırlığımız arttı, yerel dergimizde söyleşimiz bile yayınlanmıştı.

Sanırım bu sıralarda Fikri Cantürk Hoca ve atölye günleri başlıyor.

Evet, 5 kız arkadaş Fikri Cantürk Hoca’nın atölyesine gittik, orada karakalem ve suluboya çalışmalar yapmaya başladık. 1988 yılında ‘Cumartesi Grubu’ adıyla kendi yaptığımız kağıt paspartularla açtığımız sergi benim resim konusundaki manifestomdu sanki. Başlangıçtaki resimlerim atölyede bulunan nesneler, balkona gelen güvercinler, yaz tatillerini geçirdiğim köy yaşantısından esin alıyordu. İlerleyen zamanlarda başka hocalarla da çalıştım tabi. Hep kendime ait bir tarzla, fırçamın özgürce dolaştığı, renk ve ışık dolu resimler yapmaya çalıştım. Öğrenmeye ve deneyler yapmaya hala devam ediyorum.

Belki de bir şeyin yokluğu bizi o şeyin sanatını yapmaya itiyor. Şey kavramının soyut ya da somut olması önemli değil. O şeye duyduğumuz sadakat hissi burada duyguları ele alıp yaratıcı olmaya yöneltiyor sanatçıyı. Kendimizi gün geçtikçe metropole daha da sıkışmış buluyoruz. Aslında bir önceki serginiz Fısıltıda da yine ağaçlar ve doğa söz konusuydu. Şimdi yine kaktüsler ve doğa ile sizi karşımızda bulmak beni şu soruya yöneltiyor. “Canan Alkım da gün geçtikçe doğaya açlık hissederek metropole ve bu hızla metropolleşmeye kin besliyor olabilir mi?

Yaşam telaşından her an her dakika bir sanatsal etkinliğe katılamasam da metropolde, büyük şehirde yaşamayı seviyorum. Bu şehre kin beslemiyorum ancak üzülüyorum. İstanbul dünyanın en güzel şehirlerinden birisi doğasıyla, tarihiyle. Her baktığımda başka bir ağacın ya da bitkinin varlığının farkına varıyorum, bu farkındalık benim yaşam sevincim haline geldi. Resimlerimde de seyirci ağaçları, bitkileri, kaktüsleri yeniden keşfetsin istiyorum. Bu ağaçlar yok olursa, yerinde bulamazsam bir daha göremezsem kaygısını taşıyorum. Resimlerimde idealize edilerek yeniden üretilen doğa kompozisyonları, seyirciye her gün önünden geçtiği ıhlamur ağacını ilk kez görüyormuş gibi bakma fırsatı verebilir.

Doğa sanat içindir, doğadan beslenen sanat insan içindir diyebiliriz bu noktada.

Doğa sanat için her zaman en önemli esin kaynağıdır. Sanatçılar zaman zaman doğadan kopsalar da çıkmaza girdiklerinde doğaya dönerek yeniden var olmayı başarmışlardır. Doğa bize esinlenecek sonsuz malzeme ve ayrıntı sunar. Doğadan esinlenmek bir taraftan benim teknik olarak kendimi bulmamı, diğer yandan seyirciyle resim ve dolayısıyla da benim aramdaki diyaloğun oluşmasını sağladı. Sadece benim değil seyircimin ihtiyaçlarına yanıt verdi. Fısıltı sergimdeki ağaçlar izleyicisine hikayeler fısıldadı. Yeşil Pencere seyircisine dünyaya yeşil bir bakış açısı kazandırdı diye düşünüyorum. Aslında seyircimi “Kocaman bir dünyanın içinde yaşıyorsun, o kaktüsün farkında mısın?” diye sarsıyorum resimlerim aracılığıyla.

Babutsa, kaktüsün meyvesidir ve bu meyveye olan sevgim zamanla bahçenin kıyısında köşesinde, küçücük saksılarda, evlere ait boylu boyunca bahçelerde kaktüsleri fark etmemi sağladı… Kaktüs uzaktan çirkin bulup bakmadığımız aynanın arkasına gizlenen bir dünyadır aslında. Parlak ve göz kamaştırana değil, ön yargılardan sıyrılarak, yaşama, insana ve emeğin direncine olan umut dolu bir bakışı temsil eder.”¹

Yeşil Pencere’yi bizzat gezdim. Sergiyi gezerken bir kez daha Plutarhos’a ² hak verdim. Hislerimi tek cümle ile anlatmamı isteseler sanırım şu cümleyi kurardım. “Resimlerin karşısında sessizce dikilirken sayısız şiir okuduğumu hissettim.” Kaktüslerle ilgili biraz okuma yaptığımda onlar için söylenen şu üç kelime ile karşılaştım. Dirayet, himaye ve empati. Pencere burada benim için kadın kavramına açıldı. Günümüz kadını ve ona dayatılan toplumsal güzellik algısı… Beden ölçüleri, moda akımları ve şiddet. Bu noktada Yeşil Pencere bir toplumsal güzellik algısı eleştirisi diyebilir miyiz

Kaktüs önce benim için doğadan yararlanacağım bir nesne iken, derinine indikçe düşünsel olarak da beni etkiledi. Yaşama karşı direnci, her şeye rağmen yaşamaya devam edebilmeyi, yaşamın içinde kendi sürprizlerini barındırdığını algıladım. Eğilip dikkatle bakmazsanız çiçeğini göremezsiniz. Yeşil Pencere’ye gelen tüm seyirciler benimle birlikte aynı yolculuğa çıktılar. Kaktüs imge olarak önyargılarımızın ötesine bakabilmeyi, çirkin diye nitelenenin de kendi değeri olduğunu anlatır. Toplumsal ön yargılardan en çok etkilenen kadınlardır. Bu ön yargıları oluşturan kültür bir taraftan tek tipi dayatır, diğer taraftan ise nerde ne yapacağına, ne giyeceğine-giyemeyeceğine karar verir. Kaktüs pekala hayatın içinde hayatı besleyen ama değeri de pek bilinmeyen kadına benzer.

Akar suyun sesi dindi.

Gölgeler gölgelendi

renkler silindi.

Siyah örtüler indi

mavi gözlerine,

sarktı salkımsöğütler

sarı saçlarının

üzerine! ³

Tabi Yeşil Pencere’den baktığımızda bir tek kaktüsler değil yeşile dair ne ararsak karşımızdaydı. Babutsalar, sedir ağaçları, muz, zeytin, begonvil ve salkım söğüt… Artık mesleki anlamda işinin ehli ve mesleğini çok seven bir doktor olduğunuzu biliyoruz, peki ilk ne zaman “resim yapmalıyım” dediniz? Ağaçlar işin içine ne zaman dahil oldu?

Ben aslında resim yapmalıyım demedim. Resim benim yoluma çıktı. Tıp fakültesinde girip çıkmaya başladığım resim odası ile resim yapmaya başladım. Zaman zaman hocaların atölyelerinde çalıştım. 2005 yılında ilk kişisel sergimi açtım. 2018 yılında çalışmalarım daha düzenli hale gelince 2. Kişisel sergi planları yapmaya başladım. Bu sırada ağaçlar ilgimi çekmeye başlamıştı. Ağaçlar bir taraftan fırçamı daha özgür kullanmama, diğer yandan renklerle oyun oynamama aracı olmuşlardı. Her an kötü hikayelerle yüzyüze çalışan bir doktor olarak doğayla uğraşmak bana bir ferahlık hissi veriyordu. Bu nedenle 2. Kişisel sergim ‘Fısıltı’ ağaçlardan yola çıkmıştı. Bu serginin hazırlıkları sırasında eskiz amaçlı başladığım mürekkepler, serginin yağlı boyaları kadar ilgi çekti. Yeşil Pencere’de ise ağaçlar teması dönüşerek devam ediyor. Yeşil Pencere’nin salkım söğüdü konuklarımızı sardı sarmaladı, geçmişlerindeki söğüt gölgelerine taşıdı.

Ben de resim yapmak istiyorum fakat fırça nasıl tutulur, renkler nasıl kullanılır, hangi kompozisyon nasıl bir ışık yönetimi ister, nasıl bir histir “şu an fırçayı elime almalıyım” hissi, kimlerin eserlerine öğreti olarak bakmalıyım, görsel zekamı neler ile beslemeliyim…” Diye işin meraklıları Canan Alkım’a soracak olsa…

Bana hep çok yetenekli olduğum söyleniyor, bense yetenek olabilir ama bu işin sırrı sevmek ve emek vermektir diyorum, “herkes kendi resmini yapabilir” diyorum. Öncelikle kişi resim yapmayı sevip sevmediğini tartmalıdır. Daha sonra kendi kendine denemeler yapabilir, yöntem anlatan kitaplar ve internette pek çok video var. Örneğin Bob Ross adlı bir ressamın programı yıllar önce televizyonda yayınlamaya başladıktan sonra resim yapan sayısı çok arttı. Ben yeni başlayanlara çevrelerinde ulaşabilecekleri bir resim hocasıyla çalışmalarını öneririm, gelişmeleri çok hızlanacaktır.

Şuraya küçük, mutlu çalılıklar çizelim…

Kişinin sanatın hangi akımından, ustasından etkileneceğini bilmek mümkün değil. Ben öncelikle müze gezmelerini öneririm. Bu Covid-19 salgını nedeniyle müzeler online gezilebiliyor. Resim galerilerini, fuarları takip edebilirler. Michelangelo, Da Vinci, Dürer, Goya, Klimt, Bruegel, Cezanne, Manet, Monet, Osman Hamdi Bey, İbrahim Çallı, Bedri Rahmi, Eren Eyüboğlu, Hale Asaf ve daha pek çok sayamadığım… Ben resme başladığım zamanlardan itibaren Van Gogh’u seviyordum, yıllar içinde de sevgim azalmadı. Empresyonist ve post-empresyonistleri seviyorum.

Son olarak ve henüz bu yolculuğun sonuna gelmediğimizi umarak sormak istiyorum. Aklınızda bir diğer sergi için beliren bir tema, yapmaya başladığınız küçük bir çalışma veya tarih var mı?

Bu yolculuğun sonuna gelmek mümkün değil, resim benim için yaşama biçimi haline gelmiş durumda. Bu günlerde ilk Covid-19 salgını nedeniyle açılamamış olan Yeşil Pencere’yi açmış olmanın yorgunluğu ve keyfi içindeyim. 4. kişisel sergim için henüz bir tarih belirlemedim, ancak seyircime kendimi unutturmadan salgının bittiği günlerde olsun istiyorum. Sergiye son yaptığım resimlerdeki renk ve ışık oyunlarından keyif aldım, tema değişebilir ama renk ve ışıkla olan deneylerim devam edecek. Fırçamın beni nereye götüreceğini ben de merak ediyorum.

*Yeşil Pencere basın bülteninden.

** Resim, sessiz şiirdir. -Plutarhos.

***Nazım Hikmet Ran

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl