Ana Sayfa Röportaj Cem Kertiş: Kaybolanların Hikayesi                            

Cem Kertiş: Kaybolanların Hikayesi                            

Cem Kertiş: Kaybolanların Hikayesi                            

 

  • Sevgili Cem, ödüllerin çeşitli tartışmalar yüzünden değersizleştiği bir dönemdeyiz. Sen, adı devrimle, emek ve direnişle özdeşleşmiş önemli bir şair olan Sennur Sezer adına düzenlenen ‘yarışma’da dosyan Kaybolanın Hikâyesi öykü ödülüne değer görüldü. Ne söylemek istersin.

Sennur Sezer yaşamı boyunca kadının, çocuğun, ezilenin yanında oldu. Büyük bir titizlikle ve dürüstlükle yaşadı. Yaşamı yaşam yarattı. Adına düzenlenen ödülün şartnamesi de titizlikle hazırlanmıştı. Bu sebeple katıldım. Adımın Sennur Sezer ile anılması elbette en büyük ödüldür, onurdur. Bunun bir yükümlülüğü, ağırlığı da var elbet. Bu soru bağlamında şunları da söylemek isterim. Endüstrileşen edebiyat, kibirli editörler, her kitaba para gözünden bakan yayıncılar ilk defa bir işe yaradı. Dosyamı yarışmadan önce birçok yayınevine gönderdim. Öykünün az satan bir tür olmasından dolayı bir kaçı hiç okumadan reddetti. Onlara dürüstlüklerinden dolayı teşekkür ederim. Bazıları sürüncemede bıraktı. Aylarca yıllarca beklettiler. Yazışmaları aniden kestiler. Önce ilgileniyoruz dediler, maillerime yanıt vermeyip telefonlarıma çıkmadılar. Neden böyle davrandılar? En önemli nedeni satış kaygısı. Yatırım yapacakları kitap satacak mı satmayacak mı? Bu arada, maddi sıkıntılarla boğuşan yayıncılara lafım yok. Lafım tüccarlara ve fırıldaklara. İkinci nedeni de şu, edebiyat da ülkenin yönetimine benzedi. Liyakati olmayan insanlar suyun başını tutuyor. Ve bu insanların donanımı olmadığı gibi kalpleri de tüccar. Onlar beni yıllarca oyalamasaydı ben de Sennur Sezer emek direniş ödüllerine dosyam Kaybolanın Hikâyesini gönderemeyecektim. Kötülük bazen iyi bir kapının açılması için cereyan yapabiliyor. Ez cümle, bazıları yaşarken öldürüyor. Kalbi Sennur Sezer gibi olanlarsa aramızda olmasa bile yaşatıyor.

  • Hemen kitaba geçelim. Öykülerinde aşk anlamında bir sevgi anlayışı pek yok; daha çok baba, oğul, kadın, çocuk sevgileri ön planda. Bu bir kaçış mı yoksa sevginin en yalın hali mi?

Aşkın kutsandığı, yüceltildiği, en anlamlı duygu olduğu yalanıyla büyüdüm. Çoğumuz da bu yanlış öğretiyle büyüdük. Ben de bu yalana uzun süre inandım. Ucuz Türk filmlerine, ucuz romanlara kandık, aşkın bizi ünlü yapacağını sandık. Oralarda anlatılan aşk ilişkilerinde âşıkların birbirlerinin bireyliğine, özgürlüğüne karşı saygıları yoktu. Aşkta yapılan her şey mubahtı. Aşk için ölmek de öldürmek de makbul gösterildi. Mesela biri, köyün birinde aşk yüzünden delirmişse ermiş mertebesine yükseltilirdi. Peki, aşktan kaçılabilir mi? Elbette hayır. Aşkın nereden ve ne zaman geleceği belli olmaz. Bu söylediklerimle sorudan uzaklaşmış gibi görünebilirim. Aslında uzaklaşmadım. Tam da bu sağlıksız aşk anlayışı yüzünden aşk çocukları olarak büyümedik. Çoğunlukla birbirini sağlıksız ‘seven’ karı kocaların çocukları olarak büyüdük. Evlerde sevgi yoktu. Acı vardı. Ve gördüğümüz, bildiğimiz de acıydı. Yönetebildiğimiz tutunduğumuz çoğunlukla acıydı. İşte belki de bu yüzden Kaybolanın Hikâyesinde bilinçdışı olarak sevgisizliği anlattığımı anlıyorum. Demem şu ki, öykülerimi yazarken şunu anlatayım bunu anlatayım gibi bir ön kararla yola çıkmam. İçime bir şey düşer, yazarım. Belki de o şeyi anlamak, belirgin kılmak, o şeye yaklaşmak için yazıyorum.

  • Cem Kertiş, bazı öykülerinde ana karakterler kibirsiz kimseler, diğer karakterler ise aşırı kibirli sen hangisisin/hangilerisin?

Kendimi çoğunlukla yalnız hisseden biriyim. Acaba kibirli olduğum için mi yalnız hissediyorum? Bunu hiç düşünmedim. Sen nasıl bir insansın deseler. Yalnızım derim. Kibir ilginç bir duygu. Ve bence kötülüğün kökeni kibirdir. Bir millet kendini diğer milletlerden üstün görürse her türlü zulmü yapmayı hak görür kendine. Bir insan kendini diğer insandan üstün görürse ona yapmak istediklerini kendi içinde meşrulaştırmış olur. Kibirliler kibirlilere bulaşmazlar genelde. Onlar kibirsizleri daha kolay lokma olarak görürler. Şimdi senin sorunu düşündükçe aklımın tozunu almış oldum. Kibirli, kötü biri yalnızlığa tahammül edemez. Çünkü kötü insan kötülüğünü yapacağı birine ihtiyaç duyar. Efendi kölesiz ne yapardı? Asker düşmansız… Tersi de doğru.

  • Toplumdaki genel tavmatik/depresif durum öykülerinde de görülüyor. Ancak bir de rüyalar var tabii. Hepimizin sığındığı, gerçeklikten kaçtığı rüyalar sanki senin kişilerinde kaçış değil de yüzleşme gibi oluyor. Yani iyileştirmek yerine kaşıyor.

İnsan hayallere sığınır, ama rüyalara sığınmaz aslında. Rüyalarımız kaçmak istediklerimiz ya da ulaşamadığımız arzularımızdır. İşte tam da bu yüzden gerçektirler. Bunu ilk keşfeden kişi Shakespeare’dir. Ne demiş ozan Shakespeare “Rüyaların yapıldığı maddedeniz biz ve uykuyla çevrilidir küçük hayatlarımız.” Ben bu cümleyi şöyle okurum. Biz gerçeğiz ve yalan hayatlarımızdan geriye sadece rüyalarımız kalır. Demem o ki, hayatımızda gerçek olan her ne ise onlar rüyalarımızdır. Ve bizler rüyalarımızda kendini gösteren gerçeklikten öyle çok korkarız ki onu türlü kılıklara sokarız. Kırılmışlıklarımız, dalı incitilmiş bir gül; aldatan sevgili, gözümüze saplanan pırıltılı bir bıçak; özlemlerimiz, yüzerek ulaşamayacağımız uzak bir ada; suçluluklarımız, rüyamızda duyduğumuz korkunç ama tanıdık bir ses olarak görünebilir. Bir nevi sansürlenmiş gerçekliklerdir rüyalar. Evet, senin de dediğin gibi rüyalar kaşır, iyileşmiş bir yarayı değil, kanayanı kaşır, rüyaların iyileşmiş olanla pek de işi yoktur. Tam da işte bu yoldan yaralarımızı belli belirsiz de olsa hatırlamış oluruz. Onlarla tekrar ilgilenme şansı bulabiliriz. Ya da çoğunluk kaçıp gideriz. En büyük hatayı da burada yaparız. Dostoyevski boşuna mı söyledi “En korktuğum şey, acılarıma değmemektir,” diye.  

  • Shakspeare, Dostoyevski demişken, senin sıkı bir Hasan Ali Toptaş hayranı olduğunu biliyorum. Zaman zaman öykülerinde bunun etkilerini görebiliyoruz. Ama, Toptaşın aksine sen insan psikolojisi üzerine daha derin anlatımlar sergiliyorsun. Elbette bunda felsefe okumuş olman ve psikanalize olan ilgin de etken madde durumunda bunların ışığında sana kişisel bir soru soracağım. Sence umut nedir ve insan umudu hayatının neresine koymalıdır?

Hasan Ali Toptaş’ı çok severim ve onunla kendimi kıyaslarsam haddimi aşarım. Bende iz bırakmış birçok yazar gibi onun etkilerinin de bende olması çok normal. Bu arada yorumun beni şımarttı. Teşekkür ederim, ama şunu söyleyip bu konuyu kapatayım: Dünyanın en önemli yazarlarını beğenmeyen eleştirmen, beğenmeyen okuyucu da olabilir ve bu beğenmeyişi çok sağlam dayanaklarla açıklayabilirler. Umut nedir, sorusuna gelince… Bir makalede, anne ve babası tarafından terk edilmiş çocuklar üzerinde iki bilim insanın yaptığı deneyden bahsediliyordu. Bu bebeklerin bütün biyolojik ihtiyaçları karşılanmış bu bilim insanları tarafından. Karşılanmayan ise sevgiymiş. Bırakın dokunmayı, kucaklamayı, göz temasından bile mümkün mertebe kaçınılmış. Bebekler bir süre sonra ne yapmış biliyor musun?

Ne yapmışlar çok merak ettim?

Onların çevresinde bulunan ve yaşam fonksiyonlarını ölçen aletlere, yani cansız olan nesnelere yönelmişler. Onlara gıgıldayıp, uzanmaya çalışmışlar. Deneyi yapan doktorlar bu duygu yükünü kaldırmayıp deneyi durdurmuşlar. Bebekleri sevmeye başlamışlar. Demem şu ki, umut her zaman vardır. O bebekler canlılarda bulamadıklarını cansızlarda bile aramışlar. Bir çocuk için her şey berbat gitse elinde değneğiyle bir periyi düşünür ve bu perinin bir hareketle her şeyi düzelteceğine inanır ve bunun hayalini kurar. Yaşamak umuttur. Toplumların kurtarıcıları, kahramanları, Mesihleri bekleyişleri de bundandır. Musa asasıyla kızıl denizi yarmış, Hz. Ali Zülfikar’ıyla kâfir kelleri kesmiştir. Toplum dediğin de insanlardan oluşur ve toplum da bütünlüğünü korumak, baş etmekte zorlandığı korkuları savuşturmak için umut eder. Nietzsche’nin söylediği o meşhur cümle “Umut işkenceyi uzatır.” tam da bu anlattıklarımı doğrular. İntihar yerine yaşamı tercih eden herkes yaşama olan motivasyonunu umuttan alır ve yaşam acılarla doludur. İronik olan şu ki, insan olanca acısına rağmen çoğunluk yaşamı seçer.

Sevgili Geray, kitabım hakkında bir şeyler karaladığını söylemiştin. Yazıklarını koyalım mı buraya? Böylece bu güzel günaha sen de katılmış ol.

Olur. Sevinirim. İlk kez, ocaktan sigara yakmaya çalışırken tutuşan yüz kıllarımın kokusunu duyumsadığımda anlamıştım kandırıldığımı. Annem tarafından, babam tarafından, anneannem, dedem, teyzelerim, amcalarım, öğretmenlerim tarafından kandırıldığımı. Alelade bir cisimdim ben. Küçük, yosun gözlü, yaslı bir taş parçasından farkı olmayan, renksiz bir noktacık. Renksizliğinin farkında olmayan bir noktacık! Anılarından ibaret, yalnızlığından utanan, sevilmeye teşne bir noktacık. Hayallerle avutulan, alkolle sulanan… Bilgiyi erdem sayıp cehalete mumlarla saldıran, ukala, sevimsiz, ölümlü… Korkak, korkak olduğunu söylemekten korkan… Korkak olduğunu söylemekle aslında korkak olmadığını söylediğini zannedecek kadar korkak… Yalnızlık kırsalında, gerçekle rüyanın iç içe geçtiği bu öyküleri okurken hissettiğim yine bu korkudan beslenen, bana yüz kıllarımın kokusunu anımsatan modern, kentli acıydı. Kandırılmış ve halen bile isteye kandırılmakla çektiğim çilenin sayfalara dökülmüş hallerini okurken, şiddetli susmalar ve çukurdaki kahkahalar eşlik etti ardımdaki pelerinli sanrılara. Rüyanın sığınağıyla gerçeğin çıplaklığı arası girift öykülerin beni bu denli sarsacağını sanmazdım. Cem’le, şu anda kitaplığımın alt raflarından birinde sinsice uykuya yatmış bir dergi projesini tartışırken, yan masadan bize laf atması sonucu tanışmıştık. Ne iyi ettin de lafımızı böldün. Sağlığına, ellerinin sağlığına Cem Kertiş! Her günüme yeniden hoş buldun. Edebiyatla kal!

Fotograf: Kadir İncesu

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl