Ana Sayfa Röportaj Cem Kertiş İle Duygu Baba Üzerine

Cem Kertiş İle Duygu Baba Üzerine

Cem Kertiş İle Duygu Baba Üzerine

Psikanalize ve felsefeye baktığımız zaman yakın durduğu sanat türleri içerisinde edebiyatın oldukça ayrıcalıklı bir yerde olduğunuz görebiliyoruz. Freud’a “ustalarınız kimler” diye sorulduğunda kütüphanesini dolduran edebiyat eserlerini göstermiş, arkasından da ozanlar ile filozofların bilinçdışını kendinden daha önce açığa çıkardığını söylemiştir. Cem Kertiş’in Red Kitap Yayınlarından çıkardığı son romanı Duygu Baba, bilinçdışı ile edebiyatın buluştuğu yer de. “Hem yazılmış hem yaşanmış hem de felsefe yapılmış” bir romandır demek geliyor içimden. Nietzsche Ağladığında kitabının sonuna yazarın eklediği; ”Anlar vardır hani; insanın kendini aradığı, hisler karşısında kelimelerin yetmediği, kendine bile açıklamakta zorlandığı, anlamadığı… Bir gün karşısına bilinmeyen bir “kendi”sinin çıktığı… Hep kontrol altında tuttuğu düşüncelerin altında yatanları, yaşadıklarını, hissettiklerini ya da hissedemediklerini kısacası kendini tanımadığını anladığı… Kendisiyle yüz yüze geldiği…” açıklaması, kahramanların aynı dönemde yaşadığı gerçeği, okuyucuyu nasıl düşündürüyorsa Cem Kertiş’de bir “mafya babasının tuhaf hikâyesi” diyerek kahramanları aracılığıyla tüm felsefecilerin görüşlerinden kesitler sunuyor ve bunu kurguyla birleştiriyor, “insanın kendine yabancılaşmasını” yeni bir kurgusal gerçeklikle anlatıyor. Yalnız edebi olarak değil, psikolojik roman olarak da çok başarılı. Bu tarz romanıyla modern Türk edebiyatında önemli bir yere sahip olan Yusuf Atılgan eserleri gibi… Romanında insanın kendi özüne, içinde yaşadığı dünyaya, üyesi olduğu topluma yabancılaşmış bireyi işliyor. Düşünsenize bir mafya babasına yaptığı işlerle tam tezat, Duygu Baba diye sesleniyor. Roman da “Baba” figürü merkezinde…

Aykırı, uyumsuz, ötekileşmiş, toplumla çatışan huzursuz bir ruh haline sahip ve aynı zamanda çağdaş insanın bireyselliğinin yok edilmesinden ve kendi öz benliğinden uzaklaşmayı dayatan koşulların altında da yaşamaktan şikâyetçi biri. Duygu Baba, yabancılaşmayı adeta alın yazısı edinmiş, tutkulu bir reddediş içinde. Bu yabancılaşmanın kökeni ise Oidupus Kompleksiyle, uygar toplumdaki engellenmede yatıyor. Romana annenin yerine geçen Hanım Abla, babanın yerine geçen amca figürü egemen oluyor. Aynı zamanda biseksüel eğilimleri olan bir mafya babası. Anneyle istenilen imgesel bütünlük kurulamamış, bunun karşısına ataerkil bir baba dikilmiş, gitgide yalnızlaşan bir çocuk figürü ortaya çıkıyor. Duygu Baba kitabı; baba-oğul çatışması, yabancılaşma ve arayış, annenin önemi, babanın toplumsal düzene geçişteki rolü, ayna evresinin özne üzerindeki etkisi, narsisizm psikanaliz ve felsefi boyutta roman sanatı üzerine kurulu. İnsanlığın yüzyıllardır aslında birbirinin aynı olduğunu, aynı hislerle yaşadığını ancak her bireyin kendi yaşamı, hayatı ve yapısına göre farklı eşikte hissettiği bir duygu zincirinin halkası olduğunu vurguluyor. Her okurun bittiğinde farklı yorumlayacağı kitap, aynı zamanda “koşulsuz sevgi” kavramıyla da ezoterik ve varoluşsal bir bakış açısı da sunuyor. Psikolojik, felsefi romanlara ilgi duyan edebiyatseverler için okunması zorunlu bir eser.

1978 yılında İstanbul’da doğan, ODTÜ felsefe bölümünden 2002 yılında mezun olan, özel dershane ve okullarda felsefe öğretmeni olarak görev yapan, Marmara Üniversitesi Gazetecilik Bölümü ve Film Tasarımı- Yönetimi Bölümü’nü okuyarak, çift ana dal yapan Cem Kertiş; Duygu Baba romanıyla sevgiyi, Nietszhe’nin dediği gibi; “Beni öldürmeyen şey güçlü kılar.” sözünün arkasına sığınarak anlatıyor. Cem Kertiş’in “Kendini Bilme Yolculuğu” diye başlık attığım bu romanını, Duygu Baba’yı, felsefeyi, edebiyatı ve şiirlerini sordum.

 

Freud, bilinçdışı kavramını antik tragedyalarla, Shaskespeare’nin ve Dostoyevski’nin kahramanlarıyla da desteklemişti. Spokhokles’in kahramanı kral Oidipus, psikanalizin önemli kahramanlarından biri olan Oidipus Kompleksi’ne isim babalığı yaptı. Her şeyi hesaba katarak Freud’un şiir ve psikanalizin, rüyaların ve fantezilerin bilinçdışı materyallerini paylaştıklarına dair hipotezi, sistematik self analizi ve terapötik ortam olarak yazıyı kullanması… O, psikolojik iyileşeme için yazı yazmanın keşfedilmemiş potansiyeline dikkat çekmiştir. Edebiyat içimizdeki donmuş denizlerin buzlarını kıracak bir balta mıdır? Bilinçdışı; edebiyat ile psikanalizin buluştuğu yer midir? Bütün bunları size bilinçdışınız mı yazdırıyor?

Her sanat eseri bilinçdışının damgasını taşır. Bilinçdışının dili, sanatın dilini şekillendirir. Evet, kullandığımız dil ortaktır. Buna şüphe yok! Öte tarafta bilinçdışımızı belirleyen unsurlar da ortaktır. İnsanların acıları benzerdir çünkü. Doğum, ölüm, hastalık, kayıplar, travmalar… Elbette her bireyin bilinçdışı biriciktir; ama kolektif bilinçdışımız da vardır. “Bütün bunları size bilinçdışınız mı yazdırıyor?” diye sormuşsunuz. Ben de şunu sormak isterim: Bilinçdışımızın damgasını taşımayan bir eylemimiz var mı? Olduğunu sanmıyorum. İnsanın bilinçdışını oluşturan şey de yasaklardır. İçine doğduğumuz kültürün yasaklarıyla, yasalarıyla içten içe kavgalıyız. Bu kavganın en estetik hali sanatta görünür. Sanat, hiçlik denizinin buzullarına savurduğumuz baltamızdır bir bakıma. İnsanlık sanatı icat etmeseydi halimiz ne olurdu? Müziğin, şiirin, resmin, edebiyatın olmadığı bir dünyayı düşünsenize.

Tanıtım videonuzda yer alan; Eşber Yağmurdereli, insan hakları savunucusu, avukat, yazar, senarist, besteci, öykü yazarı, aktivist. Cezmi Ersöz; insanın iç yolculuğunu melankolik dille anlatan yazar, Vecdi Çıracıoğlu; Serseri Standartları Sempozyumu yerleşik ütopya anlayışını altüst eden, bilge serserilerin kendi “yok ülke”lerini yarattığı denize dair hikâyelerin romancısı. Bu üçlü sevdiğini bu dünyada bulamayanların üçlüsü mü? Neden içiyorlar? Duygu Baba da, romanın tanıtım videosunda “beni tüm kötülüğümle sev diyen Vecdi Çıracıoğlu gibi mi düşünüyor? Ya da “Bengi Dönüş”, “Amor fati”, “Güç istenci” ve “Üst-insan” kavramlarını felsefe dünyasına kazandıran ama hayatındaki kadınlarda güçsüz olan Nietzsche gibi mi? Düşünüre göre kadınlar biyolojik olarak zayıf varlıklardır. Erkek güç-istencine ulaşacak bir varlıktır, bunun için eğitilmelidir. Kadınsa onu dinlendirmek ve arzularını karşılamak için vardır. Bundan gerisi ahmaklıktır. Şu aforizması belki de bu konudaki görüşlerini belirgin kılmak için kâfi. “Kadına mı gidiyorsun, kırbacını unutma!’’diyor. Sen söyle Cem Kertiş, Duygu Baba ne diyor?

Duygu Baba’nın ne söylediğini okuyucuya bırakalım Nezihe Hanım. Bu güzel günaha onlar da katılsın. Dostlarım adına da konuşamam. Her biri değerli insanlar. Katkıları için teşekkür ederim. Ama Nietzsche’nin söyledikleri için şunları söyleyebilirim. Bu konuda yanılıyor. Kadının özgürleştiği bir toplum büyük işler başarabilir, diye düşünüyorum. Biz kadınların yetiştirdiği bir nesiliz. Hepimiz kadınların içinden çıktık. İnsanlık tarihi birbirini yiyen insanların tarihidir, çünkü kadın özgür olamadı, eğitim alamadı. Nietzsche yaşasaydı ona şunu sormak isterdim: Senin üst insanını köle bir kadın mı yaratır? Yoksa özgür ve güçlü bir kadın mı? Hemen şu ezber itiraz gelebilir. Kadının görevi annelik mi? Değil, kimseye annelik görevi yüklemiyorum. Ama şu da bir gerçek ki, biz kadınların içinden çıkıyoruz ve bir bebeğin ilk yöneldiği, şekillendiği yer annesi. O anne ne kadar güçlü ve özgür olursa o çocuk da o denli özgür ve güçlü olacaktır.

Yaşama başladığımız süreden bu yana farkında olarak veya olmayarak binlerce seçim yaptık. Bazen hayatımıza dahil ettiğimiz kişileri seçtik. Bazen dinlediğimiz müzikleri okuduğumuz kitapları mesleğimizi, okulumuzu, giydiğimiz kıyafeti seçtik. Bazen ise birini hediye ettiği bir kitabı okuduk, bir yerlerde bir müzik sesi duyduk ve dinlemeye devam ettik. Hayattaki bu seçimler her zaman bize iyi veya kötü birçok şey kattı. Bizi inşa eden şeyler seçimlerimiz oldu. Peki, bunların hepsini doğru seçebildik mi? Bütün seçimler bizim elimizde miydi? Bu mümkün mü? O zaman bizi biz yapan, değiştirilmesi mümkün olmayan şeyler için pişmanlık duymak neden? Yaşadığımız şeyler için pişmanlık duymak yerine bizi var ettiklerini benimsemek, kabullenmek melankoliden çekip çıkarıverecekse kaderimizi sevmeli miyiz o zaman? Neitsche’nin Amor Fati dediği şey kader sevgisi mi?

Zorunluluklar dünyasında yaşadığımız doğru. Belki de özgür seçimler yaptığımızı sandığımız zamanlarda bile özgür değilizdir. Özgürlük yüzlerce yıldır filozofların üzerine düşündüğü bir mesele. Öte yandan, pişmanlık insanı yıpratmaktan başka bir işe yaramaz elbette; ama kimseye kaderini sev diyemeyiz. Bazı yaşamlar acı ve kederle dolu. Çocukların acı çektiği bir dünyada yaşıyoruz. Bazıları yaşamı sever, kaderini de sever; ama bazıları da sevilecek bir hayata sahip değiller.

Duygu Baba bize Spinoza’yı anımsatıyor. Etika’nın 2. Kitabında Spinoza duygular meselesini algılar ve bedensel etkileşimler düzleminde kuşatmakla işe başlamıştır. Bu bizi çok ilgilendiriyor bir “imajlar” öğretisidir: kendi vücudumu ancak başka cisimler tarafından etkilendiğinde anlamaya başlarım. Duygu Baba aynı zamanda bir imajlar öğretisi kitabı mı?

 

Duygu Baba bir felsefe kitabı değil, içinde felsefi temalar barındıran bir roman. Spinoza hayran olduğum filozoflardan biri ve Etika başucu kitabımdır. Elbette her şey ilişkidir. İlişki olmadan ne kendi bedenimizi ne de ruhumuzu tanıyabiliriz. Bir insana yapılabilecek en büyük kötülüklerden biri onu izole etmektir. Bugün birçok ülkede hücre hapsi var. Bu, işkenceden farksız; çünkü bir insanı insani ilişkilerden yalıtırsanız o insan delirir. Bir bebeğin ebeveynleriyle kurduğu ilişkinin niteliği onun ruhunu belirler. Duygu Baba karakteri üzerinden bir ölçüde bu meseleyi de kendimce anlatmaya çalıştım.

 

Spinoza Etika 3 kitabında önerme 41 de; “eğer biri, başka biri tarafından sevildiğini düşünürse ve böyle bir sevgi için ona hiçbir neden sunmuş olduğuna inanmıyorsa, onu zorunlu olarak sevecektir…”Bu gerçekten tuhaf bir önermedir ve sevgiyi tanımlamadığınızda bundan hiçbir şey anlayamazsınız. Bu önermeyi bir öncekiyle birlikte okumak gerekir önce: “Eğer biri, başka birinin kendisinden nefret ettiğini düşünüyorsa ve ona bunun için herhangi bir neden sunmamış olduğuna inanıyorsa, karşılığında ondan zorunlu olarak nefret edecektir…”Bu noktada günlük yaşantımızdan bir şeyleri yeniden hissetmemiz, sevgi ve nefret duygularımızla yaşadıklarımızdan bir şeyleri belli belirsiz de olsa hatırlamamız gerekiyor: Birinin benden nefret ettiğini kavrıyorum; oysa ona bu nefrete neden olacak herhangi bir şey yaptığıma inanmıyorum ona hiçbir kötülük etmedim, zarar vermedim, nefretinin nedeni olacak hiçbir şey yapmadım ona (böyle düşünüyorum)… Peki, bu düşünceden ondan “zorunlu olarak” (ne demek bu?) nefret etmeme nasıl geçiyoruz? İlk soru bu… Ya da, birinin beni sevdiğini düşünüyorum, ama bunun için ona herhangi bir neden sunmuş olduğuma inanmıyorum… Ve karşılığında onu “zorunlu olarak” seviyorum… Bu da ne demek? Bu nasıl bir anlayış, böylece sevgi var mı yoksa bu bir inanç mı?

 

Bu iki önerme narsistik yanımızı son derece zekice açıklıyor. Eğer ben, karşımdaki kişiye beni sevmesi için bir şey vermediğim halde beni seviyorsa, o, bende sevilecek bir şeyler görmüş demektir. Ben bu yolla kendimi severim, kendimi sevmemi bir başkasının dolayımıyla yaptığım için zorunlu olarak onu da severim. Bu diyalektik ilişki nefret için de aynı şekilde işler. Şöyle ki, ötekine benden nefret etmesi için bir şey yapmadım; ama o benden nefret ediyor. İçten içe şunu yaşarız: O, bende nefret edilecek bir şey görüyor ve bu konuda haklı olabilir. İşte bu noktada o kişiden zorunlu olarak nefret ederiz; çünkü kimse sevilmeyecek taraflarının bir başkası tarafından görülmesine katlanamaz.

Romanın başkahramanı Duygu Baba, dört mevsim boyunca bir arayış içerisinde oradan oraya sürüklenir. Peki, ne arar? Hiç tanıyamadığı onu büyüten Hanım Teyzesi, babası, Kumru, Selim, Eflatun, Spinoza etrafında birleşen gerçekler ve çocukluğa ait anılarda takılıp kalır. Kalabalıklar içinde yalnız kalmayı başarabilir, bütün dünyaya kafa tutar, babasına sonsuz nefret duyar. Çocukluktan gelen sarsıntılara rağmen yaşama tutunabilme arzusu vardır, bu arzunun adı nedir? Bu roman, bireyin; güçsüzlüğü, kuralsızlığı, anlamsızlığı, kendine ve topluma yabancılaşarak kültürün içine girmeyi reddedişinin romanıdır. Çocukluğundaki travmanın etkisini bir ömür yüreğinde taşıyan, insanların çoğalan benliklerinden nefret eden, anlaşılmadığı için susmayı seçen, hiç bulamayacağı gerçekliği arayan yalnız adamın dramıdır. O zaman Duygu Baba, sevgi dışında her şeyi bulmuş bir tanrı mıdır? Felsefesini sonsuz bir incelik düzeyinde örebilmiş filozoflarınız kimler?

Platon, tanrı olsaydık kimseyi sevemezdik, der. Haksız değil. Sevmek bir eksiklikten kaynaklanır. İnsan tam, bütün ve eksiksiz olsaydı sevmeye ihtiyaç duymazdı. Bu eksikliği hiçbir zaman kapatamayacağız. Bu yüzden arayışımız da hiç bitmeyecek. Arzu ile ilgili konuda da şunları söyleyebilirim. İsteklerimizi tatmin edebiliriz; ama arzu tatmin edilemezdir. Arzu dildeki eksikliğimizdir. Arzunun bir nesnesi olsaydı arzu olmazdı. Öte tarafta arzu dediğimiz şey de ötekinin arzusudur. Bir bebekken bize arzu duyanların bambaşka şeylere arzu duyduğunu, yüzlerini bizden başka yerlere çevirdiğini hisseder ve o çevirdikleri tarafları sezmeye başlarız. Sevdiklerimizin arzu ettikleri şeyler olmaya çalışırız. Büyüyünce paşa olacaksın diyen annemizin paşası olmaya çalışırız söz gelimi. Yani, kendimizin değil başkasının arzusu olmaya çalışırız. Sorunuzun son kısmına gelirsek: Tek bir düşünürüm yok, felsefesine hayran olduğum çok fazla düşünür var. Hala yoğun olarak okuyorum ve yeni düşünürler tanımaya, anlamaya çalışıyorum.

 

Beykent Ünv. GSF Sinema-TV Bölümünde öğretim görevlisi Doçent Dr. Cengiz T. Asiltürk, Hukuk-Vicdan Muhakemesi adlı makalesinde “Hiçbir Hukuk Kitabı benim vicdanım dan daha yüce daha güvenilir değildir” demişti. Siz “Duygu Baba” kitabınız için vicdan muhasebesi yaptınız mı?

Hayır yapmadım. Yazmak benim için bir oyun. Bir çocuk oyun oynarken vicdan muhasebesi yapmaz.

Dostoyevski, kişiliğindeki saldırgan tarafları ya da kumar alışkanlığını, yarattığı karakter sayesinde sağaltmış olabilir mi? Yusuf Atılgan’ın babasıyla yaşadığı problemleri, Aylak Adamdaki C ve Ana Yurt otelindeki Zebercet karakteriyle tanırız. Cem Kertiş de Duygu Baba karakteriyle nereye evirilmiştir acaba?

Yazarak içinizdeki ifrazatı atarsınız. Bir nevi yükünüzü boşaltırsınız. Bu beni nereye evirecek? Elbette bu sorunun cevabını zaman gösterecek. Belki de gösterdi de ben göremedim. Dostoyevski, Kumarbaz romanını yazdıktan sonra da kumar oynamaya devam etti. Çoğu zaman insanın psikolojik olarak evirilemediğini düşünürüm. İnsanlar genellikle kendilerini ruhsal olarak tekrar edip dururlar. Bunu neden yaptıklarını fark edenler bile hayatlarını tekrar etme eğilimindedirler. Benzer insanlara âşık olup benzer belalara başımızı sokmamız bundandır.

Rüyalar bize bilinçdışımızın işleyişine göz atma ayrıcalığını sağlarlar. Freud için; “rüyalar, temelinde bilinçdışı isteklerin simgesel tatminleridir. Rüyalar simgesel bir biçime bürünmüşlerdir.” Freud’a göre insanların çeşitli nedenlerden dolayı bilinçaltına bastırdıkları duygular bir şekilde su yüzüne çıkar. İnsanların doğumdan itibaren maruz kaldıkları toplumsal baskı, bazı arzuların bilinçdışına bastırılmasına neden olur ve bu bilinçdışı arzular da kendini dil sürçmesi, ‘hatalı hareketlerde’, rüyalarda ve nevrozlarda simgesel bir tarzda şekil değiştirerek gösterir sizdeki keder ve acı duygusu ya da bastırılmış duygularınız romanda şiir yazarken kullandığınız mahlas olan “katil” imgesi mi?

Tüm yazdıklarım bilinçdışımla kesinlikle ilişkilidir. Lacan, “Bilinçdışı bir dil gibi yapılanmıştır,” der. Eğer haklıysa yazarlar bilinçdışının dilini kendi dillerine çeviren birer çevirmendir bir bakıma. Bu çeviriyi iyi yapana iyi yazar, kötü yapana da kötü yazar diyebiliriz.

Platon’un İdeal Devletindeki insan askerlerin de; “erkek egemen bir toplum yapılanması vardır ona göre; çocuklar ve kadınlar ortaktır. Çocuk doğduğu anda anneden alınarak eğitim sürecine tâbi tutulur. Askerler özel mülkiyete, altın ve gümüşe sahip olamazlar, müşterek bir hayatta beraber yaşayıp beraber ölürler. Platon, gelin ve damat adaylarının her ne kadar kura ile belirleneceğini belirtse de aslında soy ıslahı yöntemine göre seçileceklerini belirtir. Güzel ve zeki kadınlarla, güzel ve zeki erkekler eşleştirilerek ideal bir toplum ortaya çıkarılacaktır. Evlilik sonucu özürlü bir çocuk dünyaya gelirse gizli bir yere bırakılacaktır. Kişiler; annesini, babasını ve kardeşini tanımayacağı için babası yaşında olan herkese baba, annesi yaşındakileri anne, kardeşi yaşındakilere de kardeş diyecektirler.” Siz kalkınca ayağa kalkan adamlarınızı, Platon’un İdeal Devletindeki askerler gibi yetiştirmek ister miydiniz? Cinsiyet ayrımcılığı ve kadın konusunda düşünceleriniz neler?

Ben kalkınca ayağa kalkan adamlarım yok. Siz, sanırım Duygu Baba’yı kastettiniz. Platon, görüşlerini binlerce yıl önce söylemiş büyük bir düşünür. Bugünden o gün söylediklerini yargılayamayız. Antik Yunan’da eşcinsellik normal kabul edilirdi. Benim için eşcinsellik son derece normal bir eğilim, ayıplanacak ve yadırganacak bir konu değil. Eşcinselliği yargılayan, ayıplayan insanların kültürel sebeplerle kendi eşcinsel eğilimleriyle barışamadıklarını düşünürüm. Öte tarafta, kadın Antik Yunan’da neredeyse köle statüsündeydi. Bugün bile ne yazık ki kadını köle gibi gören toplumlar var. Modern hayat, her ne kadar kadını özgürleştirmiş gibi görünse de ben bunun böyle olmadığını düşünüyorum. Kapitalist bir toplumda herkes özgürlük yanılsaması yaşar. Aslında, kadının özgürleştiği bir toplum özgürleşir ve güçlenir. Bu bağlamda erkek de özgür değildir. Öyle görünür. Yüzbinlerce erkek ağır işlerde çalışıyor, ülkeleri koruyayım derken ölüyor. Ailenin geçimini sağlayayım derken bütün hayatlarını feda ediyorlar. Evet kadın özgür değildir. Bu doğru; ama erkek de özgür değil.

Kitabınızın ilk sayfasına “şairler hiçbir zaman cinayet işlemez” diyen Nabokov’dan bir alıntıyla başladınız ancak şiirlerinizi Katil’in yazdığı “Çocuk Morgu” diye adlandırdığınız şiirle bitirdiniz; “susmalısın / bırak yansın ruhun mor çukurda / baksın, herkes baksın ateşin o göz alıcı şenliğine / atlasınlar üzerinden iki bacaklı atlar gibi / halaya dursunlar etrafında / sus ruhum, sus / edepsizlik etme / (…) diyen dizeleri yardımcınız Eflatun’ a okuttunuz. Eflatun’un sorduğu “Sahi nereye gider sustuklarımız?” Sorusunu cevaplamadınız? Gözlerinin içine bakıp, “İnsanı biricik kılan tam da sustukları, kimselerle paylaşamadığı kırgınlıkları, acıları değil midir?” diye yazmıştınız. Bu soruyu ben size sorsam cevaplar mıydınız?

Bazı felsefeler tüm kültürün dil yoluyla sonraki kuşaklara aktarıldığını söyler. Ölüm de böyle görülür. Ölümle başka yaşamlar doğar. Çok da haksız değildir bu felsefe; ama insan benliği olan bir canlı. Öldüğümde ben ölürüm ve bir daha asla var olmayacağımı hissederim. Sevdiklerimi tümden yitireceğimi dehşet içinde bilirim. Belki söylediklerim öğrencilerimin ruhuna işleyecek ve onlarda bu yolla yaşayacağım. Yazdıklarımla ruhumu başka insanlara aktaracağım. Peki sustuklarım nereye gidecek, sadece bana ait olan ben de saklı olanlar… İnsan biraz da sustuklarıdır.

Birçok otorite tarafından edebiyatın efsaneleri arasında gösterilen Charles Bukowski’yi düşündüğümüzde mutlu olmak için hiç çabalamadığını görüyoruz. Kumar, içki, seks üçlemesiyle hayatını sürdüren Bukowski’nin çok derin bir hikâyesi bulunuyor. Örneğin, onun için “Hayır”, yazdığı hikâyelerden birisi değil; bizzat kendisinin hikâyesidir diye söylenir.  “ruhumun sevecen generali / çocukluğumun ürkek fularını taktı boynuna, kaçtı! Kuşlar kerhanesinde bir büyücü çağrıldı / yalan gülüşlerimizden / düşkün bakışlarımızı arayan şaşkın gözlerimizden / kızgın güneşe bakarken donan sözlerimizden / sarı bir kediyi özleyen ellerimizden / bir iksir yaptı da, yaralı geçmişimizi makyajladı / (…) dizelerinin yer aldığı, Kuşların Kerhanesi şiirinizi ve Duygu Baba romanı yazdığım hikâyelerden birisi değil; bizzat kendimin, yaşadığımın hikâyesi mi?  Katil nasıl bir şair? Neden böyle şiirler yazıyor. Yeni bir şiir kitabı mı geliyor?

Yazdığını hiç yaşamamış olsa da gerçek bir yazarın yazdığı her hikâye bizzat kendisinin hikayesidir. Ben hayatımda ne mafya ortamlarında bulundum ne de şair ve biseksüel bir mafya babası tanıdım. Bu kitap tamamen hayal ürünü ve bu hayaller elbette benden çıktığı için benim ruhumla fazlasıyla ilişkili. Bu roman, içinde şiirler barındıran bir roman. Şiir benim diğer türlerle kaynaştırmaya çalıştığım ve insanlara sevdirmek istediğim bir şey. Yıllardır bir şiir dosyası hazırlıyorum, galiba ömrüm boyunca bu hazırlık hiç bitmeyecek. İçten ve yoğun sorularınız için teşekkür ederim Nezihe Hanım.

27.10.2021-İstanbul

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl