Ana Sayfa Kritik ÇETİN ALTAN’IN MİLLİYET’TE “KÖŞE YAZARLIĞI” MACERASI…

ÇETİN ALTAN’IN MİLLİYET’TE “KÖŞE YAZARLIĞI” MACERASI…

ÇETİN ALTAN’IN MİLLİYET’TE “KÖŞE YAZARLIĞI” MACERASI…

BASIN TARİHİNDEN SAYFALAR:

Kısa süre önce, bir internet sitesine basın tarihi üzerine yazılar hazırlarken eski defterleri karıştırmam gerekti… Son zamanlarda, medyanın yazılı basın bölümüyle ilgili umutsuz ve pek de iç açıcı olmayan haberler karşısında; 1950’li, 1960’lı, 1970’li yılların gazetelerini, okuyucularını gazeteden gazeteye sürükleyen çok etkin “köşe yazarları”nı anımsadım. Çetin Altanlar, İlhan Selçuklar, Refik Erduranlar, Hasan Pulurlar gözümün önüne geldi… Son sekiz-on yıldır; “kalemi kuvvetli”, kendilerini okutan “köşe yazarları”ndan mahrum kalan yazılı basının tarihini şöyle bir eşelemek istedim.

Beş yıl önce dünyamızdan ayrılan Çetin Altan’ın Milliyet’teki “köşe yazarlığı” yıllarını şöyle hep birlikte bir gözden geçirelim öyleyse…

Milliyet gazetesinin monografisini yıllar önce kaleme alan (Milliyet Olayı, Altın Kitaplar Yayınevi, Mayıs 1995, 366 sayfa, artı fotoğraf albümü) bir yazar olarak, olayın tarihçesini benden dinlemek istemez misiniz?

Peyami Safa’dan Boşalan Köşe…

1926’da İstanbul’da dünyaya gelen Çetin Altan, 1946’da Galatasaray Lisesi’ni bitirdi. Ankara Hukuk Fakültesi’nde okudu. Avukatlık stajını yarıda bırakıp, öğrencilik yıllarında başladığı gazeteciliği tek uğraş edindi. Ankara’nın az satışlı, küçük gazetelerinde başladığı mesleğinde, çok genç yaşta dikkat çekmeye başladı.

1943-1945 yıllarında edebiyata; Yeni Adam, Çınaraltı gibi dergilerde yayımlanan şiirleriyle girdi. Bunu daha sonraki yıllarda düzyazı ve oyunları izledi.

1979’da Milliyet’te ikinci kez yazmaya başladığında, Milliyet’e giden yolunu çok gerilerden alarak anlatacaktı bir yazısında:

Milliyet’in yeni biçimde çıkmaya başlamasından bu yana otuz yıl geçmiş…

İnanası gelmiyor insanın.

Yoğun bir reklam kampanyasından sonra Milliyet’in yeni biçimde çıktığı ilk günü anımsıyorum. Hukukun son sınıfındaydım. Bir yandan bitirme sınavlarına hazırlanıyor, bir yandan da Ulus gazetesinde muhabirlik yapıyordum.

Gazeteyi çok canlı ve zengin bulmuştuk.

(…)

Topladığım haberlerin yanında bazen haber-röportajlar yazar, altına da imzamı koyardım. Yazımı basarlardı ama imzamı silerek… Öykü çevirileri yapardım imzalı… Aylarca çekmecelerde bekledikten sonra, kırk yılda bir çıkardı bir tanesi… Edebiyat dergilerine şiirler gönderirdim, yılda bir ya da iki tanesi yayınlanırdı.

(…)

Nasıl oldu bilmiyorum, Ankara muhabirliğini yaptığım Akşam gazetesi, haftada iki kez “Ankara Mektupları” yazmamı istedi. Sonra beş yüz tirajlı Hürses’te günlük fıkralara başladım. Birincilerden beş, ikincilerden iki buçuk lira alıyordum… Derken Ulus’ta çerçeve içinde küçük fıkralarım yayınlanır oldu.”

Çetin Altan’ın; “Milliyet’in yeni biçimde çıkmaya başlaması” dediği, gazetenin ikinci doğumu olan 1 Ekim 1954’te, Ali Naci Karacan tarafından gazete ailesine sokulan Peyami Safa, hem ikinci sayfadaki “Objektif” sütununda günlük kronikleri, hem de Server Bedi takma adıyla yazdığı romanları da içinde olmak üzere alanına giren her konudaki yazılarıyla beş yıldır Milliyet’teydi.

1958 yılı sonu olan aralık ayıyla, 1959’un ocak ayı başlarını, Akşam gazetesinde “Az Gittik Uz Gittik” başlığıyla kronikler yazan Aziz Nesin’le giriştiği polemiklerle geçirmişti.

Milliyet’in ikinci sayfasının sağ başındaki “Objektif” başlıklı sütun ve yazarı Peyami Safa adı, 19 Mart 1959’dan itibaren yok oldu. Ve bu köşe o yılın haziran ortalarına kadar boş kaldı.

Çetin Altan Milliyet’te…

14 Haziran 1959 Pazar günkü Milliyet’in birinci sayfasında şu anons göründü:

Çetin Altan’ın TAŞ’ları

Milliyet’te

21 Haziran Pazar gününden itibaren.”

Birkaç gün daha süren anons, Kurban Bayramı’na rastlayan günlerde gazete üç gün çıkmayınca, 21 Haziran 1959 Pazar günü, birinci sayfada sütununun logosuyla birlikte şöyle yer almıştı:

Taş

Çetin Altan

İlk yazısı bugün 2’nci sayfada”

Ve Çetin Altan 21 Haziran 1959 Pazar günkü Milliyet’in ikinci sayfasında, sağda çift sütuna açılan “Taş”ta şu “hoş bulduk” yazısını yazmıştı:

Of, Puf, Çuf…

Radyo röportajcıları, umumi yerlerde herhangi bir kimseden demeç almaya kalktıkları vakit mikrofonu adamcağıza uzatırlar ve saymaya başlarlar:

-Beş, dört, üç, iki, bir, sıfır… Buyrun…

Uçaktan paraşütle atlarken de durum aynıdır. Atlayışı idare eden, binlerce metre yüksekte, boşluğa açılmış kapının yanında dururu ve sayar:

-Beş, dört, üç, iki, bir, sıfır… Tamam…

Rakamlar küçüldükçe heyecan büyür.

Milliyet’e girdiğimi bildiren ilanlarla birlikte biz de saymaya başladık:

-Beş gün kaldı, dört gün kaldı, üç gün kaldı…

Sıfırı söyler söylemez makinenin başına oturduk. İnşallah yazının çıktığı gün aynı sıfır, sizin dudaklarınızda yankılanmaz. Çünkü bizimki bir müddetin bitimiyse, sizinki bir takdirin ifadesi olacak…

Eş dost:

-Bekliyoruz, bakalım ne yazacaksın, deyip duruyorlardı.

Bir aralık içimi kiralık frakla ilk defa baloya giden bir delikanlının sıkıntısı kaplar gibi oldu…

Ellerimi nereye koyayım cinsinden, düşünmeye başladım:

-Sonrası kolay, ufukları yüz binlerce kaplayan bir gazeteye ilk olarak ne yazayım?

En mutat hareketler bir dikkatin hedefi oldukları vakit nasıl bozulurlar çarpılırlar. Kalabalık bir salonda insanın üzerine dikilen otuz –kırk çift göz bir ömür boyunca alıştığınız yürümeyi şaşırtır. En büyük virtüöz dahi; başla hadi, kumandasıyla piyanonun önüne geçemez. Bu emrin ve bekleyişin, göğsünde katılaşan yumruğu şahsiyetini frenler.

Eve misafir geldiği geceler, çocuğunuzu şiir okumaya zorladığınız zaman, onların, ezilip büzülerek kenara çekilmesini mazur görürsünüz.

Gösteri havası içinde bir an felce uğrayacak kadar yırtık olabilmek, sadece gazino numaracılarıyla meydan politikacılarının harcıdır.

Şimdiye kadar çalıştığım gazetelerin ilk yazıları, daima Tekel idaresine en azından üç paket daha fazla sigara kazancı sağlamaya yaradı. Zamanla karşılıklı alışkanlığın meltemi bu sıkıntıyı dağıtacak, istasyondan oflaya, puflaya kalkan katar, ağır ağır makasları geçtikten sonra bildiği yola girecektir. Kırmızı yeşil lambalara dikkate ederek, herhangi bir kazaya meydan vermeden, vites kolunu itiyoruz.

Bir tiyatro tenkidçisi yazarlarına şöyle der:

-Eğer ilk anda halkın ilgisini çekmek istiyorsanız, birinci perdede eserin kahramanına bir tabanca doldurtup, bir çekmeceye saklatın.

Sonra ilave eder:

-Ancak bu ucuz bir buluştur.

Ben de bu sütunlarda aklıma estikçe tabanca doldurup, okuyucuya:

-Bakalım kimi vuracak, diye bekletmek niyetinde değilim.

Arada sırada bir patlayış olursa itimat edin ki, yaralayıp öldürmek için değil, sadece ikaz etmek içindir. Bizler havaya sıktığımız kurşunlarla onun bunun yüreği yerine sadece kulaklarındaki pası delmek isteriz.

Çünkü biliriz ki bazen bir memleketteki yas, bazı kulaklardaki pastır.

***

Rahmetli babaannem:

-El içinde zülüf kesme, kimi uzun der, kimi kısa, derdi…

Ne yapalım ki biz, meslek diye böyle garip bir berberliği seçmişiz.

Zülüfle uğraşacağımıza göre isteyen istediğini söyleyecek. Bütün korkumuz, tıraşı kökünden yapıp bütün ağızları müşterek bir çığlıkta toplamaktır:

-Kel…”

Çetin Altan’ın Bana Anlattıkları…

Çetin Altan, Milliyet’teki bu ilk dönemini, gazetenin monografisini yazarkenki konuşmamızda bana şöyle anlatmıştı:

Ben yazılarıma başlayınca, birden bire ortalık birbirine girer gibi oldu. Yani şöyle: Ben çok genç olduğum için (30-31 yaşlarındaydım o zaman) gazetede benim Ankara’dan tanıdığım arkadaşlarım var: Halit Kıvanç, Namık Sevik, Ümit Deniz filan Ankara’ya geldiklerinde oturup kalkıyoruz, içki içmeye gidiyoruz. Peyami Safa’ysa otoriter biri. Bu arkadaşların babası yaşında. Bana onun odasını verdiler. Milliyet gibi bir gazetede bir yazarın müstakil odasının olması büyük bir şeydi. Odada, şezlong, koltuk var; benim çalıştığım masa Ali Naci’nin masası; telefon var, kapının önünde özel bir odacı bekliyor. Ancak böyle odalarda oturup çalışan üstatların hiçbiri benim yaşımda olmamışlar. İlk yazım ‘Of, Puf, Çuf’u okuduktan sonra Peyami Safa; ‘Oh olsun, serseri adamları yazar diye alırsanız, işte böyle olur’ demiş. Ancak, ertesi yıl beni ziyarete geldi. Şimdi benim oturduğum eski odasında baş başa konuştuk. ‘Tahkikat Komisyonu’na çağıracaklardı seni, ben kurtardım’ dedi. ‘Bana sordular gerçekten komünist mi diye, solcu olabilir, ama aşırıların arasına gitmez’ dedim’ diye ekledi.”

21 Haziran 1959’da Milliyet’te yazmaya başlayan Çetin Altan; bu dönemdeki yazılarının içeriğini ve dozajını; “kendi görüntümün içindeki çocuksu kişiliğimi bizle pek bağdaşmayacak ciddi yerlere getirmeye başladım” diye özetleyecekti.

O dönem, gazetenin patronu Ercüment Karacan’la ilişkisini ise:

Odacısını gönderir, yazısını yazdı mı yazmadı mı diye sordururdu. Ben yazımı bitirmişsem, odasında saatlerce konuştuğumuz olurdu. Bazen de evine giderdik. Konuşmalarımız benim yazılarım hakkında olurdu.” şeklinde anlatacaktı.

Dönemin bir başka tanığı Refik Erduran’ın anı ve gözlemleri ise şöyleydi:

Ercüment Karacan uygar bir patrondu. Türkiye’ye biraz uzaktan biraz da tepeden bakardı. Türkleri pek doğru ve parlak bulmazdı. Medya çevresinde birisine kızdığı zaman, hatta Abdi İpekçi için bile ‘ecir’ derdi. Bu atmosfer içinde Çetin Altan kardeşim çok güç dönemler yaşıyordu Milliyet’te. Çok zekice kendisini savunarak, nüktelerle filan geçiştirerek epey badireler atlattı. Ben de elimden geldiği kadar onun yanında saf tutarak Ercüment’i yumuşatmaya çalışırdım.”

Bir başka tanıklığı ise şöyle Refik Erduran’ın:

Ercüment, bir gün bana Çetin’in çok profesyonel bir yazar olduğunu anlattı. ‘Mesela, getiriyor bir yazı, ben de şurası şöyle olmuş, burası böyle olmuş diyordum. Hiç itiraz etmeden gidiyor, 15-20 dakika sonra bir tane daha yazıp getiriyordu. Bu ‘olmamışlarım’ bazen üç dört kereyi bulurdu ve her keresinde Çetin yeni bir yazı yazar getirirdi. Benim itirazlarımı sineye çekerek, hiç itirazsız tekrar tekrar yazardı. Bu kadar profesyonel bir yazardır Çetin Altan…’

Oysa bu tavır benim kanıma göre sadistçe bir davranıştı. Bir yazara bunu yapmak eziyetti. Sonradan bunu Çetin’e anlattığımda, haklı olarak, ‘Bir ben bilirim bir de Allah bilir neler çektiğimi’ şeklinde şikâyetini dile getirmişti. Sonunda 1965’lere doğru hızla politize olan Türkiye ortamında Çetin’in çizgisi de gitgide keskinleşti. Gerginlikler arttı gazete içinde, Ercüment ve Abdi’yle…”

Ve Çetin Altan’ın Milliyet’ten ayrılışı…

İşte kendi ağzından gerekçesi:

Ben Roma’dayken, 1965 Şubatında İsmet Paşa Kabinesi devrildi. İtalyan gazeteleri ‘Amerika devirdi!’ diye yazdı. Ben de bu konuda bir yazı gönderdim İtalya’dan. Basılmadı. Yazısı basılmayan bir yazar ne yapar ki… Ben de ayrıldım…

Gazetenin Şubat 1965 hamlesi sırasında, benim İsmet Paşa Kabinesi’ni Amerika’nın devirdiğini işleyen Roma’dan yolladığım bir yazının konmaması bardağı taşıran damla oldu. Basit bir koymama olayı değildi bu. Amerika’nın Türkiye’nin üzerindeki etkisinin anlaşılması istenmiyordu. Milliyet o yeni hamleyi büyük kredilerle başlatmıştı. Yani Ercüment Karacan bir yerlerden kredi almıştı. O kredi alınan kaynakların dünya görüşleri neydi, ne değildi? Bilemiyorum. Ancak insanlar öyle sıralarda hassaslaşırlar, o kaynaklar baskı yapmasa bile. İşin ayrıntısında neler olup bitti, bilmiyorum. Sonuçta Milliyet’ten açığa çıktım. Ben ceketimi alıp gittim. Yazı adamı olarak beni horlamaya kalkmak olmazdı. Bakış açısı özgürlüğüme karşı çıkıştı bu…”

Böylece Çetin Altan’ın 1959-1965 arasındaki birinci Milliyet dönemi kapanmış oldu.

Abdi İpekçi Öldürüldükten Sonraki Milliyet…

2 Şubat 1979 Cuma günkü Milliyet’in başlığı simsiyahtı ve manşet şöyleydi:

Evine Giderken Silahlı Saldırıya Uğrayan Abdi İpekçi Öldürüldü!”

O günden sonra gazetenin yönetiminde bir boşluk yaşanmaya başladı. Bahara doğru bir yandan yazı işleri kadrosunda değişiklikler yaşanırken, yazar ayrılmaları ve transferler de birbirini takip etti.

14 Mayıs 1979 Pazartesi günü gazetenin birinci sayfasında, logonun üzerinde şu duyuru yapıldı:

Çetin Altan Perşembe Gününden İtibaren Günlük Yazılarıyla Her Gün Milliyet’te.”

16 Mayıs 1979 Çarşamba günü Hasan Pulur, “Olaylar ve İnsanlar” sütununda okuyucularına veda etti:

Hoşça kalın.”

Bundan bir gün sonra, 17 Mayıs 1979 Perşembe günü de, Hasan Pulur’dan boşalan köşeye Çetin Altan geldi. Yedinci sayfanın sağ başındaki köşenin adı, “Şeytanın Gör Dediği”ydi ve yazarı Çetin Altan’dı, o günkü yazısının başlığı da “Yirmi Yıl Sonra”ydı.

Çetin Altan, 20 yıl önce, 1959’da ilk kez yazmaya başladığı Milliyet’teki ilk yazısını anımsatıyordu bu yazıyla okuyucularına. Yazı işleri de kendisine bir sürpriz yaparak, 20 yıl önce, 21 Haziran 1959 tarihli Milliyet’teki ilk yazısı “Of, Puf, Çuf”un kupürünü koymuştu.

Kendisi, ikinci Milliyet dönemini, bu satırların yazarına şöyle anlatmıştı:

Rahmetli Turhan Aytul anlattı yine. Gazeteye köşe yazarı olarak çağrılmamı önerince, Ercüment Karacan; ‘Bir daha bu adamın adıyla gelirsen, seni av tüfeğiyle vururum’ demiş. Ben o sıralarda Hürriyet’teydim. Hürriyet’ten ayrıldıktan bir süre sonra Milliyet’ten teklif geldi. Haberi yine Turhan Aytul getirdi. Gittik Ercüment Karacan’ın odasına. Mümtaz Soysal, Ali Gevgilili filan da vardı yanımızda. Ercüment Karacan’da bu kez gördüğüm hava şöyleydi: Artık devir değişmişti. Komünistlikten mahkûm olmuştum, hapis yatmıştım. Ama artık herhalde akıllanmıştım. Yedi sekiz yıldır da imzam görünmüyordu basında. Biraz tartıştık, konuşma tatlıya bağlandı sonunda. ‘Yalnız ben artık ‘Taş’ yazmak istemiyorum’ dedim. ‘İki nedenden: 1-Bir kere Türkiye’de parametreler değişiyor, 2- Bu adam bundan başka bir şey yazmayı bilmiyor dedirtmek istemiyorum okuyucuya. Ben yazı adamıyım. İster istemez geçinmek için gazete yazısı yazacağım. Daha bir anlatıcı dünyadan daha bir yazıya geçmek istiyorum.’ dedim. ‘Bu nedenlerden ‘Taş’ değil ‘Şeytanın Gör Dediği’ başlığı altında yazacağım.’ dedim. Bu başlığı da yıllar önce ‘Akşam’da yazarken Turhan Aytul bulmuştu. Oradaki Taş sütununun altında bu başlıkla küçük fıkralar yazardım. Böylece Milliyet’teki ikinci yazarlık dönemimde, ‘Şeytanın Gör Dediği’ başladı.”

Bundan sonra, o yılın ekim ayında Milliyet gazetesi, sahibi Ercüment Karacan tarafından işadamı Aydın Doğan’a satıldı.

1982’de Çetin Altan’ın Milliyet’ten ikinci kez ayrılma koşulları oluşmuştu. Şöyle anlattı kendisi bana:

1982 ilkbaharında Paris’teydim. Orada kitaplarım yayımlanıyordu. Ben artık Paris’te oturup, orada yazmamı kabul edecek bir gazeteye yönelmek istiyordum. O sıralarda Nezih Demirkent ya yönetim kurulu üyesiydi Milliyet’te ya da Aydın Doğan’ın danışmanlığını yapıyordu; tam olarak bilemiyorum… Beni aradı bir gün; ‘Aydın Doğan Paris’e geliyor, ilgileniver’ dedi. Ben gazete patronlarıyla öyle bir yerlerde buluşup yemek yemekten çekinirim. Adam belki yazı dünyasına yabancıdır, frekanslarımız uyuşmaz…”

Çetin Altan ikinci kez yazmaya başladığı Milliyet’ten ayrılma noktasına nasıl geldiğini anlatmayı şöyle sürdürdü:

Aydın Doğan geldi. Yanında da iki genç kız vardı. Birisi Milliyet’in Almanya temsilcilerinden Zeki Sözer’in kızı, ötekisi de kendi kızıymış. Spor sayfasında yazı yazan bir çocuk da vardı yanlarında. İngilizce bildiğinden Aydın Doğan’a yardımcı olur diye yanına katmışlar. Ben bunları aldım, ‘Rasputin’e yemeğe götürdüm. Rasputin, değil Paris’in, dünyanın en pahalı lokantalarından biridir. Eski Rusların, yani devrim öncesi Romanoflar döneminin atmosferi hâkimdir. Normal Fransızlar uğramaz, turistler gider. Ben de onları işte buraya götürdüm. Yemekte aramızda bir tatsız konuşma geçti Aydın Doğan’la…”

Aralarındaki “Tatsız bir konuşma”Aydın Doğan şöyle anımsıyor:

Ben Milliyet’i aldığımda Çetin Altan gazetenin köşe yazarlarından birisiydi. 1982 başlarında kurulma hazırlıkları içindeki Güneş, Milliyet’ten de aşırı transferler yapmaya başlamıştı. Aslında ben Çetin Altan’ın Milliyet’ten ayrılmasını istemiyordum. Çünkü çok iyi bir yazardı. Benim gözümde hâlâ iyi bir yazardır. O sıralarda Paris’te yaşamak ve oradan yazı yazmak istediğini söyledi. Ve öyle de yaptı. Hatta Paris’ten yazısı yetişmediği zamanlar, kitaplarından aldığımız kimi yazılarını köşesine koymak zorunda kaldığımız oluyordu. Bana, ‘Ben Fransa’da yaşamak istiyorum, Paris’te bir büro açalım, ben de büroyla meşgul olayım’ dedi. Ben de ‘Peki’ dedim. Kendisini de onore etmek için ‘Ben geleyim Paris’e birlikte bir büro tutalım,’ dedim. Kızım o sıralarda Fransız orta okulunu bitirmişti, tatil olsun diye onu da yanıma aldım. Zeki Sözer’in kızı da vardı yanımızda. Üçümüz birlikte Paris’e gittik. Makine de alacaktık, Haris firmasıyla bir görüşme de yaptık. İki gün gayet iyi geçti. Bir akşam Çetin Altan bizi yemeğe davet etti. Ben içkili masalarda bulunmamaya gayret ederim. Ancak bu kez Çetin Altan’ı kırmamak için davetini kabul ettim. Yanımızda Nilgün Alacakaptan da vardı. Nilgün Hanım Milliyet’in Ekonomi Servisi elemanlarından birisiydi. Çetin Altan’la da galiba özel bir dostlukları vardı. Çetin Altan Rasputin’e götürmüştü bizi. Çok eğlendik, hoş bir gece oldu. Rasputin’den çıktıktan sonra ben otele gidip yatmak istediğimi söyledim. Çetin Altan, Şanzelize’de bir kahve içelim dedi. Bense gidip yatmak istediğini tekrarladım. Israr etti. Kahve içmeye giderken, gazetedeki bazı imzalara yazı yazdırmamam gerektiğini anlatmaya başladı. ‘Ben gazete sahibiyim. Benim yanımda diğer yazarlara itiraz etmek yanlış olur. Yokluğunuzda Mehmet Barlas, Metin Toker senin aleyhine konuşmaya kalksa onlara da karşı çıkarım’ dedim. ‘Peki konuşmayacağım’ dedi. Kahve içmek için bir yere gittik oturduk. Tekrar Mehmet Barlas ve Metin Toker’e gereksiz sataşmalara başladı. ‘Ben’ dedi ‘onların yazdığı gazetede yazı yazmak istemiyorum.’ Ben de ‘O zaman bu gazetede size yazı yazdırmam’ dedim. İçkinin etkisiyle belki de üslubum sertti. O şekilde ayrıldık. Ertesi sabah Mehmet Ali Birand telefon etti bana. ‘Çetin Altan, Namık Sevik’i aramış. Aydın Doğan’la aramızda bir tartışma oldu, ama ben bu tartışma yüzünden gazeteyi bırakmak istemiyorum, demiş.’ dedi Birand. Ben de, ‘ Siz böyle istiyorsanız, ben de tartışmayı unuturum’ dedim. Çünkü Çetin Altan’ın gerçekten Milliyet’ten gitmesini istemiyordum. Bu olaydan iki ay sonra Çetin Altan, galiba İsmail Cem’in aracılığıyla bizden ayrılıp Güneş gazetesine geçti.”

Çetin Altan’ın kendisi ise sonucu şöyle anlattı:

Bu tatsızlıktan sonra araya Can Kıraç girdi, ‘sınıf arkadaşımdır Galatasaray’dan, yapmayın işte canım Paris’te böyle bir anlaşmazlık olmuş’ dedi. Ben ayrılmam gerektiğini anladım. Paris’teyken de teklifler alıyordum zaten başka gazetelerden. Onları değerlendirmeye başladım. Böylece ikinci Milliyet dönemim de son buldu.”

2002 yılının mart ayı sonlarında, Çetin Altan’ın “Şeytanın Gör Dediği” köşesi Sabah gazetesinden yok oldu. Basının dedi kodu köşelerinde Milliyet’e geçeceğinden söz edildi. Nihayet; “Çetin Altan Milliyet’te” anonsu görülmeye başlandı ve 3 Nisan 2002 Çarşamba günü Çetin Altan’ın Milliyet’teki ilk yazısı “Eveeet, evet…” göründü.

İlk günkü yazısına Çetin Altan; “Bundan 42 yıl önce de, yine Milliyet için ilk yazıyı yazıyordum” cümlesiyle başladı.

Dünyamızdan ayrıldığı 2015 yılı ekiminde Çetin Altan, Demirörenlerin satın aldığı Milliyet’te yazmayı sürdürüyordu…

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl