Ana Sayfa Litera Clara: Sessizin Yazıdaki Varlığı

Clara: Sessizin Yazıdaki Varlığı

Clara: Sessizin Yazıdaki Varlığı

“Kendi ölümümüzle bütün meseleler hallediliyor; fakat sevdiklerimizin yanımızdan gitmesiyle insan temelinden yıkılıyor.”

Ahmet Hamdi Tanpınar

Hannah Arendt, uzaklığın birini düşünebilmek için mutlak gerekliliğinden bahsetmişti. Alman filozof Schelling’in yaşamında eşi Caroline’nin ölümüyle gelen mecburi uzaklık, düşünmek için ona gerekli olan mesafeyi sağladı. Yas kitabı Clara, bu düşünmeye yönünü veren felsefi bir novella; kendi yaşamını düşünmeye açan bir tecrübe. Düşünmek için mesafeye çağrılmak gerekir. Böylece uzaklık, Bilge Karasu’nun ifade ettiği gibi, “anlamaktan sonra gelen hali”, kavramayı verir. Schelling, Caroline ile arasındaki bu mesafeyi ölüm deneyimiyle yaşayan bir âşık olsa da, mesafe artık sözcüklerle kaldırılacaktır.

Yazının da bir sessizi olduğunu söyleyen Nurdan Gürbilek’ti. Sessiz olan, “henüz konuşmayan, konuşma imkânı olmayan, artık konuşamayacak olan.” Edebiyat ise sessiz olana bir ses verebilir mi? Schelling, felsefi novellasında ölümün elimizden aldığı dile gelme imkânını ortadan kaldırmış gibidir. Eserde Clara ismiyle karşımıza çıkan Caroline için bir kez doğmuş olmak yetmez; Schelling’in kaleminin ucunda yeniden doğacaktır. Böylece yazıda ölümün karşısında lâl olan dil çözülür ve sessizin dile gelişi vuku bulur; okuduğumuz, sesini yitirenin varlığıdır yalnızca. Schelling’in diyaloglarda Clara’ya başrol vermesi ve sözcükler aracılığıyla ona yeniden bir güç kazandırması, yaşamında tutkuyla sevdiği insana yazıda varlığını yeniden armağan etme çabasıdır. Bu görev, artık yası tutana düşmüştür. Schelling’in eseri, ölüm deneyimiyle kaybettiği özgürlüğünü diyaloglar içinde yeniden kazanan Clara’nın varlığına ışık tutar. Dolayısıyla, sevilenin unutulmasına asla boyun eğmeyen bir ağıttır. Yas, gelecekte yeri mümkün olmayan Caroline’yi şimdinin içinde diyaloglar aracılığıyla yaşatır, çünkü ne de olsa “onu bana Tanrı verdi; ölüm alamaz onu benden” diye yazacaktır sevdiği kadının mezar taşına.

7 Eylül 1809 Schelling’i derinden sarsan bir tarihtir. Caroline bu tarihte tifo nedeniyle hayatını kaybetti. Schelling, bu kayıpla birlikte yaşadığı ıstırabı sözcüklere dökmeye kararlıydı, 1811 yılında Clara’yı kaleme aldı. Böylelikle onun için yazma eylemi, Caroline’nin hatırasını koruma görevini üstlendi. Esasen bir yas kitabı olsa da, Schelling, Clara’da okuyucuyu kendi felsefesinin patikasında yürütür. Hannah Arendt, 1972’de Heidegger’e yazdığı bir mektupta Schelling’i anlamanın Hegel’i anlamaktan daha zor olduğunu ifade etmiştir. Arendt, bu zorluğu aşmanın bir yolu olarak Heidegger’in, Schelling’in İnsan Özgürlüğünün Özü Üzerine başlıklı eseri için yazdığı kitabı okumayı dört gözle beklediğini söylemiştir. Heidegger, yazdığı cevapta Arendt’in bu düşüncesini onaylar ve söylediğine göre, Schelling Hegel’den daha fazla risk alabilen bir filozoftur. Acaba Arendt, Clara için de aynı serzenişte bulunur muydu? Schelling, eserinde felsefesine dair pek çok konuya ışık tutar. Örneğin insan özgürlüğüne dair düşüncelerini aktarır. Schelling, felsefesinde insana Tanrı’dan bağımsız bir özgürlük atfetmiştir. İnsan özgürlüğü bu bağlam içinde vurgulanır. Ayrıca, akademideki yapay dilin yaşamdan uzak olması, dostluk ve sevgi gibi konulara değinmesinin yanı sıra ölüm, sonluluk, beden ile ruh, doğa ile tin kavramlarını tartışmaya açar; diyaloglar Clara, doktor ve rahip karakterleri arasında sürer, fakat esas rol Clara’nın olur. Böylece yas deneyimiyle Schelling, sevdiği kadının gerçek yaşamdaki yokluğunun karşısına ebediyen yazıda yaşayacak olan varlığını koyar. “Geçmişin verdiği acı, geleceğe yönelik dile getirilemez bir özleme dönüşmüştü” (s. 37) nihayet, ancak gelecekte yeri olmayan bir geçmiş, şimdinin içinde diyaloglarla var olacaktır artık. Schelling, Caroline’nin hatırasını yazıda koruyacak ve daima saklayacaktır.

Schelling’in eserde Clara ismiyle yaşattığı Caroline, Alman Romantiklerinden oluşan bir çevreye sahip, yaşamı boyunca yazarlık, çevirmenlik ve editörlük gibi mesleklerle meşgul olan, döneminin politik gelişmelerini yakından izleyen entelektüel bir figürdü. Gerçek hayatta parlak yeteneklere sahip olan Clara (Caroline), eser boyunca monologlarla değil, başkalarıyla kurduğu diyaloglarla kendi düşüncelerini tasarlar. Böylece Clara’nın kendisini, yaşam ile ölüm arasındaki ilişkiyi, yani dünyayı anlaması eşzamanlı gerçekleşiyor gibidir. Clara’nın felsefi tartışmalara olanak veren güçlü zihni, yaşam, ölüm, dostluk ve sevgi kavramları üzerine keskin bir akıl yürütme becerisine sahip olması, kendi dünyasından yola çıkarak dış dünyayı anlamanın bir tezahürüdür. Clara, bu anlamanın özgürlük bilinci gerektirdiğinin de farkındadır. Özgürlüğün patikasından çıkan insanlar için şu sözleri dile getirir: “Bütün eylemlerine nedenler hatta ilkeler bulmaya o kadar bayılıyorlar ki, bir de sonra kalplerine vurulan bu zinciri özgürlük olarak tanımlıyorlar” (s.47). Özgürlüğünün bilincinde olarak kendi var oluşunu kurmaya kararlı bir kadındır Clara. Schelling’in ona yazıda bir ses vermesi de böylece bir anlam kazanır.

Schelling’e göre doğa, nadiren sunar kötülüğünü insana. “Bir Sonbahar Yürüyüşü” başlıklı bölümde doktor ile Clara arasında doğanın yüceltildiği uzun bir diyalog okuruz. Doğa, bazen korkunun sebebi, çoğu zaman da ilacıdır. Doğanın özüne yaratıcı bir güç atfedilir. Ve ancak dışarıdan gelen ve yabancı bir güç doğaya yıkıcı bir özellik kazandırabilir. Doğanın sahip olduğu yıkıcı güç ona içeriden değil, dışarıdan gelir. Doktor, tam bu noktada doğa ile insanın ayrılmaz birliğinden bahseder; “Doğa henüz insan aracılığıyla yükseleceğini ve özgürleşeceğini unutmamıştır” (s.44). Ama doğaya gösterilen bu ihtimam karşısında insan da ödüllendirilecektir. Doğa, insandan mükâfatını esirgemez. Dolayısıyla, doğaya dışarından yıkıcı bir özellik veren el, onu hem iyileştiren hem de onun tarafından ödüllendirilen eldir: “Doğa insana teşekkür eder, toprağa tohum ektiğinde, çorak ve vahşi diyarları işleyip suladığında, ödüllendir insanı, bereketi bolluğuyla” (s.44). Doğanın bize gösterdiği sevgi de ihtimam göstermenin nihai bir sonucudur Schelling için.

Schelling, eserde beden, ruh ve tin kavramlarının ayrılmazlığını ifade eder. Ruhtan ayrı bir beden yoktur; biri öteki olmadan var olamaz. Bedene en yakın olan ruh; en uzak olansa tindir; ancak tinsellik de ruhtan ayrı değildir. Ruh ise tin ile beden arasında bağlayıcı bir göreve sahiptir Schelling’de. Biri diğerine içkindir. Ölüm, beden durumunu geride bırakıp tinsel olana bir geçişe işaret eder, asla bir son değil. Ölümle birlikte yeni imkânlar deneyiminin kapısını aralar Schelling. Bu deneyimin adı tinsel yaşamdır. Schelling’in bizi bedensel yaşamdan tinsel yaşama fırlattığı bir nokta. Ölümün bize sormadan fırlattığıdır tinsel yaşam. Bu, Clara ile yeniden buluşmanın bir mekânı olacaktır sanki. Fakat şimdiki yaşam, bu derin içselliği, yani tinsel yaşamı sınırlandırır. Ayrıca Schelling için içsellik, dışsallığa büyüsünü verendir; ölüm, bedenin dışsallığından bir kopuştur sadece. Dışsal olansa, içsellikten alır tüm zenginliğini ve kaynağını. Dolayısıyla içsel ile dışsal olan ayrılmaz bir birliği gösterir. Ölümle birlikteyse, dışsallıktan içselliğe doğru bir dönüş vaktidir; daha yüksek bir noktaya geçme. Böylece ölüm deneyimiyle tinsel dünyaya fırlatılırız. Ve Clara söz alır, gece ve ay ışığının bu tinsel yaşamı anımsattığını söyler. Gecenin içinde içsellik vuku bulur. Bu sahici içselliğin gündüzün güneş ışığıyla üstü örtülecek, geceyse bu örtü yeniden kaldırılacaktır. Geceye yapılan bu övgü, içsellik yolculuğunun başlangıcıdır. Ve gece, yaşamının bir döneminde artık yollarını ayırmış olduğu eski dostu Hegel’in söylediği gibi, Minerva’nın baykuşunun kanatlarını açacağı vakit olacaktır.

“Bir Noel Akşamı” adlı bölümde Schelling, yanlışın kendi karşıtı olan doğruyla çatışması sonucunda yanlış olanın ortadan kalkacağını söyler ve böylece kötü son bulacaktır. Yanlış, önce kendi karşıtına uğrayacak ve ardından da arınma süreci gerçekleşecektir. İçinde kötülüğün izini taşıyan, yani yanlış olanın izini süren kişi doğruya ancak bu şekilde ulaşabilecek gibidir. Schelling, içsel dünyasında iyiliğin tohumları saklı kalmış insanlar için arınmanın kolay olmadığını söyler ve yanlış olanı terk etmenin ıstıraplı sürecine şu sözlerle değinir: “Böyle bir arınma süreci de elbette acı vericidir, çünkü ruha yerleşmiş o kadar çürümüş kök nasıl koparılacak?” (s.85). İçimizde yer etmiş kötülükten feragat etmenin kolay olmadığını söylese de, arınma imkânsız değildir. Schelling’in ancak “derin ve acı dolu bir müdahale” (s.85) dediği nokta, yüzleşme ve nihayetinde vicdanın açığa çıkmasını işaret ediyordur sanki. Onarmak, yaşamı yeniden kurmak anlamına gelecektir. Schelling’in kötülükten arınma çağrısı insan doğasının ebedi olmayan yönüne bir kapı aralar gibidir. İnsan doğasının hızla değişebilir olduğunu yirminci yüzyıl edebiyatında en güçlü anlatan yazar Proust’tu belki de. “[H]er insanın gerçeği o kadar çok değişir ki, başkaları bu gerçeği anlamakta zorluk çeker” diyecektir Proust; çünkü ona göre, ancak bir insanda görmeyi umduğumuz bir görüntü yerine bir başka görüntüyle karşılaşmanın bizde hayal kırıklığı yaratmadığı vakit, o kişiye sabit ve değişmez nitelikler atfedebiliriz. Beklenti, bir düşünceyi alır bir başka yöne koyar daima. Bir kişiyi anlamaya yaklaştığımızı hissettiğimizde bu anlamanın da çoktan geride kaldığını, çünkü ilk anlama çabamız henüz sonuçlanmadan o kişinin çoktan değişmiş olduğunu görürüz. Ancak Proust’un “insanlar sürekli yer değiştirir” ifadesine Clara şu sözlerle eleştirel bir gözle bakıyor gibidir:

“Değişmeyen her şey bizde derin bir saygı hissi uyandırıyor, tersi olunca da saygımız azalıyor… Şu anda erdemli ve doğru davranan birinin, koşullara boyun eğerek yarın korkakça davranmayacağını nereden bilebilirim?” (s .32).

Clara insanın kararlılığının bir mühürle bağlanmasını ister. İlerleyen sayfalarda doğanın insana gönderdiği işaretlerin önemi hakkında doktor ile Clara arasında geçen bir diyalog okuruz. Doktor, toplumlarda yaşanan değişimlerin daima doğadaki değişimle yan yana gittiğini ifade eder. Doğanın insana gönderdiği işaretler her yerdedir; gökte, havada ve toprakta. Ancak doğa, insan bunları görebilmeye muktedirse şayet kendini gösterecektir. Böylelikle doğa hem insanı harekete geçiren hem de onun tarafından harekete geçirilmeyi, ihtimam gösterilmeyi bekleyendir. “Bir Sonbahar Yürüyüşü” bölümündeyse, Schelling sözü yeniden doktora verir ve hareketliliğin yaşam olduğunu ifade eder. Daimî hareket, oluşu işaret etmektedir. Yaşam durmadan eylemin varlığıyla akıp gitmelidir. Eylemden mahrum bir hayatı şu sözlerle anlatır: “Tembellik ve bezginlik insanın en büyük düşmanlarıdır ve ilk düşüşün sonuçlarıdır. Kendinde olmayan bir süre sonra başkasının eline düşer, ilerlemeyen batar” (s. 45). Bezginlik, dolayısıyla yaşamı yadsımaktır. Durmayı, yaşamın içinde bir batış olarak görür; bu sözleri de eyleme bir davettir, ne de olsa “harekete geçen insan kaybetmez” (s.45).

Eserde felsefi konuşma ile roman arasındaki farkın anlatıldığı uzun bir diyalog da karşımıza çıkar. Bir yanda zaman birliğinden feragat eden, olay birliğini gözetme zorunluluğu taşımayan, acı ve mutlu deneyimlere, duygulara dile gelme fırsatı sunan roman; diğer yandaysa, kavramsal bir düşünceyi aktarırken çizdiği patikada sabit bir yön izlemesi beklenen felsefi konuşma vardır. Schelling, roman türünü felsefi konuşmadan veya yazıdan bu düşünceyle ayırır. Ancak bu diyaloğu okurken aynı zamanda biliriz ki elimizdeki eser bir novella türüne aittir. Giriş, gelişme ve sonuç hattını izlemeyen bir novelladır bu. Kısa roman örneği sunan, edebi bir üslûpla yazılan novella. Clara’yı yalnızca edebî bir metin olarak yakın okumaya tâbi tutarsak şayet, bu türün felsefi düşüncelerini aktarırken yürümek istediği patikadan asla Schelling’i saptırmadığını fark ederiz. Örneğin beden ile ruh kavramları üzerine geçen diyaloglarda düşünce sabit bir hat üzerinde su misali akar. Bedensel olandan tinsel olana geçişin anlatıldığı diyalogları akışkan bir biçimde edebi bir kaygının varlığını sezinleyerek okuruz. Bu noktada kitabın çevirmeni Mehmet Barış Albayrak’a çok şey borçluyuz. Schelling’in novellasındaki edebi üslûp yok edilmeden Almanca ile Türkçe arasındaki bağ titizlikle kurulmuş.

Schelling’in kendi felsefesini oluşturan kavramlar, özel yaşamıyla, yani yas deneyimiyle birbirinden ayrılmadan dokunur. Yasın sarsıcı deneyimi, yani yaşamın içinden bir deneyim, felsefi düşüncenin kavramsal yönüne canlılık verir anlatımda. Kavramlar, karanlık bir gölge gibi anlatımın üzerini örtmez. Schelling bir yanda felsefesini açımlar, diğer yanda da yasını tutan âşık olmayı sürdürür. Felsefe ince ince yaşam dünyasında örülür. Böylece Schelling, felsefesini yas deneyimine açar. Tıpkı felsefesinin bu noktada deneyime içkin olduğu gibi, Schelling için dil de yaşama içkin olmalıdır. Akademideki yapay dilin hatalı oluşundan ve büyük fikirlerin anlaşılmak için doğal bir dile ihtiyaç duyduğundan bahseder. Hâlbuki “yetkin düşüncelerin, zor kullanmadan ve doğal olarak yazıldığı bir metin insanı derinden etkiler ve kendisine hayran bırakır; çünkü böyle bir kitapta iyi bir yazarla karşılaşacağımızı sanırken, bir insanla karşılaşırız.” Aynı dönem İngiliz Romantik şair William Wordsworth’un şiir türünde kullanılmasını vaaz verdiği doğal dili, Schelling felsefi anlatı için öğütler. Yapay dilden uzaklaşılmalıdır. Aksi halde doğal olandan kopmuş, yapmacık bir dilde yazılan metin okuyucuya kendini kapatacaktır.

Clara, yalnızca rasyonel kavramlarla değil, duygularıyla da düşünmeyi bilen, sevgi ve dostluk üzerine tefekkür edebilen bir kişiliktir aynı zamanda. “Eski bir dostun gidişini izlerken, düşüncelerimizle gittiği uzak yerden onu takip etmekten, oradaki durumunu, koşullarını hayal etmekten, eski alışkanlıklarını sürdürüp sürdürmeyeceğini ümit etmekten kendimizi alamayız” (s.29) diyecektir, sevginin ihtimam göstermekle olan ilişkisine işaret ederken. Artık yaşamımızda olmayana duyulan merakla, bizden habersiz sürecek olan koşulları düşünmekten vazgeçemeyiz. Dolayısıyla, Clara için sevgide ihtimam göstermek, bizden uzakta var olmakta olanın yaşamına duyduğumuz hassasiyeti de ortaya çıkaran bir eylem. Ancak rahip, henüz o kişi hayattayken yaşadığımız ayrılık ve ölüm gerçeğiyle deneyimlediğimiz zorunlu ayrılık arasında bir fark olduğunu söyler. Ölümle yaşanan ayrılıkta bakış açımız kendi içselliğimizle sınırlanır. Sevdiğimizin yazgısı bize anlaşılmaz oluverir ölüm geldiğinde, çünkü sevdiğimizin bize ait olduğunu düşünsek de, bize verilen bir armağandır sadece. Ölüm, bize sevdiklerimizin bir armağan olduğunu hatırlatacaktır. Ve Schelling için bu, Tanrı’nın bir armağanıdır. Son olarak, Tanpınar’ın “Görünmezsen ne çıkar, ben seni kendimde taşıyorum” sözünü Schelling bir adım öteye taşır: Görünmezsen ne çıkar, ben seni yazıda yaşatıyorum.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl