Hollywood hayal fabrikasının yaratıcı dinamiğini kaybetmesinin üzerinden uzun yıllar geçti. Süper kahraman furyasına bel bağlayan endüstrinin en son ne zaman geniş kitleler nezdinde tartışma yaratacak bir ürün ortaya koyduğunu hatırlamak bile kolay değil artık. Bağımsız sinemanın delifişek enerjisiyle gündem belirlediği zamanların da geride kaldığını söyleyebiliriz rahatlıkla.

Kitle kültürünün can damarını oluşturan eğlence endüstrisinin böylesi bir edilgenliği kabullenmesi beklenemez, tabii ki. Yeni mecralardan, yepyeni ürünlerle küresel ilgiyi tekrar eski seviyesine yükseltmek olmazsa olmaz bir gereklilikti. Nitekim 2000’li yıllar sinemadaki genel düzeysizliğe alternatif olarak televizyon dizilerinin şahlanışına sahne oldu. Amerikan kablolu televizyon şirketlerinin başı çektiği bu süreç sıradan eğlenceliklerin ötesine geçen kült yapımların, hatta yer yer sinematografisiyle diziden çok, uzun süreli film olarak nitelenebilecek çalışmaların ekranlarda kendine yer bulmasıyla sonuçlandı. Dünya çapında milyonlarca insana doğrudan ulaşma imkânına sahip olan bu diziler, estetik kapasiteleri kadar radikal, çokyönlü okumalara açık içerikleriyle de dikkat çektiler/çekiyorlar. Televizyon dizilerinin kapsayıcı gücü o kadar ileri boyutlara ulaştı ki, artık gündemi onlar belirliyor. Günümüzde bir yandan felsefi ve politik okumalara teşne televizyon dizileri bolluğu yaşanırken bir yandan da politik ve felsefi meselelerin televizyon dizileri üzerinden anlamlandırılması olağanlaşıyor. Öyle ki, geçen yüzyılda edebiyatın oynadığı rolü televizyon dizileri devralmış durumda.

Farklı kesimlerin ilgisine mazhar olan, gündem belirleyen, sansasyonal televizyon dizileri furyasının en son örneklerinden biri de Çernobil. HBO’nun yıldızı Game of Thrones’un rüzgârı henüz yeni yeni dinmişken, yine aynı şirketin İngiliz Sky’la birlikte yapımcılığını üstlendiği beş bölümlük mini dizi beklenmedik bir başarı hikâyesine imza attı. 1986 yılında Ukrayna’nın Pripyat şehrinin yakınlarındaki Çernobil nükleer santralinde yaşanan kazayı ve ardından yaşanan felaketi konu alan dizi, tüm dünyada beğeni kazandı, övgülere boğuldu. Yapımcıların ve Çernobil’in yaratıcısı sıfatını hak eden senarist Craig Mazin’in belgesel titizliliğinde çalıştıklarını ve gerçeklere sadık kalmak için yoğun çaba harcadıklarını vurgulaması diziye olan ilgiyi arttıran en önemli sebepler arasında sayılabilir.

Tuvalet mizahıyla yüklü bir Hollywood komedisi olan Hangover serisinin ikinci ve üçüncü bölümlerini kaleme almış olmasıyla tanınan Mazin’in aklına böylesine bir fikrin nereden düştüğünü tahmin etmek ziyadesiyle zor. Kendisi tarihin en büyük felaketlerinden birini ekrana yansıtırken asıl olarak gerçekleri halktan gizleyen bürokratik, otoriter yönetim anlayışını hedef tahtasına aldığını pek çok kez vurguladı. Sovyet sistemiyle temsil edilen bu karanlık iktidar ağının nükleer felaketin esas sorumlusu olduğunu belirten Mazin, Çernobil’de sistemin yönetim aygıtlarını ve sembollerini –genel iddiaların aksine pek de incelikli olmayan biçimlerde– açık seçik eleştirirken, kurban ve kahraman kimliklerini eşit oranda layık gördüğü santral çalışanlarını, madencileri, itfaiyecileri, yöre halkını ve bilim insanlarını şefkatle yüceltmekten de geri kalmadı. İktidar odaklarının ürettiği yalanlarının bedelini ödeyen masum insanlarla sorumsuz bürokratlar arasındaki çelişkinin altını kalın biçimde çizen Mazin’in yaşananların yalan ve manipülasyona dayanan yönetim zihniyetinin bir sonucu olduğunu gözler önüne sermek için çaba harcadığı da açık.

Teknolojik Çözümler

Biçimsel özellikleriyle göz dolduran, görüntü yönetimi, atmosfer tasarımı ve oyuncu performanslarıyla geçer not almayı hak eden Çernobil’in kavramsal içeriğiyle tartışılması da doğal. Dizinin gösterime girmesinin ardından ortalığı kaplayan hararetli tartışmaların genel itibariyle bu yönde olduğu görülüyor. Santralde yaşananların kadim kurban edimiyle bağları, insan olmanın nasıl bir maddi gerçekliğe denk düştüğü, insan özgürleşmesinin vaadi, göstergesi veya faillerinin esamisinin okunmadığı eleştirel analizlerdeki ana eksenlerden biri, olup bitenlerin sadece hatalara mı bağlanacağı, yoksa rastlantısallığın mı belirleyici olduğu sorusu. Göstergelerin kullanımının muğlaklığı göz önüne alındığında imgede anlamlandırılan şeyin gerçek ve tarihten çok fantezileri temsil ettiği anlaşılıyor. Nükleer enerjiye karşı nötr bir yaklaşımın belirleyici olduğu bu analiz hattından Çernobil hususunda çok da anlamlı sonuçlara ulaşılamayacağı aşikâr.

Kitle kültürünün değer ölçütlerine içkin yapısal çözümleme araçlarıyla meseleye yaklaşıldığında, görmek için önceden karar vermiş olma gerekliliği kendini dayatıyor. Bu bağlamda, imaj üretimi ve pazarlanmasında uzmanlaşan eğlence endüstrisine has modernite deneyiminin gelip geçiciliğe bağımlı olduğunu, çaresizlik duygusunun ürettiği çöküntüyü arzuyla sömürmeye sırtını yasladığını unutmamakta fayda var. Mümkün olan her kanaldan teknolojik çözümlere müptela bir toplumun inşa edilmesine çalışan ideolojik iktidarın bazen şizofrenik biçimde kendi hedeflerine zarar verdiğini de not düşelim.

Çernobil özgülünde düşünüldüğünde, kitle kültürü ürünlerinin aktarıcıları konumundaki eleştirmenlerin ağırlıkla dizinin biçimsel yetkinliğini ve felaket filmleri janrına özgü kasvetle yüklü dehşeti yansıtma tarzını vurgularken, sol camiadaki politik aktörlerin daha çok “kara propaganda” avına çıktıkları, dizideki eleştirel dilin hedeflerine dair farklı okumalar yaptıkları görülüyor.

Hangi Sol, Hangi Eleştiri?

Çernobil’e imza atan öznelerin niyetlerinin saflık barındırmadığı, tarafsızlık ve gerçekçilik iddialarının bile tam manasıyla doğru olmadığını en baştan belirtelim. Dolayısıyla kitle kültürü ürünlerinin tüketicisi konumuna oturtulanlar tarihsel gerçeklerin öznel bir yaklaşımla ekrana yansıtıldığını da unutmamalı. Belgesellerin bile gerçekliği ne düzeyde temsil ettiğinin tartışma konusu olduğu göz önüne alındığında Çernobil’i bu konuda yermenin veya övmenin bir manası yok. Gerçekliğin kurguya denk düştüğü, kurgunun gerçekten daha gerçek olabildiği postmodern çağda kitle kültürü ürünlerinin farklı bir değerlendirilmeye tabi tutulması gerekiyor. Eleştirinin öznesi ve nesnesini saptarken, hayatın karmaşık akışı dahilinde işlerin her zaman hedeflendiği gibi yolunda gitmediği, ürünlerin kitleler nezdinde yaratıcılarının istediğinden farklı alımlanabileceği de hesaba katılmalı.

Gelelim meselenin tuhaf noktalarına. Ortada tarihsel bir trajediyi konu alan popüler bir televizyon dizisi mevcut ve bu dizinin yaratıcıları 1980’li yılların Sovyet iktidarını bürokratik bir kast olarak ekranlara taşıyor ve insanları aldatmakla, yalan söylemekle itham ediyor. Dizideki görsel temsillerin de tamamen bu iddiaya hizmet etmek için tasarlandığı apaçık ortada. HBO ve Sky ortaklığıyla çekilen yapımda dönemin sosyalist olduğu iddiasındaki SSCB’si sert bir dille eleştiriliyor.

Sol saflarda bu iddialara yönelik farklı tepkilerin belirmesi anlaşılır olsa da, birtakım tuhaflıkların mevcudiyeti de gözlerden kaçmıyor. Bu hususta en tutarlılar genel, kavramsal bir sosyalizm savunusu adına, SSCB’nin her koşulda kapitalizmle kıyaslanamayacak kadar insancıl bir sisteme sahip olduğunu, Çernobil’de dile getirilen eleştirilerin günümüzde Batı ülkelerinde yükselen sol dalgayı kırmak için dolaşıma sürüldüğünü ve tam manasıyla kara propagandaya tekabül ettiğini söylüyor. Arkaik bir muhafazakârlık tonu içerse de en azından içsel tutarsızlığında tutarlı olmayı başarabilen bir yaklaşım.

Marxist solun birbirine taban tabana zıt konumlanan cenahlarının Çernobil karşısında aldığı tutum ise bambaşka. Örneğin, mantıklı düşünüldüğünde, Troçkistlerin Çernobil’de sıralanan eleştirilere tepki göstermek bir yana, yürekten katılması gerekmez mi? Lenin döneminin ardından yaşanan tasfiyeyle birlikte Bolşevik Parti’nin yoldan çıkarak yozlaştığını savunan, Stalin iktidarının benimsediği “tek ülkede sosyalizm” perspektifinin SSCB’yi devlet kapitalizmine dönüştürdüğünü iddia edenlerin Çernobil’de arz-ı endam eden sorumsuz parti yöneticilerini, gaddar KGB memurlarını kara propaganda unsuru olarak nitelemeleri beklenemez! Tabii, Mazin’le ve HBO’yla aynı bakışta ortaklaşmanın ayrı bir sorun olarak belireceği de madalyonun diğer yüzü. Yani tam manasıyla aşağı tükürülse sakal, yukarı tükürülse bıyık durumu söz konusu. Onun için bu siyasi eğilime mensup olanların Çernobil’i yüksek sesle eleştirmekten kaçınması son derece anlaşılır.

Peki, Stalinist çizgidekiler Çernobil’le nasıl ilişkileniyor? Sovyetler Birligi Komünist Partisi’nin 1956’daki meşhur XX. Kongresi’nde alınan kararlarla Stalin’in devrimci mirasının tamamen reddedildiğini ve partinin Kruşçev’in önderliğindeki revizyonist kastın egemenliğine girdiğini savunan Stalinistler’in 1980’li yılların Gorbaçov’lu SSCB’sini teslimiyete doğru adım adım ilerleyen bir sağ sapma olarak nitelediklerini hatırlatalım. Dolayısıyla, Stalinistlerin Çernobil’deki bürokrasi ve sorumsuzluk eleştirisini üstlerine alındıkları iddia edilemez.

Maoistler ve Enver Hocacılar’ın da SSCB’nin 1980’li yıllarını nostaljiyle yad etmedikleri malûm!

Kısacası, sol saflarda Brejnev’den Gorbaçov’a SSCB’yi koşulsuz destekleyen, sosyalizmin değeri olarak niteleyen bir avuç örgütsüz aydından başka Mazin’in “kara propagandasını” üstüne alınan kimse yok! Esasında onların dışında, farklı eğilimlere mensup Marxist siyasi özneler arasında Çernobil’de gösterilenleri gerçekdışı olarak yerme hakkına sahip olan da yok.

Burjuvazi Hedefi Iskalayabilir

Kültür endüstrisinin ürettiği kitle kültürü ürünlerine sınırları çizilmiş mesajları iletmekle yükümlü, bir çeşit kültürel çöp muamelesi yapanlar da var, tabii ki. Frankfurt Okulu’nun eleştirel teorisini baş aşağı çeviren, akademik dilin didaktik ruhsuzluğunu doğruların ifade edilmesinin tek yolu olarak gören bu zat-ı muhteremler de Çernobil’de pozitif bir içerik aramanın nafile bir çabaya denk düştüğünü anlatıyor uzun uzun. Lakin tüm bu lafazanlığın arasında popüler kültür mecrasının sınıfsal mücadelenin başat rol oynadığı bir savaş alanı olduğu gerçeği görmezden geliniyor. HBO, Showtime, FX gibi büyük yapım şirketlerinin at oynattığı televizyon dünyasında yayına giren her serinin başlı başına ideolojik hegemonyayı güçlendirmeye veya kapitalist tüketimi körüklemeye hizmet etmeyeceğini, bazen tersten anlamlandırmanın, bozmanın güçlendirdiği inatçı direnişlerin surlarda gedikler açabileceğini unutuyorlar. Yapım şirketlerinin arzusu hilafına, televizyon ekranlarında anti-otoriter, hatta anti-kapitalist alt metinlere sahip popüler ürünlerle de karşılaştığımız oluyor, ne mutlu ki (USA Network yapımı muazzam Mr.Robot’u bu durumun en somut örneği olarak gösterebiliriz).

Peki Çernobil’i böyle değerlendirebilir miyiz? Açıkçası buna doğrudan ve kesin bir yanıt vermek imkânsız. Hem evet hem hayır! Evet, çünkü Çernobil nükleer enerji denen uygulamanın ekoloji için ne kadar büyük bir tehdit olduğunu dramatik biçimde gözler önüne sermeyi başardı. Dizinin senaristinin ve yapım şirketinin asıl amacı bu olmasa bile, dünyanın her yerinde diziyi izleyen milyonlarca insan ne Sovyetler dönemine dair gizli kara propaganda mesajlarını okumaya yeltendi, ne de gerçekleri saklamaya soyunan bürokratik rejimlerin acıklı çaresizliğinden dersler çıkardı. Dizi seyircisi esas olarak büyük felaketin bilançosuna yoğunlaştı. Ekranda beliren ölümcül olay örgüsüne korku içinde tanıklık etti. Nitekim Çernobil’le ilgili sosyal medyada dolaşıma giren mesajların büyük bir çoğunluğunda santraldeki patlama neticesinde yayılan radyasyonun etkilerinden bahsediliyordu. Bunu başlı başına Çernobil’in pozitif katkısı olarak değerlendirebiliriz. Bir televizyon dizisi sayesinde milyonlarca insan doğaya ve canlılara düşmanlık temelinde yükselen tekno-endüstriyel sistemin burunlarının dibinde neler karıştırdığını, sadece dışarıdan görebildikleri “teknoloji harikası” nükleer santrallerde işlerin aslında ne kadar kolay rayından çıkabileceğine vâkıf oldu.

Velhasıl Çernobil, bütün yapısal kusurlarına rağmen, tekno-endüstriyel sistemle derdi olanlar için önemli dersler içeriyor. İnsanlığın doğaya müdahalesine karşı çıkan, insanmerkezci uygarlık anlayışıyla savaşan özneler, hangi ideolojik kisveyle olursa olsun araçsal akılla, endüstriyel kalkınma palavralarıyla aralarına mesafe koymak zorunda. Nükleer ya da termik, enerji santrallerinin varlığını sorgulamadan, yüzeysel argümanlarla, Soğuk Savaş’tan kalma terminolojiyle saf tutmak nafile bir uğraş. Sonuçta tek bilmemiz gereken, Hiroşhima’dan Çernobil’e, egemenlerin giriştiği her “benim teknolojim seninkini döver” yarışında gerçek kaybedenin yeryüzü ve üzerinde yaşayan tüm canlılar olacağı gerçeği.