Ana Sayfa Kritik “ÇETİN ALTAN KONUSU”NA DEVAM EDELİM Mİ?

“ÇETİN ALTAN KONUSU”NA DEVAM EDELİM Mİ?

“ÇETİN ALTAN KONUSU”NA DEVAM EDELİM Mİ?

 

1986 ya 1987 yılıydı. Henüz daha basılı hiçbir kitabım yoktu. Aktüalitenin konular serabında geziniyor, ömrü yirmi dört saatlik bir gazete yaprağına, su üzerine imza atıyordum.

Çalıştığım gazetenin tiryakilerinin dışında benim imzamın kimselerin dikkatini çekmemesi doğaldı.

O günlerde yine; halkımızın, adalete, yargıya, bizdeki geçerli yargı sistemine duyduğu güvensizlikten söz ediliyordu. TRT kanallarında sıkça gösterilen Amerikan filmlerindeki polisin; zanlıları gözaltına alma yöntemini ve yargılamadaki jüri sisteminden yola çıkarak, bizde de; Roma Hukuku yerine, Anglo-Sakson Hukuku geçerli olabilir mi sorusuna yanıt arayacak bir Araştırma-Haber hazırlıyordum. Hem bu konuda zaman zaman yazdığı fıkraları hem de hukuk orjinli bir yazar oluşu yüzünden, o günlerde numarasını bulup telefon etmiştim.

Bir yarım saat miydi, yoksa kırk beş dakika mıydı, gürül gürül anlattı telefonda. Bir ara durup; “Peki, söylediklerimi yazabiliyor musun?” dedi. “Özet olarak yazıyorum.” cevabını verdim.

Bu kez, telefon numarasını çevirip ne istediğimi söyleyince, “Olur, peki.” dedi. O genizden gelen boğuk sesiyle, anlatmaya başladı hemen… İlkin; “Cumhuriyet Olayı” kitabımı çok beğendini söyleyip, “İyi bir iş yaptığımdan dolayı” kutladı. O birkaç dakikalık telefon konuşmasında neler anlatmadı ki… Konuşmaya şehevî bir tutkusu vardı sanki…

Ne zaman, nerede, nasıl konuşabileceğimizi?” sordum. “Müsaitsen, hemen şimdi kalk gel eve.” dedi. “Peki, geliyorum” dedim. Adresi aldım, hazırlanıp çıktım.

Biz mi onu, yoksa o mu bizim ömrümüzü öğütüp gidiyordu bilemiyordum ama, 1994 yılı can çekişiyordu… Gökyüzü kurşunî bulutlarla kaplıydı, hava biraz nemli, ama soğuk o kadar ısırıcı değildi. Günü çok iyi anımsıyorum: 28 Aralık 1994 Çarşambaydı… Kadıköy’e doğru yollandım.

Çetin Altan’ın Evine Giderken, Yolda…

Düzenli gazete okuma alışkanlığı edindiğim orta okula başladığım yıllarda, (sanıyorum bir 36-37 yıl kadar önceydi) Milliyet’in ikinci sayfasının sağ başında, “Taş” adı altında, yanında da kellesi bulunan bir adamın yazdıkları hoşuma gitmeye başlamıştı. Giderek tiryakisi oldum.

Evdeki büyüklerin ise, onun tam karşısındaki sütunda; kalkık kaşlı, beyaz saçlı, epeyce yaşlı bir amcanın yazdıkları hoşlarına giderdi… Ara sıra ben de okumaya çalışırdım ama; gönlüm sayfanın sağ başındaki “soldan” yazan yazardaydı.

1960’lı yılların ortasına doğru, gazetenin sağ başındaki adamın yazdıkları olay olmaya başladı. Hem de çokça ve sıkça “sosyalizm”den bahseder olmuştu yazılarında…

1965 yılı ilkbaharıydı sanıyorum, kayboldu Milliyet’ten… Bir süre sonra Akşam gazetesinde yazdığını öğrendim. Okul için cep harçlığı olarak verilen paradan ayırarak, her gün kendime bir Akşam gazetesi almaya başladım. Daha bir anlayarak okumaya başladığım bu yazarın adı Çetin Altan’dı…

Ve ben şimdi Milliyet gazetesinin tarihçesini yazarken, O’nunla; Milliyet’e ilk kez ne zaman girdiğini, 1959-1965 arasında o gazetede geçen yıllarını anlattırmaya, Ercüment Karacan’dan, Abdi İpekçi’den, Ulunay’dan konuşturmaya gidiyordum.

Kimi nostaljik yazılarında söz ettiği; 1930’lu, 1940’lı. 1950’li ve hatta 1960’lı yıllarda bile, kendi doğal dokusunun içindeki köşkleri, bağları, bahçeleri, Taş Mektebi’yle az-çok aşina olduğumuz Göztepe’ye gitmek için Haydarpaşa Garı’na girdim.

Göztepe İstasyonu’nda indikten sonra, tarif üzre Taş Mektep’i bulup, onu sağıma alarak, eski bir meslektaşımıza kadirbilirlik için adı verilen “Kemal Salih Sel Sokağı”na ulaşmam pek de zor olmadı. Hasan Paşa Apartmanı karşımdaydı. Apartman adı verilmesine rağmen, bina, neredeyse, iki minare boyu yükseklikte bir bloktu.

On ikinci kata çıkıp zili çaldığımda; nalınla terlik karışımı bir şeyden çıkan tok ayak sesleri yaklaştı kapıya. Bacağında kadife pantolon, sırtında balıkçı kazağı, artık apak olmuş bıyıkları ve seyrelmiş saçlarıyla Çetin Altan, kapıyı açtı… O tanıdık sesiyle; “Gir bakalım dostum, hoş geldin” dedi. Hemen daha antrede, yine bir kutlama ayaküstü: “Ne güzel şey yaptın sen öyle ‘Cumhuriyet Olayı’yla, hepimiz sevdik kitabını; Ahmet Altan da Mehmet Altan da…”

Çetin Altan’la Başbaşa…

Çok küçük yaşlardan beri, güzel yazıya, hele o güzel yazıları yazan yazarlara duyduğum hayranlıkla karışık saygı; büluğ çağımda zevkle okumaya başladığım bir yazı adamıyla, Çetin Altan’la müşahhas olarak karşı karşıya oluşum, ilk başta üzerime bir tutukluk getirdi. Laflar ağzımdan kırık kırık çıkıyordu, utangaçlıktan ellerimi nereye koyacağımı şaşırmıştım. Salonun diplerindeki Amerikan bara yaklaştık; “Ne içersin?” dedi, “Viski mi yoksa başka bir şey mi?” Kararım viskiden yana oldu.

İlk yudumlardan sonra tutukluğum dağıldı gitti.

Yıllar önce, adının “viskici yazar”a çıkartıldığı; hem sağdan hem de soldan gelen; “Sosyalist olduğunu iddia ediyor ama, viski içiyor” yollu itirazlarla, aydın kamuoyunda nerdeyse kanın gövdeyi götürdüğü şiddetli tartışma ve polemikler aklıma geldi.

Bu yazımı okuyacak olan yeni yetme solcu gençlerin ya da sosyalizm adına bir Ortaçağ yaşamı va’zeden eski siyaset kurtlarının da; Çetin Altan’la içtiğimi yazdığım viski yüzünden, benim için yüksek sesle çıkaracakları gürültüleri duyar gibi oldum. İçimden güldüm…

Otuz Altı Yıl Öncesine Gittik…

Salona dönüp; geniş, yumuşak rahat koltuklara oturduk. Yudumladığımız viskilerin rahatlatıcı etkisiyle koyu bir sohbete daldık Çetin Altan’la…

Benin niyetim önce “işi” bitirip sohbete ondan sonra geçmekti. Ama böyle bir sıralama yapamayacağım ortaya çıktı. Çünkü hangi konuyu ortaya getirsek, Allah selâmet versin, Çetin Altan konuşma dağarcığının bütün zenginliğini sergilemeye başlıyordu.

1970’lere kadar yazdığım Milliyet’in akış hikâyesini içeren dosyaları çıkardım çantamdan. Sony marka minik teypimi koydum sehpaya. Atatürk Kitaplığı’ndan fotokopisini çektirdiğim, Milliyet’teki 21 Haziran 1959 tarihli ilk günkü yazısı “Of, Puf, Çuf”un kupürünü takdim ettim. Milliyet’teki ilk günkü yazısını görünce, kaybolmuş oyuncağını bulmuş çocuk gibi bir sevinç dolaştı yüzünde… Teşekkür etti.

Milliyet Olayı” için gerekli tanıklığı hakkında sorularım olacağını, teybe anlatabileceğini söyledim. Bundan sonra da benim kendisine soru olarak yönelttiklerime yanıt olabilecek sözlerini teype almaya, “konu dışı” konuşmalarında da teypin kapatma düğmesine basmaya başladım.

1940’lı yılların başında Galatasaray’da yatılı öğrenci iken şiir yazmaya başladığını ve bunları dönemin kimi edebiyat dergilerine gönderdiğini anlattı ilkin. Ben de; bu şiirlerinden birisini, 1942 ya da 1943’deki Çınaraltı dergisinin bir sayısında görüp okuduğumu söylüyorum.

Derken; Ankara Hukuk’ta öğrenci iken gazeteciliğe başladığını, muhabir olarak girdiği Ankara gazeteciliğinde yaşadığı kimi olayların anektotlarını sıralıyordu.

Benim kendime göre tespit ettiğim kronolojik sıralamayla ayrıntılı cevaplar almanın olanağı yoktu. Bir bakıyorsunuz, 1959’da Milliyet’te Peyami Safa’dan boşalan köşeye fıkra yazarı olarak nasıl başladığının hikâyesine geçmiş; bir bakıyorsunuz, 1960’ların ortasında parlamentoda, “sosyalist mebus” iken neler yaşamış onlardan eşantiyonlar kesiyor.

Bir yandan boşalan viski kadehlerimizi doldurup devam ediyoruz içmeye… Öte yandan, buluştuğumuz zamanın kış öğlesi, ikindiye doğru evriliyor. Sohbetimiz ara ara gelen telefonlarla kesiliyor. Çoğu kadın, eski tanıdıkları, eşi, dostu arıyor Çetin Altan’ı. Telefonun öbür ucundaki kişiye beni tanıtmakta gecikmiyor. Kendine daha yakın ve samimi bulduklarına; siyasî niteliğimin de altını çizerek; “İşte böyle bir genç dostumla beraberim” diyor. Başta “Cumhuriyet Olayı” olmak üzere bazı kitaplarımı sıralayarak, okuyup okumadıklarını soruyor. Telefon kapanınca da; dönüp bana kısaca tanıtıyor arayanı…

Bizim öğleyin başlattığımız “vakt-i kerahet” dışarıda çoktan geçmiş, görünmeyen kış güneşi neredeyse iki mızrak boyundan da daha fazla inmiş guruba… Bulunduğumuz sitenin iki minare boyundaki bu katının geniş salon camlarından bıcır bıcır ışıkları görünüyor aşağılardaki evlerin…

O sırada; “yazı adamı”nın, “yazı adamlığı”nın hangi güçlükler sarmalıyla boğuşmak zorunda olduğundan söz ediyordu. Yazılarında, hep o basite irca ettiği (indirgediği) örneklerden birinden yola çıkarak; “Bak” dedi. “Bu ülkede 10 milyon aile var. Gidilse onlara, önlerine birer demet bembeyaz kâğıt ve birer kalem konulsa, denilse ki, ‘bundan böyle hayatınızı bu kâğıtların üzerine yazacağınız yazılarla kazanacaksınız, haydi doldurun bakalım’. Bir süre sonra intihar ederler…”

Viskici Yazar” Lafı Nereden Çıktı?..

Birkaç hafta sonra görüşeceğim, Milliyet’teki yazarlığının ilk yıllarının yakın tanığı, bir başka yazar, gazetenin patronunun Çetin Altan’a bir bahaneyle gün boyu tam beş kez fıkra yazdırttığını anlatacaktı.

Kendisine yapılan yakıştırmalardan söz ediyor. Adının nasıl “viskici yazar”a çıkarıldığını hikâye ediyor.

1961’de Millî Birlik Komitesi tarafından gazetecilere bir hediye olarak çıkartılan 212 Sayılı Yasa’ya karşı Babıâli patronlarının lokavtı sırasında çıkarmışlar bu lafı. Hem de kimler? Abdi İpekçi ile Aziz Nesin…

Şöyle anlattı Çetin Altan:

Yasa çıkınca, patronlar tuttu lokavt ilân etti. Ben de patronun arkadaşıyım tabii. Evine gidip geldiğim için… Ama ne yapayım ki, lokavta karşı, basın çalışanlarıyla birlikte davrandım, yürüyüşlere katıldım. Abdi de katıldı. Hatta Ref’i Cevad bile katıldı. Kortej halinde gazetelerin önüne gidiyorduk. Hangi gazetenin önüne gidersek, orada çalışan arkadaşlar kortejin gerisine kaçıyordu, pencerelerden bakan patronlarına görünmemek için. Benim hakkımdaki ‘viskici’ lafı işte o zaman çıkarıldı. Benim patronla ahbaplık etmem, viski içmem, aynı zamanda da, bu 212 Sayılı Yasa’ya, patronların lokavtla cevap vermesine karşı çıkmamı engellemezdi. O ayrı bir vak’a, bu ayrı bir vak’a idi… Abdi ile Aziz çıkardılardı bu lafı o zaman. Çünkü durumun iyiyse, senin lokavta karşı çıkman anlamsızdır demeye getiriyorlardı.”

Şu “Döneklik” Meselesi…

Sonunda döndük dolaştık “döneklik” meselesine geldik. Hâlâ “Marksist” olduğunu, “Marksizm”e inandığını anlatıyordu Çetin Altan.

Bu konuda ben de kanımı söyledim.

Lenin’in II. Enternasyonal komünisti Kautsky’ye karşı yazdığı ünlü eserinde “dönek”, “renegat” sözcüğüyle karşılanırken, bizde 1930’lu yıllarda aynı kitabın; önce “Kautsky Mel’unu” sonraki versiyonunda da “Mürted Kautsky” olarak yayımlandığını bildiğimden, bir Doğu toplumu olarak, siyasî bir kavrama yüklediğimiz dinsel ve mistik anlam aklıma geldi. “Mürted”, sözlüğe göre; “İrtidad eden, evvelce Müslüman iken dinden çıkan kişi” anlamına geliyordu.

1940’ların sonunda başlayıp 1960’ların ortasında yazı yazma hünerinin en doruğuna çıkan bir adama, o yılların gerçek bir sosyalist ya da komünist partisi zannedilen Türkiye İşçi Partisi’nden bağımsız milletvekili oldu diye, yazı adamlığının her dönemini bu kriterle ölçmeye kalkışmanın anlamsızlığı açıktı. Uluslararası hele ulusal ölçekte, komünist partilerin kendi saflarına o dönem için yakın gibi duran hakiki “dönekleri”ni bağırlarına basarken (hele bizdeki Şevket Süreyya Aydemir’ler, Vedat Nedim Tör’ler) 50 yıllık bir yazı adamını yanlış bir döneklik çarmıhına germeye kalkışmak abesti. Ben bu konudaki kanılarımın böyle olduğunu anlattım. Anlaştık…

Bu kez gecenin içinde ilerliyordu zaman…

Bir telefon daha geldi saat 22.00-22.30 dolaylarında. Arayan Ahmet Altan’dı…

Milliyet’te daha yeni yeni “Kum Saati”ni işletmeye başlayan, kendisi gibi bir yazı adamı Çetin Altan’ın oğlu Ahmet Altan, kötü bir haber veriyordu telefonda: Doğan Medya Center’i kurşunlamışlardı…

Çetin Altan, Ahmet Altan’a benim kendisinde konuk olduğumun müjdesini verdi…

Devam ettik sohbete…

Bir ara, o zevkle okuduğum günlük fıkralarını, ne kadar sürede, nasıl yazdığını sordum. “Böyle cahil cahil soru sorma” dedi. “Sen şimdi, böyle ikimiz konuşup dururken, bir şeyler yazmıyor musun kafanda?”

Ha” dedi. “Kâğıdın üzerine geçme süresini soruyorsan, on beş dakika kadar sürüyor”.

Senin ne kadar sürüyor bir yazıyı yazman?” diye sordu.

Bazen bir saati bulduğu oluyor” dedim.

Kısalır, kısalır seninkinin de süresi.” dedi.

Vakit artık o günü bitirmiş, ertesi günün saatlerinden yemeye başlamıştı. Saat 02.00’ye yaklaşıyordu. İzin istedim. Geçe yarısı evimdeydim.

Elli yıllık bir yazı adamıyla dolu dolu sohbetle geçen bir yarım gün yaşamıştım. Bende kalan hikâyesi şimdilik bu kadar…

İki Gün Sonra, “Şeytanın Gör Dediği”nde…

İki gün sonra sabahleyin, kızım, hemen yakınımızdaki markete ekmek ve gazete almak için iniyordu ki, “Bir de ‘Sabah’ al!..” dedim.” “Sabah almıyorduk ki biz, bugünkünde ne var?” diye sordu. Ben de kestirmeden, içime doğmuş gibi; “Bugünkü köşe yazısında Çetin Altan benden bahsedecek de ondan…” cevabını verdim. Kızım dayanamamış markette iken açıp bakmış, kapıdan; “Baba, Çetin Altan yazısında senden bahsediyor” diye girdi.

Aldım baktım. 30 Aralık 1994 tarihli “Sabah” gazetesinde, Çetin Altan’ın “Şeytanın Gör Dediği” köşesindeki yazının başlığı; “Bir Türklü Bitmeyen Kurşunlar ve Bombalar…” idi.

Ve şöyleydi:

Milliyet, Meydan, Kanal D. ve Milliyet Dergi Grubu’nun bulunduğu Doğan Medya Merkezi’ne üç kişi tarafından otomatik silahlarla ateş açılmış. İçeri giren dokuz kurşunla camlar kırılıp parçalanmış.

Ne garip rastlantıdır bilinmez, olayın olduğu saatlerde, ben de Milliyet gazetesinin tarihçesini yazmaya hazırlanan, araştırmacı Emin Karaca ile 1959’da ilk kez Milliyet’e nasıl girdiğimi konuşuyordum.

Karaca da bana bir sürpriz yapmış, 21 Haziran 1959’da gazetede çıkan ilk yazımın fotokopisini getirmişti.

***

Otuz beş yıl önce…

Yaş henüz otuz iki bile değilken…

Abdi İpekçi yirmi dokuz, Ercüment Karacan otuz altı yaşlarında falanken…

Geçmişin havuzlarına eğilmek, oralarda kaybolup gitmiş gölgelere yeniden bakmaya çalışmak, öylesine düğüm düğüm yapıyor ki içimi; ciğerimden, yüreğimden, boğazıma doğru uzanıveren tuhaf bir çaresizliğin hüznüyle sanki öyle kalakalıyorum ellerim böğrümde…

Anılar ki ne bir daha yaşanabilir, ne de paylaşılabilir bir daha…

Ve uyurlar eski albümlerde, eski koleksiyonlarda, eskiden yaşanmış evlerde…

***

Otuz beş yılın gerisine doğru kaymanın sessiz bir iç çekişiyle çizilen anlamsız, donuk ve elektriksiz gülücüğünden, bir anda tatsız bir haberle günün somut saatlerine dönmek…

Milliyet kurşunla taranmış…

Ölen, yaralanan var mı?

Neyse ki yokmuş…

***

Birkaç hafta önce de Özgür Ülke gazetesinin yapıları bombalanmıştı…

Basın hayatındaki en eski kalem sanırım artık benim…

Bir süre önce genç dostlar:

-Babam da sizi okurmuş, diyorlardı.

Şimdilerde:

-Dedem de sizi okurmuş diyenlere de rastlıyorum.

Bütün bunlar, “dönülmez akşamın ufkuna” yaklaşırken bile hâlâ daha gazetelerin bombalanıp kurşunlanması için miydi?

***

On iki milyon aileyiz biz…

On iki milyon ailenin evindeki toplam kitap sayısı iki yüz elli milyon cildi bulabilse, durum çok daha başka olurdu biliyor musunuz?

Her ailede bir piyano, yahut bir keman, yahut bir mandolin bulunsa, durum yine çok başka olurdu…

Ölüm ilânları gazetelerde hiç çıkmayanların sayısı, çıkanlarınkinden en az on kat daha fazla olmasaydı, yine de çok başka olurdu durum…

***

1959’da Milliyet’te Peyami Safa’nın yerine yazmaya başladığım zaman, yanımdaki odada da, babamın sınıf arkadaşı Ref’i Cevad Ulunay çalışırdı…

Aramızdaki yaş farkı otuzun üstündeydi…

Ref’i Cevad vaktiyle İttihatçılara karşı olduğu için, daha Cumhuriyet’in başında, ne olur ne olmaz diye yurt dışına sürülmüş yüz elli kişiden biriydi. On yedi yıl Paris’te yaşamak zorunda kalmıştı.

***

Bazen dertleşirdik kendisiyle:

-Sen de boşuna yorup üzme kendini, derdi. Bir bok olmaz burada…

Bu karamsarlığını, yaşlılığıyla, tüm umutlarının bir ömür boyu tek tek kırılıp gitmiş olmasına bağlardım.

***

Otuz beş yıl öncesinin anılarına, bir tuhaf olmanın buğusuyla daldığım sıralarda, Milliyet kuruluşlarının tarandığı haberi, nedense Ref’i Cevad’ın o sözünü getirdi aklıma…

Doğan Medya Merkezi’ndeki dostlara geçmiş olsun deriz.”

ÇETİN ALTAN’LA İLGİLİ DAHA DA BİLMEK İSTEDİKLERİNİZ…

Çınaraltı’ndaki “Bedbin” Dizeler…

Çetin Altan’ın ilk gençlik yıllarında yazdığı şiirlerini gönderdiği dergilerden biri de Çınaraltı’ydı. Derginin 14 Ağustos 1943 tarihli sayısında şu şiiri yayımlanmıştı:

Mezar Taşım

Her mezar taşı bazan

Bir ruhun aynasıdır

İki üç laf, bir tarih

O ömrün manasıdır.

Bıktım artık hayattan

Ki belâdır başıma

Benim de öldüğüm an,

Yazacaklar taşıma:

Göçtü gitti bilmeden

Nedir hayatın tadı.

Göz yaşını silmeden

Doğdu, gezdi, yaşadı…

Çetin Altan’ın bir şiirini yayımlayan “Çınaraltı” dergisi konusunda bilgilenelim önce…

İktidarını ve politikasını “ırkçılık” temeline dayandıran Alman faşizmi, 1930’lu yılların başından itibaren Türk ırkçılarının ve faşistlerinin de ayranını kabartmaya başlamıştı.

Hele Alman faşizminin 1 Eylül 1939’da Polonya’ya saldırarak başlattığı İkinci Emperyalist Dünya Savaşı, ilk zamanlardaki “yıldırım harpleri”yle Almanya’nın lehine geliştikçe; Türk faşistleri ve ırkçıları da yerinde duramaz olmuş, her geçen gün genişleyerek artan yayın faaliyetleri, sınır tanımaz bir hâl almıştı. Atsız Mecmua, Orhun, Gökbörü vb. gibi yayınlara, 1941 yazında bir dergi daha katılmıştı: Çınaraltı…

Haftalık Türkçü, Fikir ve Sanat Mecmuası” Çınaraltı’nı Orhan Seyfi Orhon’un Sahip ve Neşriyat Müdürlüğü altında, bacanağı Yusuf Ziya Ortaç’la birlikte 6 Ağustos 1941 Cumartesi günü çıkarmaya başladılar.

Yayınına üç yıl kadar devam eden; dönemin bütün Türkçü, ırkçı ve faşist kalemlerinin eserlerinin yer aldığı Çınaraltı’na; Çetin Altan örneğindeki gibi, genç edebiyat heveslileri de yayımlatmak için şiirlerini gönderiyorlardı…

Yukarıdaki şiirini yayımlayan yetkili (Ya Orhan Seyfi Orhon ya da Yusuf Ziya Ortaç’tı) Çetin Altan’a aynı zamanda şu öğütleri veriyordu:

Bay Ç. Altan;

Sizden iki ricam var. Birincisi, şiirlerinizden biri iki tanesini seçip göndermenizdir. İnsaf ile düşünürseniz, siz de hak verirsiniz ki, her okuyucumuz sizin gibi sekiz on şiir gönderirse, bunları okumaya vakit bulamayız.

İkincisi: Göndereceğiniz şiirleri, lütfen daktilo ile yazıp gönderiniz. Vakıa, sade gönderilecek şiirler için, çok okunaklı olmak şartıyla, el yazısıyla da olabilir, demiştik. Fakat sizin de, benim gibi kaligrafiniz yok. Kargacık burgacık yazıyorsunuz. Sonra bunların içinden nasıl çıkarız. Gönderdiğiniz manzumelerin içinde, okuyabildiklerimizin en güzeli (Mezar Taşım). Buraya aynen alıyorum.

Bu manzumede bir sadelik göze çarpıyor. Fakat bu sadelik biraz da basitliğe doğru gidiyor, Sade ile basit arasındaki farkı gözden kaçırmamalı Sade fazla süsü olmayan, basit, sathi yazılardır. Süs, yazı sanatında her zaman hoşa gitmez. Fazla ve çirkin olursa, buna (tasannu) denir.

Şık giyinen adamlara dikkat edersek onlar da tasannusuzdur. Fazla süslü görünmezler. Meşhurdur: İngiliz aristokratları, yeni elbiselerini, gösterişsiz olsun diye, ilk önce uşaklarına giydirirlermiş. Evet, tasannu böyle oldu. Fakat basitlik de iyi şey değildir. Şiirde derinlik lâzım. Okunduktan sonra biraz düşündürmeli. Sabun köpüğü gibi olursa, bir şey kalmaz, uçar gider.

Bu şiirdeki bu derece bedbinlik ne oluyor?

Bıktım artık hayattan

Bir belâdır yaşamak

Diyorsunuz. Acaba kaç yaşındasınız? Otuz var mı? Zannetmem. Öyleyse ne çabuk bıktınız? Hayat güzeldir. Onu çirkinleştiren biziz. Tevfik Fikret: ‘Sen saf ve mübeccelsin ey hayat!’ diyor ve şu mısraı söylüyor:

Mel’un eden de biz, tel’in eden de biz!

Doğrusu budur. Hayatı güzel görmeye çalışın. Hayatın iyi taraflarını görün. O zaman şiirleriniz de daha güzel olur.”

Çetin Altan, Nâzım Hikmet’in Türkiye’den Kaçışına Nasıl Öfkelenmişti?..

Çetin Altan’ın, bazı düzyazılarının yayımlandığı “Yeni Adam” dergisinin, 5 Temmuz 1951 tarihli sayısında da “Nâzım Hikmet’in Kaçışı” başlıklı bir yazısı yayımlanmıştı.

Ve şöyleydi:

Nâzım Hikmet kaçmış, Romanya’da, hür Romen topraklarında, sulh perisi Stalin’den dem vuran demeçler veriyormuş.

Bu hadiseyi üç dört yönden incelemek isterim:

1-Nâzım Hikmet’in şahsı bakımından; “Yeni Adam”ın 656’ncı sayısında bu konuya adamakıllı dokunmuş ve Nâzım’ın göründüğü kadar samimi, mert ve kudretli bir şahsiyet olmadığını tebarüz ettirmek istemiştik. Filhakika o tarihlerde komünist şair, açlık grevine girmiş ve hapisten çıkarılıncaya kadar bu greve devam edeceğini ilân etmişti. Halbuki aradan aylarca zaman geçtiği halde af kanuna kadar hapisten çıkarılmadı ve bal gibi de yaşadı. İdealist bir insan, böyle blöflere sapmaz ve şantaja yanaşmazdı.

Nâzım’ın bugün Demirperde gerisinde votka çekerek verdiği nutuklar da; karaktersiz ruhunun, inançsız ifadelerinden başka bir şey değildir. Lehte veya aleyhte dünya radyolarının kendisinden bahsetmesini sağlamıştır. Ama bu reklam izin bir anavatan feda etmiştir; bu yaratılışta insanlara böyle mefhumlar vız gelir. Aynı şöhret ve kendisinden bahsettirme hırsını vaktiyle, Paris’e kaçan Arslan Humbaracı’da da hissetmiştim.

Nâzım eğer hakikaten mert bir insan olsaydı vatanını terketmeye tenezzül etmezdi. Vatan ne pahasına olursa olsun bırakılmaz. Vatan kötü idare edilse de, düşman istilâsına uğrasa da, geçim temin etmese de bırakılmaz. Değil Nâzım gibi bir kapris uğrunda, böyle büyük zorluklar karşısında dahi vatanı terk edenler küçük, iradesiz, güçsüz insanlardır.

Pearl S. Buck’ın Canavar Tohumu ismindeki en güzel eserinde bu duygu iyice işlenmiştir. Çin, Japonların istilâsına uğradığı vakit, cahil Çin köylüsü Ling Tan, herkes kaçtığı halde, topraklarını bırakıp kaçamaz, bin bir türlü işkenceye rağmen pirinç tarlasından ayrılamaz.

Louis Brumfield de; İkinci Dünya Savaşı sırasında yaptığı müşahedeleri hikâyeleştirerek Ce monde ou nous vivons adlı eserinde naklederken bu duyguyu derinden derine bir psikolog itinasıyla belirtmiştir. ‘Eski Ev’ isimli hikâyede; 61 yaşındaki Mrs. Liton, Almanların istilâ tehdidi karşısında, bütün komşuları yerlerini yurtlarını bırakıp gitmişken, evinden ayrılmaz.

Steinbeck’in Aysız Geceler adlı romanında da aynı yurt bağlılığına rastlanır.

Padişahlık kaldırılır, Cumhuriyet kurulur, demokrasi mücadelesi yapılır, basın hürriyeti için çarpışılır, fakat bütün bunların hepsi vatan içinde olur. Bu uğraşmalarda, bu didinmelerde, haksızlıklara uğrayanlar, hapislere atılanlar, idam sehpalarını boylayanlar olmuştur. Ama bunların hiçbiri tarih karşısında vatan haini damgasını yememiş, düşmanla birleşmemiş, Stalin gibi bir haydudun uşaklığına düşmemiştir. Nâzım’ın Romanya’ya kaçmakla gösterdiği haysiyet ve şerefsizlik daima lanetle yad edilecektir.

2- Hükümetin hatası; Nâzım’ın Türkiye’yi terk etmek niyetinde olduğunu bana Başbakan Yardımcısı Samet Ağaoğlu söylemişti. Varşova’daki bilmem hangi komünist teşekkülüne ikinci başkan olarak seçilmiş.

Ağaoğlu’na; “Müsaade edecek misiniz?” diye sormuştum. “Evet, canının istediği yere gitsin” demişti. Hatta bir de Nâzım’ın “Hasret” şiirini okumuştu. Sonradan hadiseler Ağaoğlu’nun sözlerine pek uymadı. Nâzım’a pasaport verilmedi, askerlik hikâyeleri çıktı. Bunun üzerine, Nâzım’ı tutanlar, “Adamcağız hasta, İsviçre’ye gidip tedavi olacak, pasaport bile alamıyor” gibi propagandalar yaptılar.

Ben şahsen, kim nereye gitmek istiyorsa, gitmesine izin vermenin doğru olacağı kanaatindeyim. Bunun tehlikeli bir tarafı olacağını da sanmıyorum. Memleketi istemeyenin canı cehenneme… Zaten diğer milletler de böyle yapıyorlar. Ayrıca hukuk yönünden de bunun böyle olması lâzımdır. Zorla güzellik olmaz. Ayrıca Türkiye’yi tanımayanların, şartlarını bilmeyenlerin kafalarında da memleketimize dair bazı tuhaf düşünceler uyanmaz.

Diğer taraftan bir kimsenin harice çıkmasına hükümet müsaade etmedi mi, artık o kimse her ne pahasına olursa olsun memleketinden kaçmamalıdır.

Halbuki ben daha dün Sayın İçişleri Bakanı Halil Özyörük ile konuştum, kendisi Nâzım’ın nasıl kaçtığının bile daha anlaşılamamış olduğunu söyledi.

Nâzım Hikmet’e evvelce uzun verilmemesi hukuken sakattır. Kaçmasına mani olunamaması ise emniyet işlerindeki laubaliliğe delalet eder.

3- Nâzım’ın Türkiye’deki hapisliği; başta Peyami Safa olmak üzere bazı kimseler vaktiyle Nâzım’ın haksız olarak hapsedilmekte olduğunu söyleyenlere çatıyor, neredeyse bunları Nâzım’ın şerik-i cürmü gibi göstermeye gayret ediyorlar.

Bu gayet yanlış bir yoldur. Bilindiği gibi Nâzım Hikmet’in hapisliği meselesini, ilk önce “Vatan” gazetesi ortaya atmış ve avukat Mehmet Ali Sebük aynı gazetede bu davanın safhalarını ve haksızlıklarını ispat etmiştir.

Hissiyat başka, ilim başkadır. Nâzım memlekete dönse de, vatanına ihanet suçundan değil, ırza tecavüz suçundan tertipli şekilde mahkûm edilse bu haksızlığı ortaya koymakta bir an bile tereddüt etmem. Burada müdafaasını yaptığımız Nâzım Hikmet değil, hukukun kendisidir.

Hisle mantığı karıştırmamak ve boş yere demagoji yapmamak lâzımdır,”

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl