Fuji, Japonya’nın ikonik güzelliklerinden olağanüstü bir dağ. Fakat, dağın eteklerinde yer alan bir bölgenin intihar etmek isteyen Japonların son durağı haline gelmiş olması, bu güzelliği fena halde gölgeliyor.

Çalışmanın uzun saatlere yayıldığı Japonya’da intihar sınıfsal bir vakâdır.

Emile Durkheim’ın tezine göre, kentleşen toplumun mekanik ilişkiler içerisinde giderek yalnızlaşan öznesi, intihara daha yakın duruyor.

İntihar edenlerin arkalarında topluma seslenen sitemkâr mesajlar bırakma kaygıları bulunuyor. Bana sorarsanız, intihar, geride kalanlara yönelik ağır bir suçlamadır.

Fuji eteklerindeki sık bitki örtüsü intihar edenlerin gerçek sayısını gizleyedursun, ülkemizde bu gizleme işlevini, her şeyi güllük gülistanlık gösteren, ana akım medya yerine getiriyor.

İntihar vakalarını gizlemenin, tartışılır gözükse de, bir yönüyle iyi bir tutum olduğunu ileri sürenler de bulunuyor.

Kapitalizmin devasa dişlisinin öğütlediklerini bir sistem güzellemesi ile kamufule etmek ayrı, intihar güzellemesi yapmamak apayrı bir şey. Bu iki gizleme tutumu arasında, en azından saikleri açısından, devasa bir ahlakî uçurum bulunuyor.

Yazar intiharları bağlamında irdelersek, Tanzimat döneminin önemli edebiyat ve gazetecilik insanı Beşir Fuad’ın sıra dışı öyküsü intihar ve toplum ilişkisini gözler önüne serdi.

Beşir Fuad pozitivist ve materyalist düşünceye sahip bir edebiyatçıydı. Onun intiharının arka planında “tanrısızlığı” gören anlayış, aynı saiklerle Enes Kara’nın intiharını açıklamaya çalıştı. Oysa en bireysel karar ve eylemin bile toplumsal bir uzantısı ve arka planı olduğu açıktır.

Fuji eteklerinde, hayatın yaşamaya değer olduğunu anlatan levhalar bulunuyor. İntiharı toplumsal bağlamından kopararak levhalarla önlemeye çalışan anlayış ile “Cemaatler kapatılsın, daha fazla devlet yurtları” diyen anlayış üç aşağı beş yukarı aynı kapıya çıkıyor.

Beşir Fuad bir odaya kapanıp bileklerini kesti ve ve ölüm sürecini gözlemleyerek yazıya aktarmaya çalıştı.

O zamanlardaki çok kısıtlı kitle haberleşme kanallarına rağmen Beşir Fuad’ın 5 şubat 1887’deki intiharı bir ay sonra bir salgın hâline gelip kitlesel boyutlar kazandı.

İntiharın bulaşıcı bir fenomen olduğuna dair savların tarihi daha eskilere dayanıyor.

İntiharın bulaşıcı olduğu kuramı 1974 yılında David Phillips tarafından “Werther Etkisi” olarak ortaya atıldı. Kuram adını Genç Werther’in Acıları (Die Leiden des jungen Werthers) kitabından aldı. Werther, kitabın sonunda, aşkı uğuruna intihar etmişti.

Bu sava göre intiharı romantize edip kitle iletişim araçları ile sunmak intiharı teşvik edip arttırıyor.

Goethe’nin 1774’te yazdığı Genç Werther’in Acıları, Almanya’da intihar oranlarında sıçramaya yol açtı. Kitabın yayınlanmasının ardından Werther gibi ölme trendi yükselişe geçti.

İntihar vakalarının artmasının ardından, kitabın edebi niteliği gözardı edilerek, intihara özendirici bir algı aracı olarak kabul edildi ve bir çok ülkede yasaklandı. Aslında “genç” Werther’in intiharı, ironik olarak “yaşlı” Geothe’nin kadim acılarının dışavurumuydu.

Genç Werther’i intihara iten bir dinamik olarak aşk, Enes Kara’nın intiharında “cemaat yurtları” faktörüyle yer değiştirdi. Oysa cemaat yurtları, intihara iten toplumsal ve psikolojik sebepler göz ardı edildiğinde, sadece tepkimeyi çabuklaştıran bir katalizör işlevi gördü.

Kimi eserlerde intiharın kutsanması Werther Etkisi’ni devreye sokan faktörleri de tetikliyor.

İntihar özellikle protest literatürde başkaldırı temelinde bir eylem olarak kutsana geldi. Davaya büyük fedakarlık babında saygı gördü ve hatta onurlandırıldı. Bana kalırsa, bu yaklaşım, intihar eyleminin içindeki nihilizmi ve konformizmi gizlemeyi amaçlıyor.

Ülkemiz her gün intihar eden ya da intiharını erteleyen insanlarla dolup taşıyor. Bazıları, bir çıkış sağlayacağını umduğu bir insanla, ya da bir imkânla karşılaşacağını düşündükleri için erteliyor intiharlarını. Bazıları ise, bu çıkışı insanlardan beklemenin saçmalığını kavradıkları için…

Çatıya çıkmış adamı bir gerilim filmi heyecanıyla izliyor aşağıdaki kalabalık. “Haydi at kendini, ne duruyorsun” diyenlerin yanında sessizce seyredenler de var, polis çağıranlar da. Adamın biri “intihar etmek isteseydi çoktan atmıştı kendini, burdan bir şey çıkmaz” deyip ayrılıyor kalabalığın içinden. Bana göre, bir çıkış yolu sunulursa intiharını ertelemeye hazır olanlardan biri çatıdaki adam.

Bir süre sonra polis geliyor. Çatıdaki Werther ile uzun pazarlıklar başlıyor. Polis gence, intihar edenlerin asla cennete gidemeyeceklerinden söz ediyor. Genç iknâ olmuyor. Ayrıntıda bir sistem sorunu deşifre ediyor kendini. Biriken borçlar, sevdiğiyle parasızlıktan evlenememek, travmatik geçmişi, soy öyküsünü, kırılgan ruhsallığı, bilişsel yetersizliği, dinî imperatifleri falan gölgede bırakıyor.

Enflasyona maruz kalmak, özgüven ve özsaygıyı tahrip edip, çatıdaki genç Werther’in tarihinde şekil değiştirerek toplumsal genetiğe işlemiş bir olgu haline geliyor.

Ülkemizdeki Werther’in karşılığı Mehmet Pişkin oldu.

Benim Mehmet Pişkin vakasından ziyade, oğluna okul kıyafeti alamayan adamlarla, çocuklarını ısıtmadığı için intihar eden annelerle, atanmadığı için canına kıyan Güler öğretmenle, Enes Kara’larla ve çatıdaki Werther ile bir gönül bağım bulunuyor.

Polis genç adamı sonunda çatıdan indirmeyi başarıyor. Kalabalık, mutlu bir sonla bitmeyi uman, karanlık başka bir peri masalının peşinde, İstanbul’un başka semtlerine yöneliyor.

Ben de çatıdaki Werther’e aşağıdan el sallayıp sessizce uzaklaşıyorum.

TEILEN
Önceki İçerikDijital Fanzin Pelerin’in 6. Sayısı Yayında
Sonraki İçerikAdana Yeryüzü Pazarı kuruluyor
Josef Kılçıksız
Josef Kılçıksız Hiristiyan bir ailenin çocuğu olarak Antakya’da dünyaya geldi. Hacettepe Felsefe’den mezun olduktan sonra burslu olarak gittiği Finlandiya’da, Tampere Üniversitesinde yardımcı asistan doktora öğrencisi olarak çalışmaya başladı. Aynı üniversitenin Pedagojik Bilimler Fakültesi’nden mezun olduktan sonra, Fin devlet ve özel eğitim kurumlarında felsefe ve yabancı diller öğretmeni olarak çalıştı. Doktora çalışması nedeniyle burslu olarak gittiği Almanya’da, Ernst-Moritz Arndt (Greifswald) üniversitesinde yazar Wolfgang Koeppen’in üçlemesi üzerine araştırmalar yaptı. (Temmuz/2011) İlgi alanları varoluşçu felsefe, epistemoloji (Karl Popper, Thomas Kuhn) Ontoloji (Christian Wolff, Heidegger) ile genel anlamda Alman felsefesi ve postmodern metafiziktir. Kılçıksız’ın ”Zamana Adanmış Yüzlerimiz” adlı deneme-öykü kategorisinde bir kitabı ile ”Buzdan Kuşlar Ormanı” adlı bir şiir kitabı Ekin Yayınevi tarafından (2018) yayınlandı. Kılçıksız’ın ayrıca daha önce yayınlanmış ”Bahar Kapımda” adlı bir şiir kitabı daha bulunuyor. Kılçıksız’ın ayrıca Finlandiya’da yayınlanmış (2004/Eylül) ”Hedelmät jotka eivät tuoksu ruudille” (Dilin barut kokmayan meyveleri) adında bir şiir kitabı da bulunmaktadır. Kültürel ve sosyal içerikli yazıları, ”Aamulehti”, ”Helsingin Sanomat” ve ”Tamperelainen” gibi değişik Fin gazetelerinde yayınlanmış olan Kılçıksız’ın, Türkiye’deki siyasal-sosyal gelişmeleri analiz eden sayısız makalesi de bulunuyor. Tematiği geniş bir yelpazeye dayanan felsefi ve siyasi içerikli denemelerinin yanı sıra, şiirleri ve öyküleri de çeşitli basılı dergiler ve sanal yayın organlarında yayınlannaya devam ediyor. (DevHaber, Duvar Gazetesi, Bianet, Mukavemet Dergi, Artı Gerçek, SalakFilozof, YazıAtölyesi, Cafrande, Komplike Dergi, İnsancıl, DüşünBil, İktisat ve Toplum, Evrensel Kültür, İnsancıl, Ekin, Amanos, Güney, Süje, Bachibouzouck, Gerçek Edebiyat, Kurgu Kültür, Patika, Tmolos, Revue Ayna, Kirpi Edebiyat, Lacivert Dergi, Muhabirce (Almanca ve Türkçe olarak) Asma Köprü, Şiiri Özlüyorum, Yaşam ve Sanat, SonGemi, Elize Edebiyat, Edebiyat Nöbeti, Edebiyatist ve Ek Dergi vb.) Josef Kılçıksız, iyi ve çok iyi derecede Fince, Almanca, Arapça, Türkçe, İngilizce, Fransızca, ve İtalyanca biliyor. Uzun yıllar Helsinki’de yaşadıktan Josef Kılçıksız, daha sonra Paris’e yerleşti. İletişim: e-posta: hasekjusef@gmail.com