Ana Sayfa Litera Çerçi (Öykü)

Çerçi (Öykü)

Çerçi (Öykü)

Aniden karanlığı yaran bir ışık gibi köyün ortasından bir çığlık yükseldi. Avazı çıktığınca “Geliyor… Geliyor…” diye bağıran Fato Kadın, sebebi anlaşılmayan bir sevinç başlattı. Topraktan, derme çatma evlerinin içinde hareketlenen kadınlar bir anda kilerlerindeki, sandıklarındaki eşyaları karıştırıp, takas edebilecekleri yağ, peynir, lor ve değer biçilecek eşyalarını ortaya çıkarıp bir an önce köy meydanına ulaşma savaşına girdi.

Kuzeyden batıya uzanan bir dağın yamacında ufak bir düzlüğün üzerine kurulmuştu köy. Bir yanı, güneye bakan sarp kayalıklara yaslanmış; öbür yanı, kuzeyden batıya uzanan derin bir uçurumun altında çağlayarak akan bir derenin kenarında; var ile yok arasında, toz toprağın uçuştuğu bir yerdi. Yaz aylarının bunaltıcı kuru sıcağı yamaç rüzgârlarıyla birleşince, köyün içinde toz fırtınası kopuyor, adeta insanların yaşama sevinçlerini ellerinden alıyordu. İlkbaharda eriyen karın ve yağmurların getirdiği seller kader sayılıyordu. Kış aylarındaysa kar tipi fırtınası neredeyse 6 ay evlerinden dışarı çıkmalarına izin vermiyordu. Bir tek sonbahar aylarında rahat yüzü görecekleri birkaç hafta yaşıyorlardı. Kim neden oraya bir köy kurmuştu, köy sakinleri bile bilmiyordu. Herkesin ağzında sakız olan bir cümle vardı; “Bir gün, elbet bir gün bu köyü terk edip gideceğim, hem de bir daha geri dönmemek üzere.”

Tek geçim kaynakları koyun sürüleriydi ki, her sabah sarp kayalıkların ardından çevreye yayılan koyunlar patikalardan süzülüp derenin kenarına inerlerdi. Öğlen saatlerinde kadınlar da ellerinde kovaları, tencereleriyle,  sarp patikalardan iner, günün büyük bir bölümünde koyun sürülerinin peşinde dolaşarak süt sağar, sütü peynire, yağa, lora çevirir, akşama doğru hasatlarını sırtlarına yükler eve dönerdi. Erkeklerse dağ yamaçlarına taşlık arazilere ektikleri üç beş teneke buğdayı elle toplamakla, kış aylarında koyunlarını beslemek için dağ yamaçlarında ot biçmekle  meşguldü. Erkeklerin yılda birkaç güne sığan tek eğlenceleri işlerin azaldığı sonbahar aylarında elde ettikleri peyniri, yağı sırtlayıp yürüyerek şehre gider, ürünlerini sattıktan sonra saatlerce kahvehanelerde çay içip kağıt oynamaktı. Kadınların tek umudu eğlencesi ise şehre yüz kilometre uzaktaki yolu olmayan köylerine yılda bir kez uğrayan çerçi’nin gelmesiydi.

İşte çerçi, tam da yamaç rüzgârlarının kuru yaz sıcağında toz fırtınası yarattığı o günlerin birinde köye geliyordu. Fato’nun evi köyün en tepe noktasındaydı, köyden şehre uzanan kıvrımlı toprak yolun birkaç yüz metresi oturma odasının camından görünüyordu. Herkes Fato’ya “İki kere şanslı kadın” diyordu, hem evi yol görüyordu hem de kocası kadın gibi adamdı. Fato’nun kocası, koyun sağar, peynir yapar, yağ yapar, lor yapar, yemek yapar, evi temizler, arta kalan zamanlarındaysa taşlık arazide buğday yolar, dağ yamacından ot biçer, toplar getirirdi. Fato bu iki kerelik şansını köyün en güzel kızı olmasına borçluydu; kocaman göğüsleri, büyük kalçaları, ay gibi dolgun yüzü erkek bilekleri gibi kalın bilekleri vardı. Kocası her işi yaptığından, sabahtan akşama camda çerçinin yolunu gözleyebiliyordu. Günlerce gözlediği toprak yolda nihayet kutu gibi kırmızı at arabası yani çerçi görünmüştü. İlk gören olarak basmıştı çığlığı “Geliyorrrrrrrrr… Geliyorrrrr..”

Çığlığı duyan kadınlar, köyün meydanında derme çatma topraktan, taştan yapılan caminin önündeki alana birer ikişer akın etmeye başlamıştı. Çerçinin gelmesi an meselesiydi, herkesin önceden tembihlediği eşyalarına kavuşması an meselesiydi, en büyük duaları ve umutları çerçinin tembihlerini unutmamasıydı.

Genç kızlar dudak boyası, ince çorap, toka, küpe, kolye beklerken, orta yaşlılar çocukları için kazak, mintan, kendileri içinde entari, başörtüsü bekliyordu. Kim bilir ne kadar renkliydiler, kim bilir ne yakışacaktı giyildiğinde. Aylarca giyinip, süslenip bir birlerine misafirliğe gidip, dağ yamaçlarında topladıkları otlardan harmanladıkları çayları yudumlarken konuşacaklardı. Bu onların en büyük sevinç ve yaşama tutunma kaynağıydı.

Arya Su Aksoy

Aralarında koyu sohbetleri başlamıştı ki Fato göründü. Geçen yıl çerçi geldiğinde aldığı sarı başörtüsü, yeşil hırkayı giyinmiş, ayağındaysa naylondan pembe ayakkabılar vardı. Gür sesiyle haykırdı “Gelmedi mi?” kadınlar ağız birliği etmişcesine hep birlikte “Gelmedi” dedi. “Vallahi billahi gördüm; tek atlı, etrafı kapalı, önü kırmızı arabasını gördüm, ölmüş babamın mezarı üzerine yemin ederim ki gördüm, tam da bizim camdan görünen sandık kıvrımından geçerken gördüm”. Herkes Fato’nun doğru söylediğine inanmak istiyordu. Çerçi çeşmede durmuş olabilirdi. Her ne olursa olsun çerçi gelecekti ve geceyi köyde geçirecekti. Arabasında ne var ne yok her şeyi satıp gidecekti.

Heyecan doruktaydı, sohbetler koyulaşmıştı, Fato’dan sonra köyün en güzel kızı Nazo da gelmişti, kadınlar Nazo’nun başına toplanmıştı. Sarı saçları, al al yanakları olan Nazo, kırmızı dudak boyası istemişti. Nasıl da güzel olacaktı, hele düğünlerde sürseydi gelinin yüzüne bakan olmazdı. Kadınlar Nazo’ya akıl veriyordu; “Bak Nazo, kırmızı dudak boyası sürdüğünde siyah entari giyinme. Renkli entari giyin rengârenk olsun…” Başka biri  “ Yok kızım, sen mavi entarini, altına da babanın şehirden getirdiği potinleri giy. Vallahi dünya güzeli olursun…” Derken köyün en cazgır kadını Kaşo, koyun yününden ördüğü çantası tıka basa dolu geldi. Çantanın içinde, oğluna ev yaparken temel kazısında çıkan gümüşten tabak, kaşık, su bardakları, ibrik vardı. “Bunları vereceğim çerçiye, yerine misafir için bir çaydanlık, on tane de cam bardak versin yeter. Üstüne de oğluma bir kazak verirse vallahi çok güzel olur..”

Ezelden beri onu sevmeyenlerin başında Sernaz vardı. Defalarca kavga etmişlerdi. Kavgaları öylesine ihtişamlıymış ki; kadınlar ayıramamış, dağ yamaçlarında ot biçen erkekleri çağırtmışlardı. Tam karşısında duran Sernaz, “Zoort”, dedi ağız dolusu gülerek. Kaşo “Eee bunların hiç mi bir değeri yok”. Koyun kırpıcısı Taho’nun kızı Şaşe de Sernaz’a destek verdi  “Bunlar ne ki, kim ne yapacak bu teneke parçalarını. Ahan da caminin önüne at, Allah’ın kulu dönüp bakmaz, sende…” Bu cevap Kaşo’nun hiç hoşuna gitmemişti. Sernaz’a yaklaştı, olabildiğince ağzını tükürük doldurup yüzüne tükürdü. Saç saça baş başa bir birlerine girdiler. Yerlerde yuvarlandılar, üstleri başları parçalandı, ağızları, yüzleri kan revan içinde kaldı. Oradaki kadınların kimi Kaşo’dan yanaydı kimi Sennaz’dan. Kavga gittikçe büyüdü, geriye kalanlar da birbirine girdi. Kim kime vuruyor, kim kimin saçını çekiyor, kim kimi yerde sürüklüyor, tozdan topraktan, kandan, terden belli olmuyordu.

Çocuk çığlıkları, ağlamalar, küfürler birbirine karışmış, ortada kol gezinirken, yolda hızla yaklaşan bir atlı belirdi. Kavga bıçakla kesilir gibi bir anda durdu. Gelen atlı dörtnala yaklaşıyordu, yaklaştıkça da kim olduğu anlaşıldı; marangoz İso’nun oğlu Heydo’ydu. Cambaz Heydo derlerdi, at sırtında yapmadığı numara yoktu. Atın sırtında ayakta durarak dörtnala sürerdi, ata ters biner, hızla giden atın sırtından eğilip kızların düşen mendilini alırdı. Ona âşık olan birkaç kız vardi ki, Heydo hiçbirinin yüzüne bakmıyordu. Tek derdi Nazo’ ydu. Dedikodular almış başını gitmişti. Heydo bir gün Nazo’yu atın arkasına atıp kaçıracakmış, köyden ilk gidip dönmeyenler de Heydo ile Nazo olacakmış.  O da yetmezmiş gibi, Nazo’nun babası Keleş de, Heydo’nun babası Marangoz İso’nun koyun sürüsüne el koyacak, onları köyden kovacakmış. İşte o gün köyün yıkılışının başladığı gün olacakmış. Heydo’ya kurtarıcı gözüyle bakan çoktu. Kızlar konuşurlarken “Allahım, Heydo şu Nazo’yu kaçırsın da, şu zalim köyden kurtulalım” diye dua ediyormuş. Dahası köyün yaşlı kadınları dere yatağından buldukları börtü böcekleri toplamış, kurutup öğütmüş, üzerine bildikleri ayetleri okumuş, karışıma ayet suyu eklemiş efsunlu toz yapıp Haydo’nun atının üzerine serpmişler ki Haydo delirsin, Nazo’yu kaçırsın, onlar da bu yolu bilinmez, kuş uçmaz kervan geçmez köyden kurtulsun. Köyün marangozu olan Heydo’nun babası İso pek sevilen biri değildi. İşini sağlam yapardı yapmasına, namaz kılmaz, oruç tutmazdı, mecbur kaldıkları için ona gidip kapı pencere yaptırıyorlardı. Dahası Haydo’nun babaannesi Peri; köyün kırıkçısı, çıkıkçısı, ebesi, tek doktoruydu da mimliydi. Yaşlı kadına dinsiz diyorlardı, dinden imandan çıkmış kâfir olmuş diyorlardı. Bir keresinde evin önündeki taşa oturup “Allah bizi unutmuş, yüzümüze bakmıyor” demiş, sonraki günlerde de “Neden namaz kılıp oruç tutuyorsunuz, Allah sizi görmüyor, sizi unutmuş, boşuna kendinizi yormayın” demiş, sopasını camiye doğru fırlatmıştı. Dinsiz, imansız kadın; artık her sabahın köründe çıkarak evin önündeki taşa oturup onlarca kez, “Sizi unutan, sizi bu dağın başına mahkûm eden Allahınıza söyleyin gelsin, benimle konuşsun, benimle hesaplaşsın da ona cevabını vereyim” diye sesi çıktığı kadar bağırıyormuş. Görünürde kimse hiç kimse Peri’yle konuşmuyor, selam bile vermiyordu; ancak başlarına bir şey gelince, hastalanınca da Peri’nin arka kapısından, kafalarına yatak çarşafı sarıp içeri giriyor, rica minnet şifa arıyorlardı. Yalnızlığa mahkûm etmişlerdi etmesine, ama o her sabah avazı çıktığı kadar herkese sesini duyuruyordu.

Bir yanda kurtarıcı gözüyle bakılan Heydo, bir yandan namaz kılmayan Marangoz İso, öte yanda dinsiz imansız, kâfir babaannesi Peri ve diğer yanda Nazo, bu köyden kurtulmanın tek çaresi gibi görünüyordu. O kâfir kadının torunu, namazsız niyazsız adamın oğlu Cambaz Heydo, dörtnala atıyla köye doğru geliyordu ki, ya hayırdı ya da şer. Heydo daha meydana ulaşmadan, “Çerçi arabasıyla uçurumdan yuvarlanmış, araba param parça olmuş, koşun kocalarınıza, erkeklere haber verin gelsinler kurtaralım” dedikten sonra dönüp rüzgâr gibi gitti.

Kavga yerini şaşkınlığa ve çığlıklara bırakmıştı, “Oyyyy aman Allahım, sen koru, inşallah arabaya bir şey olmamıştır…” Kimi dağ yamacına, kimi dereye doğru koşarken, kimi de Heydo’nun gittiği yöne koşmaya başladı.

Gerçekten de çerçi arabası ve atıyla uçuruma yuvarlanmıştı, araba paramparça olmuş, dereye düşmüş içinde, ne var ne yok sulara kapılıp gitmişti. Zavallı at da ölmüştü, ama çerçiden hiçbir iz yoktu. Gece yarısına kadar aradılar, ne derede ne de çevrede bulamadılar.

Sabahın ilk ışıklarıyla çocuklar; çerçinin yuvarlandığı uçurumun dibine, belki bir oyuncak buluruz, belki entari ya da bir eşyaya rastlarız umuduyla akın etmeye başlamıştı. İşi biten kadınlar da geldi, o gün hiçbir erkek ot toplamaya gitmedi, herkes kazanın olduğu yerde gezinip duruyordu.

Artık kadınlar için hiçbir sevinç kaynağı kalmamıştı. Çerçi bir daha gelmeyecek, başka bir çerçinin de köylerini bulması mümkün değildi. Yılda bir ayaklarına gelen tek neşe kaynakları, tek eğlenceleri burunlarının dibinde yok olup gitmişti. Kendi aralarında “Ah keşke arabaya bir şey olmasaydı; entarilerimiz, eşyalarımız suya kapılıp gitmeseydi” diyerek hayıflanıyorlardı.

Yaşlı Peri de saatler sonra tam uçurumun tepesinde göründü. “Ben sizi kurtaracağım, Allah sizi sonsuza dek unuttu, ben sizi kurtaracağım” dedi ve dönüp gitti.

Akşam karanlığı çökmeden önce; sürekli cenabet gezdiği söylenen ve köyde imam olmadığı için boş zamanlarında ezan okuyup namaz kıldıran Benfaro, caminin önünde minare niyetine topraktan iğreti yaptıkları yükseltide ezan okurken düşmüş, kolu kırılmış, beli incinmişti. Karısı şifa bulsun diye Benfaro’yu Peri’ye götürürken kafasına yatak çarşafı sarmış ve Peri’nin evine arka kapıdan girmişti. Peri sorgu sual yapmadan Benfaro’nun kolunu sarmaya çalışırken şimşek gibi çakan çığlıklar yükselmeye başladı “Nazooooyuuu kaçırdııııı, Nazooooyuuu kaçırdı” sevinçlerinin, neşelerinin ,eğlencelerinin tamamen bittiği o gün Haydo, Nazo’yu akşam karanlığı çökmeden atının terkisine atıp kaçırmıştı.

Sabahın ilk ışıklarıyla Haydo’nun babası Marangoz İso, annesi, kardeşleri ve yaşlı Peri şehre doğru kıvrılan toprak yolda sırtlarında üç beş öteberiyle giderlerken görüldü. İşte o gün köy yıkılmaya başladı.

Resim: Arya Su Aksoy

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl