Ana Sayfa Litera Carson McCullers ve “serseri bir melek gibi yazma”nın sırları

Carson McCullers ve “serseri bir melek gibi yazma”nın sırları

Carson McCullers ve “serseri bir melek gibi yazma”nın sırları

Yanlış hatırlamıyorsam Dashiell Hammett için kullanılıyordu ya da yazar kendisi kullanıyordu bu “serseri melek gibi yazma” benzetmesini. Bir boşluk (başıboşluk), hafiflik, dışarıdan ve yukarıdan bakış, sert çocukluk ve umursamazlık haline rağmen sağlam durmak, sıkı yazmak yine de… Tabii her daim “cool aura”sı ile birlikte… Soğukkanlılıkla, kesivermek ayakları yerden bir şekilde…

Edebiyat toprağının derinlerine kök salmış ağır (ve belki de hantal) Avrupa kültürüyle kıyaslandığında “köksüzlük” de mi var acaba o derece havalanmanın, uçup kaçmanın bir yerlerinde? Tam bilemiyoruz. Sonuçta uçucu, uçkun, uçarı… ama bir şekilde kuşatıcı bir edebi dille karşılaşıyoruz.

Dil: başkası için var olan bilinç. Başkasıyız, anlamaya çalışıyoruz.

Tıkanıp kalmış bir hayat var karşımızda. Hayatlar. Serpilme, gelişme potansiyelleri yüksek. Ama gelişemiyorlar bir türlü. Önleri kapalı. Nedenlerini arıyoruz aslında bu durumun sürekli?

Ah şu kahramanımız! Nereye kadar geldi, neden daha ileri gidemedi; neler düşledi, neler elde etti; önünü tıkayan neydi ve tekmil önümüzü kapatan bu bariyerler nasıl aşılabilir ki? Heves, özlem, arzu, iştah, niyet ve hayaller bir yanda; engeller, düşüşler, yaralanmalar, hayal kırıklıkları ve yenilgi adlı büyük öğretmen beri yanda.

Kendi deneyimlerimizden biliyoruz, başkalarının deneyimlerinde görüyoruz, kahramanımızın deneyimine odaklanıyoruz.

Deneyim: yaşadıklarımızdan hareketle gelişen bilinç. Yaşıyoruz, anlamaya çalışıyoruz.

Kahramanlarımız zihnimizi ve hayal gücümüzü uyardıkça biz de düşünüyor, düşlüyoruz… Edebi yapıtlarla kurulan en sahici, keyifli, geliştirici ilişki bu sanki.

Kent/kasaba, iklim/mevsim, ilişkiler/ilişkisizlikler, coşkulu ruh hali/kayıtsız ruh hali, yakınlaşmalar/uzaklaşmalar, “düzgün” beraberlikler/tuhaf karşılaşmalar, zevkle girişilen işler/mecburiyetten yapılanlar, sıradan insanlar/sıradışı insanlar ve sıradan insanların içindeki aykırılıklar, her tür ve çeşitte “normal olan”ı ortaya koyanlar/her boy ve ebatta sapmalar, yoksulluk/yoksulluğu aşma çabaları, konuşup duranlar/suskun ve sağırlar, kazanacakmış gibi görünse de eninde sonunda hep kaybeden yaralı ruhlar, üzgün, küskün, durgun, yorgun insanlar… en derinlerde toplumsal düzen belki de. Genelde adı konmamış lanetli bir şey işte!

Sistem ya da düzen olmasa da bir “çevre” var yine de. Toplum, topluluk, aile, iklim, mevsim, doğa, kasaba, kasabanın restoranı, restoranın kafe-barı… yaralarımızı karşılıklı kaşıma ve yan yana oturup mırıldanma ortamları.

Aşırı sıcak iklimde, aşırı soğuğu ve karı özlüyor insanlar mesela. Halbuki nasıl tıkadıysa sıcak onları bir köşeye, soğuk da hapsedecek aynı şekilde. Yalıtılmışlık her yerde! Güney kasabasındaki esaret, kuzeydeki esaretten daha mı büyük, daha mı yoğun sanki? Gidip yaşamadan bilemezsin ama hep “başka” olanın özlemiyle düşler kurabilirsin (hatta yanıp tutuşursun) belki.

Halbuki her tarafı karlar kaplasa –Pamuk’un Kar(s)’ı misali– boşluk ve hiçlik hissi, kaçış özlemi büyüyecek belki de. Yalıtık olunca bir köşede, ümitsizlik/çaresizlik büyüyecek, bağlantısızlık yüzünden bunalım tırmanacak, zaman geçtikçe yollarla birlikte insan da içine kapanacak iyice.

Yine de Kuzeye, hep Kuzeye ulaşmak istiyor Güneydeki. Siyahlara daha iyi davranılan, kölelik koşullarının görece iyileştiği, daha “uygar” bir yerlere, daha insani ilişiklere… İlla siyah olmak gerekmiyor, bir köşeye kıstırılmış olmak da yeterli bu bahiste. (Sadece Carson McCullers’ta da değil tabii, eskilerin Richard Wright’ından şimdilerin Colson Whitehead’ine uzanan, yer üstündeki çatışmalardan ve yeraltı trenlerindeki aranışlardan geçen tüm bir tarihsel süreçte, onlarca yazarın kaleme aldıklarında, on binlerce hayatın içinde.)

Her halükarda Güneyde çok kapalı bir hayat var. (Öte yandan Düğünün Bir Üyesi’nde olduğu gibi, gidip görünce anlıyorsunuz, Kuzeyde de öyle.) Kumda da, karda da, denizde de… insan dediğin hep yalıtık, hep uzak, hep harap.

Özetle, harabat ehliyiz her yerde! Serseri bir melek gibi yazanların “insan araştırmaları”, harabat ehli haline dönüşmüş (anti)kahramanlara özel bir önem vermekte. “Yapım”da emeği geçenler bir yana, “yıkım”a özel bir anlam yüklemekte.

Her neyse, Amerikan (ya da dünyanın başka bir yerindeki) kasaba hayatının atmosferi başka nasıl olacaktı ki? Hep kapalı, uzak, harap, bitap… Güneşin (ve Güneyin) sarı sıcağıyla ısındığı durumlarda da onun aşırı kavurucu olması yüzünden kapalı. Ilıman ya da ferahlatan hiçbir şey yok bu dünyada. Kardan ya da kumdan, hep bir çöl var işin içinde işte. Ve “çöl büyür, vay haline içinde çöl saklayanların,” sözleri bir yerlerde.

Yalnızlık ve ümitsizlik hissini aşmak için herkes kendince birtakım yöntemler geliştirebilir tabii. Bu bir “dilsiz/sağıra konuşmak” da olabilir. Duymuyor nasılsa, dökebilirsiniz içinizi dilediğinizce. Yalnız Bir Avcıdır Yürek’te durum bu cihette.

Gerçekten de özlem ve hayallerinizi rahatça dile getirebilirsiniz bir dilsiz/sağıra konuşurken. Başkalarına anlatamayacağınız kadar rahatsınız. Tabii hayal kırıklıklarınızı da aynı rahatlıkla serersiniz önüne. İşte “serseri melekler gibi yazan bir başka Amerikalı”nın daha dili, bir dilsiz/sağırın huzurunda akıyor, coşuyor, kopuyor… kulak verin ya da ağız okuyun ya da meleğin yazdıklarını okuyun, yeter.

Farklı ve güçlü bir anlatım bu. Değişik bir karanlık, küskünlük ve kasvet hali… Tek tek kişilerin ve onların girdiği bütün ilişkilerin kopukluğunu hissediyorsunuz içten ve derinden. Hüznü ve hayal kırıklığını en koyu tarafından veriyor yazar, seviyorsunuz karakterleri, kaçınılmaz yıkımlarını görüyorsunuz, duygularınız altüst oluyor. Ne kadar koyu olursa olsun karanlık, belli bir neşe ve umut parıldayıveriyor arada bir yerlerde. Işık. Bir sağırın huzursuz gülümsemesinde, bir arkadaşın bir diğerine elini uzatıvermesinde, bir genç kızın masum düşlerinde, kafe-bardaki içten bir sohbette, basit bir hediyede, zihninizde aniden çakıveren neşeli bir çocukluk hatırasında, küçük bir müzik parçasının araya girivermesinde… ve sonra o parçayı çalacak kadar ilerleyemeyeceği gerçeği hayal kuranın. Finito!

Taşranın ve alt sınıfların –bugüne doğru gelirsek, yüzde 99’un– sahici dünyası bu. Hayatın acısı. Efkârın tekmil kasabanın ve insanlarının üzerine çökmesi. Ve okurların peşini bırakmaması. Elde var hüzün. Hep hüzün.

Arada derede bir çıkış kapısı aramadan, çocukların ve solcuların dünyasına dalmadan olur mu hiç? Olmaz tabii.

Çocuk bilinci, çocuk eylemi, başıboş ve hoş ümitler, garip endişe ve korkular, büyüklerin dünyasıyla karşılaşmalar, cinselliği keşfetme çabaları ve cezalandırmalar bir yanda… renk katar hep romanlara. Çocuk aklının her şeyi sorgulayıp kurcalaması ve “büyükler”in dünyasında görünmez hale getirileni şak diye ortaya çıkarması… eşsiz bir olanak.

Okumuş solcu aydınların halktan (ve hatta eşlerinden, çocuklarından, yakınlarından) uzaklığı, değiştirme iradelerinin eriyip gitmesi, yıllarla birlikte büyüyen, kabuk bağlayan yaralar, artan/uzayan mesafeler, kendini içkiye vermeler, katlanan ümitsizlik ve yalnızlık halleri diğer yanda… bir çocuklara, bir solculara bakıyoruz yine. Daha iyi tanıyoruz dünyayı onlar aracılığı ile.

Ne solsuz ne çocuksuz o halde.

Ayrıntı işçiliğine girişip daha derinlemesine işleyebilirsiniz bu gelgitleri tabii. Çocukluktan ergenliğe geçiş ve cinselliğin keşfi meseleleri üstüne bir de ırk/ırkçılık meselesi açabilir, Güneyin dünyasında sadece sıcağın değil toplumu yaran ırk ve renk ilişkilerinin, ayrımcılığın ve yeni ayrıntıların ağırlığını hissettirebilirsiniz. Boğucu. Öyle zaten McCullers’ın dünyası. Yeni düşler/düşünceler doğurucu ama boğucu!

Solculara da uygulayabilirsiniz bu ayrıntı işçiliğini. Umutsuz solcuların iç ayrım ve kavgaları elverişli bir zemin sunabilir bunun için. Ya da biri devrimden/devrimcilerden hayal kırıklığını, öbürü devrim ve devrimciler için beslediği umudu dile getiren iki kahramanı karşı karşıya getirebilirsiniz, ikisi de içini sağır/dilsize dökecektir nasılsa. (Sağır ne yapsın bütün bunları, öbür sağır arkadaşıyla saf, hoşbeş mutluluğunu istiyor sadece. Dertleriniz sizin olsun. Bizim kulaklarımız duymuyor, dilimiz hareket etmeyi beceremiyor ama kendi halimizde iyiyiz [iyiydik] işte. Neden dokunmakta, karışıp durmaktasınız ki bizim gibi gariplere?)

Roman aynı zamanda ayrıntı sanatı değil mi, bu dokundurmalardan yola çıkıp her yere uzanabilirsiniz. Çocuğumuzun düşsel dünyasında müziğin ayrı bir yeri olabilir mi mesela? Neden olmasın. En büyük arzusu piyano çalmak olabilir mi? Tabii ki. Bir komşunun radyosundan kulağa çalınan 3. Senfoni’yle birlikte zihnin o notalara dalıp gitmesi, durup durup coşması, “ben de böyle çalabilir, besteler yapabilir miyim?” diye sorması, yüreciğinin pır pır etmesi, radyo spikerinin diğer beste ve parçaları anonsu sırasında dikkat kesilen kulaklar, hepsini öğrenme isteği ve hevesi, gençliğin nefesi… Düşlerinin ve tasarılarının peşinden koşmak ve fakat tökezlemeye yazgılı bir koşu olduğundan hep bunun gerilimini yaratmak… Dünyayı gezmek isteyen kızımızın, taşranın bir dükkânında tezgâhtarlığa takılıp kalması sonunda, ailenin zorlu maddi koşullarını bir nebze olsun rahatlatma mecburiyeti. Düş kırıklıklarının romanı değil mi bu, potansiyellerin heba olmasının… hani şu “adı konmayan lanetli düzen”deki nice benzer hayat gibi.

Bir paratoner gibi herkesin dertlerini üzerine çeken sağırın kendi dertlerini dinlersek bir de, düşünün düş kırıklıkları nasıl da artar, katlanır iyice. Hem kendisi biriktiriyor, hem çevresinde biriktirip ona aktaranlarınkileri alıyor, onları biriktiriyor. Kendisi gibi sağır/dilsiz arkadaşını kaybedip intihara yöneliyor. Çıkışsızlığın son hali değil mi bu? Bir kitapta, bir hayatta, bir kitabın ve hayatın yarıda kalmasında… intihardan korkunç daha ne var acaba?

Her şeye rağmen, ümitsizliğe, hüzne ve ölüme rağmen, çok güzel, esaslı, serinkanlı bir anlatım var ortada. Derinden içinize işleyen. Hem de bir yazarın henüz daha yirmi üç yaşından gelen. O yaşta nasıl da çözmüş bireysel arayışları, toplumsal meseleleri ve yazma işini, hem de serseri melekler gibi…

Yalnız Bir Avcıdır Yürek’te gelecek hayalleri suya düşen, piyanistliğe özenen çocuk kahraman Mick, diğer roman ve hikâyelerde de gösteriyor kendini.

En barizi, Wünderkind (Harika Çocuk) öyküsü tabii ki. Piyanoyla ilişkinin yarıda kalması dahil, “ileri düzeyde” bir benzerlik bu. Romanın ilk taslaklarından hareketle kaleme alınmış bir hikâye belki de. Hep aynı izleğin peşine düşülmesine neden olan özyaşamsal öğeleri de unutmamalı elbette. Evet, yazarın kendisi de piyano eğitimini yarıda bırakmış ya da bu alanda “başarısız” kabul edilmiş biri.

Peki, başarı (kriteri) ne ki? [Nina Simone’un hayatından bir kesit de akla geliyor şimdi. Klasik piyanoda ilerleyecekken, siyah olduğu için son sınavı verememesi, daha doğrusu sınavda mükemmel olmasına rağmen teninin rengi yüzünden “başarısız” kabul edilmesi ve mecburen “şarkı”ya, şarkıcılığa, sahneye, varyeteye yönelmesi. Arada küçük bir belgesel film önerisi: What Happened Miss Simone?]

Öyküden yeniden romana geçebiliriz ve Düğünün Bir Üyesi’nde de on iki yaş çocuk bilinciyle yeniden karşılaşabiliriz. Birçok şeyin anlatılabilmesi için çok elverişli bir yaş değil mi bu? Ne büyük ne küçük. Ne bilinçli ne bilinçsiz. Arada. Hızla kavrayıp biriktirmenin en değerli anında. On iki-on beş yaş aralığı, bir anlamda temel varoluş farkındalığı. Ömür boyu sürecek bir biçimlenme/bilinçlenme için de son derece elverişli.

İlk romandaki Mick, burada Frankie’ye dönüşürken –ah, şu hep aynı şeyi, her defasında farklı anlatan, hep aynı izleklerin peşinden koşan yazarlar–, büyüklerin dünyasına merak, tutku ve “aşk”la yaklaşıyor bu defa. Çocuğun, düğünün bir parçası olmaya çalışırken düğüne âşık olması, ağabeyini ve Kuzeyli gelini ilgilendiren bir beraberliğin üçüncü ve yeni üyesi, “biz” olmaya çalışması, buna gösterilen “doğal tepkiler”e düşmanca ve aykırı tepkiler vermesi…

Paralellikler, benzerlikler gani gani. Taşranın, Güneyin giderek daha çok bastıran bunaltıcı/bıktırıcı tarafları hep aynı. Uzaktan görünen panayır/lunapark dünyası, insanları ortaklaştıran bir eğlence alanı olarak radyo ve sinemanın etkisi, hatta saatçilikle uğraşan baba bile aynı (özyaşamsal öğe bir kez daha pıtrak verdi sanki, kendi babası da saatçi çünkü yazarımızın). Ve ırk sorununun anlatının çeşitli noktalarında açığa çıkması da aynı şekilde. (Dedesinin Güney’de geniş arazileri ve yetmiş beş kadar kölesi varmış McCullers’ın. Biraz da vicdan, biraz da tarih bilinci, aydın sorumluluğu, kendi geçmişiyle yüzleşme o yüzden yazdıkları. Bir borç ya da özür belki.) Evin yardımcılarından, aşçılarından, hizmetçilerinden hareketle, mutfakta yapılan uzun sohbetler de hep benzer işte.

Düğünde asli bir “üye” ve nihayetinde “biz” olma beklentisi ve bu yöndeki girişimi doğal olarak reddediliyor Frankie’nin. Çocukça beklenti ve talepler bunlar! Ama işte bizi biz yapanlar!

Bu çocukça macerayı, en sonda bir evden kaçma girişimi takip ediyor, tehlikeli sokaklar ve hayata dönüş, ilk romandan biraz farklı bir final. Peki, eve dönüş, kendimize de bir dönüş mü acaba?

Kendi ismimize, kimliğimize, gerçekliğimize, ırkımıza “yakalanmış” (caught) durumdayız her yerde… keşke kurtulabilsek hissi hemen peşinde. Evimizden, kasabamızdan, şehrimizden, ailemizden, çevremizden… Hatta ismimizden ve kendimizden. Yazarımızın deyişiyle; “Şeyler isminin etrafında birikiyorlar.” Bu “birikim”den kurtulabilmek için ismimizden mi başlasak acaba? Yoksa cismimizden mi?

Elbette, yakalanmışken, taşraya ve bu sıkıcı hayata yakalanmış olmak asıl mesele. Ve ne de güzel anlatıyor “çevre”yi yazarımız… kahramanlarının bu sıkıntılarını “ifade edememe” halleri ve kararsızlıklarıyla birlikte.

Halbuki bir yandan da hakiki aşka, dünyayı dolaşmaya, açılmaya, başka insanlara “yakalanmak” istiyor kahramanlarımız. Zincirleri(ni) kırmak, savurmak, dağıtmak, parçalamak, özgür olmak…

Peki ya cinsel özgürlük? Düğün öncesi, kasabanın otelinin altındaki kafe-barda, bir askerle ilk cinsel “deneyim” girişimi Frankie’nin… kavga dövüş, kafada patlayan sürahi, yoksa bu bir cinayet mi… hem karanlık hem eğlenceli.

Özgürlüğü aradığımız, bulamayıp hüznü yaşadığımız, arayışı ve hüznü sohbete ve içkiye katık ettiğimiz mekânlar niye hep bu kafe-barlar peki? “Verimli bir yer” galiba burası. Serseri bir melek gibi yazmanın sırlarından biri de “ateş suyu” olmasın sakın? Kafe-bar, meyhane, birahane, batakhane, lokal, brasserie vb. vb. Randımanı artıran “kafası dumanlı” hali insanların. Müdavimler sayesinde mekânla insanın bütünleşmesi, insanların tüm tasa ve tasarılarının su üstü yapması…

Bir Amerikan geleneği bu belki de. Hemingway’den, Fitzgerald’dan, viski içip içip yazan kafası güzel Amerikalı yazar abilerimizden, Hammett’lardan, Faulkner’lardan falan gelen. Faulkner mı? Patatesten viski üreten Kutsal Sığınak’taki kahramanlar onun değil mi, başka isim vererek anlatıp durduğu hep aynı Güney değil mi? Belli ki, esaslı bir gelenek, sağlam bir miras bu. Bilhassa akşam karanlık bastırdığında, hele hele saatler gece yarısını vurduğunda… kafe, lokal ve barların dramatik özelliklerinin daha da artması, sohbetin koyulaşması çok elverişli değil mi bazı şeylerin anlatılmasında? Yamuk insanların, çarpık bakışların, abuk sabuk konuşmaların önümüzde sıralanmasında… kristalize olmasında.

Sarhoş aklı da tıpkı meraklı çocukların ya da hafiften kaçık kahramanlarımızın aklı gibi değil mi?.. Aynı numara: iyice derinlemesine idrak edebilmemiz için, gerçekliğin “bir başka türlü” görünmesi/ gösterilmesi… Yazarlar için, yazarların “insan araştırmaları” için, “serseri melekler gibi yazıp çizebilmeleri” için bir başka elverişli zemin.

Bu mekânlardaki atmosferin etkileyiciliği, kafası güzel/yüksek insanların birbirine anlattıklarından çıkan öyküler, aykırı tipler, kavga/dövüş halleri, aşk beklentileri, içkinin verdiği rahatlık, dertlerini birbirine boca eden çarpılmış zihinler, tuhaf ve aksak davranışlar, hüzün/keder ekseninde içkiyle kurulan ilişki ya da dostluk… işte “John Barleycorn” da yanında. Buyurun, Jack London da girdi araya. Amerikan filmleri zaten hep buralarda. Bir de resim alalım dilerseniz araya. Edward Hopper’dan Nighthawk mesela. Bir Carson McCullers romanında denk gelebileceğiniz sahnelerden biri işte. Geceleri bar, gündüzleri kafe, sabahın erken ya da gecenin geç bir vakti sigara alma durağı… hep ön planda!

Yazarımızın bir başka ve esaslı romanı, zaten tümüyle bu mekâna odaklı, Hüzünlü Kahvenin Türküsü bu. Sarsıcı, sersemletici bir balad. Hayal kırıklıklarının en büyüğü nerede yaşanır? “Aşk ve ayrılık zemini”nde tabii ki. Onun kıvrımlı yollarında. Eski takıntılarda. Yarım kalmış sevdalarda. Terk edip gidenleri bir türlü unutamamakta. Geçmişte. Hep geçmişi yaşamakta. Tam bugüne ve hatta yarına yapıştığında da… geçmişin hortlamasında!

Öte yanda, aykırı ya da uçuk karakterler düşünüldüğünde “sağır”dan “kambur”a (ya da “sırtıkırık”a) uzanan bir yol var galiba. Bedensel bir eksiklik ya da çarpıklık, duygusal/duyumsal bir coşkunluğa yol veriyor yine.

Bunaltıcı/boğucu ilişkiler ise hep sabit! Bu defa fazladan, kasabaya gelmesi beklenen kötü karakter Marvin Marcy ve bu belalı adamı beklemenin gerilimi de var karşımızda. Ve günü gelip de teşrif edince her şeyi mahvetmesi, onun yokluğunda kambur tarafından bir süreliğine neşeye boğulan kasabanın, şimdi avuçlarımızın arasından kayıp gitmesi. Evet, evet, kamburun o hortlak geldikten sonra gizemli bir biçimde onun çekimine kapılıp kasabayı ve kahveyi yine hüzne gark etmesi.

Kasabalıyı oyalayıp eğlendiren aykırı karakterin maharetleri nasıl da yok olup gidiyor böyle birdenbire. Bu kaçıncı tutkulu beraberliği ve hayal kırıklığı ömrümüzün? Kaçtır bu, iki insanın karşılıklı birbirini gözünde abartması? Sahi, aşk denen nane, niye hep böyle?

Her neyse, her romanda varlığını hissettirse de şu meşhur hayal kırıklığı-aşk ikilisinin en çok öne çıktığı romanımız sonuncusu galiba; Altın Gözde Yansımalar.

Bu defa bir kışla ortamı var karşımızda. Altı kişi arasındaki (iki subay ve eşleri, bir asker, bir de Filipinli hizmetçi) ilk bakışta karmaşık, ama gizli arzular belirdikçe yavaş yavaş açık hale gelen ilişkilerin peşindeyiz bu defa.

Hayatın doğal akışında savrulma ve aldatmaların yaşandığı, gençliğin doğal akışında heyecan ve çarpılmaların yaşandığı, orta yaşın doğal akışında kurcalama ve sorgulamaların yaşandığı… önyargıların belirip yıkıldığı, eşcinselliğe dair soru işaretlerinin kendini açık ettiği, cinsel açıklık/açlık ve çekimin merkezde yer aldığı karanlık sevdalı bir kurgu ya da anlatı bu.

Aşkı bulamamış ümitsiz kadının klasik müzik sevgisi bir yanda, aşkı verememiş kocanın çift cinsiyetlilik sorgulaması, eşcinsel kimliğinin farkına varmakta gecikmesi (ya da sosyal ilişkiler/normlar yüzünden varamaması, yaşayamaması ve gerçekle yüzleşememesi, yine de bir şeyleri derinden hissetmesi) diğer yanda, kadınlara bakışı yasak ve günahlarla çarpıtılmış genç bir askerin çıplaklıkla karşılaşması, cinselliği keşfetmesi beri yanda… Sürekli cinselliğin, ilişkilerin, ilişkiye geçememelerin ve değişik arzuların sorgulandığı bir anlatı.

Cinsel açıklıkların ve arayışların ortasında tabu sayılan yakınlaşmaları kurcalamak, her zaman yazar cesaretinin bir göstergesi değil mi? Öyle. Hakiki “insan araştırması”nın da bir gereği!

Yazarımızın sözleriyle “Cinsellik bakımından Yüzbaşı, kendi içindeki eril ve dişil öğeler arasında, her iki cinsin de duyarlıklarını içeren ve hiçbirinin eylem gücünü barındırmayan hassas bir denge kurmuş,” değil mi? İşte o güne dek yazarların eğilmeye cesaret edemediği türden bir “araştırma” size.

Ve birkaç sayfa ileride: “Ah” dedi filozof edasıyla, “çok fazla insan dünyayı boğuyor.” Araştırmalarımız ve ilişkilerimiz hep boğucu zaten. Ve nefret ve aşk hep gelgitli bu öykülerde. Ama asıl, bu gerilimlerle öyküyü yönetebilmekte, akıtabilmekte, sürükleyebilmekte mesele!

Bağlamaya çalışalım bir şekilde. Nihayetinde, bütün bu yazılanlar “Bireyin yalıtılmışlığa isyanı ve kendini mümkün olduğunca geniş ve kapsamlı ifade etme” çabası değil mi? Yazarımıza göre, roman sanatının temel ilkesi bu olduğuna göre… öyle!

Peki, bu ilkeyi “serseri bir melek gibi yazarak” gözlerimizin önüne sermek de aşka ve romana (sanata) dahil mi?

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl