Ana Sayfa Litera ÇOCUKLUĞUN GÖLGELİ ZAMANLARI (ÖYKÜ)

ÇOCUKLUĞUN GÖLGELİ ZAMANLARI (ÖYKÜ)

ÇOCUKLUĞUN GÖLGELİ ZAMANLARI (ÖYKÜ)

Yaşlıca bir adam. Karısı ondan da yaşlıca. Herkesin bir şeyi olur kendisi, kocaman gözlü, kocaman dudaklı, kocaman elli, koyu turuncu bir puşi taşır başında hep yaz kış, hiç çıkarmaz, yatarken bile. “Sakallı” derler, mahallenin, cümle üveyliklerin zorbası. Kimine düpedüz karanlık biri gibi gelir, kimi için basbayağı esenlik bilgisi… Beni ve benden iki yaş büyük ablamı ona emanet etmişler, Almanya’ya giderlerken bizimkiler. Baksınlar, göz kulak olsunlar diye. İçleri kan ağlaya ağlaya külüstür bir minibüse binip gitmişler. Daha doğrusu zil zılgıt çekip gittiler, geride bıraktıkları biz de oradaydık. Hem nasıl ağladık, nasıl bir yitiklik duygusuyla. Ben dört, ablam altı yaşlarında var yok, el kadar iki çocuktuk.

 

Sakallı’nın geleni gideni hiç eksik olmaz. Yaz kış. Köteği, azarı hiç bitmez. Eşit bir açıyla dağıtır hıncını herkese. Hayli kalabalığız iki göz hanede, iki aile üst üste, feci bir yoksulluk hepimizin üstünde. Doğru dürüst çalışmaz Sakallı, bir yerde eskiyip düzen tutmaz.  Alet avadanlık karşılığı konu komşunun müşkülatına çare niyetine, o da muska, kâğıt filan yazar. Adıyaman tütünü içer, uzak yakın tanıdıklar sayesinde, en iyisini. Yerine göre, bazen ayrı düşmüşleri birleştirir, bazen de ayırır birlikte olanları. Üstüne yoktur aldanışa açık zihinleri tav etme konusunda. Seveni de çoktur, diş bileyeni de birçok sebepten. Bir oğlu var mesela, peltek; “r”leri çıkaramaz, mütemadiyen dayak yer. İlkokul ikiye gider, yani giderdi -tahmin edeceğiniz üzere, olanlar devam etmemek üzere bir yerde nihayete erdiği için, uzaktan yarı flu bir zihinle hikâye edilmekte. Zihin ne kadar berrak, ne kadar flu? Pek bilinmemekte. Geçmiş ne kadar geçmiş, ne kadar geçmemiş, artık orası da okuyucuya kalmış. Benimkisi olmuş gitmişler üzerine eksantrik vurgu. Vakitsizce akla düşen hüzne ontik teyelleme.

 

Neyse, bu peltek sürekli ikmale kaldığından, üç yıl üst üste aynı sınıfı tekrar ediyor, çift dikiş bile değil, üç-beş dikiş. Diğerleri desen, orda burda müebbet çırak. Bu oğlan çocuğu “r”leri doğru söyleyemediği gibi, “kaya” sözcüğünü de telaffuz edemiyor bir türlü, bunun yerine “kalla” gibisinden hırıltılı bir ses çıkarıyor. Her yanlış telaffuzda esaslı şamarlar yiyor Sakallı’dan. Hem nasıl bir işkence, nasıl bir azap! Ablamla aynı sınıfa düştüğü yıl, cefası daha da katmerleniyor Peltek’in. Niye mi? Çünkü o yıl ablamı da ortak ediyor işkencesine Sakallı. Adam her akşam sobanın yanında ikisini de karşısına oturtup esaslı imtihan ediyor. Önce ablama, ardından pelteğe soruyor aynı suali. Ablam ekseriyetle biliyor, “Kaya top at” deyip çıkıveriyor işin içinden. Kurtulduğunu sanıyor ya, nafile, aslında çok büyük bir yanılgı bu. Çünkü peltek, hemen hiçbir zaman cümleyi doğru dürüst söyleyemediğinden, Sakallı oğlana şamar atmasını emrediyor ablama. Ablam, ilkin biraz utanıp sıkılıyor, sonra çaresiz, ince zayıf kollarıyla zar zor oğlanın yanağına hafiften dokunuveriyor, ancak bu lüzumundan fazla insaflı dokunuşun yarattığı esinti Sakallı’yı pek tatmin etmişe benzemiyor. O zaman daha da hiddetlenip; “Bak,” diyor, “öyle vurulmaz, böyle vurulur!” Şşrakk! diye okkalı bir tokat basıyor ablamın suratına. Bu işkencenin bazen saatlerce sürdüğü oluyor. Çoğunlukla da akşamları. Genellikle de de yemekten sonra. Seyretmeye dayanamayıp diğer odalara kaçışmaya çalışıyor ya ahali, boş, kışları sadece bir tek odada soba yandığından, neticede diğer odalar buz gibi! Mecbur, dönüp katlanıyoruz istemeye istemeye.

 

Annem, babamın koluna girmiş, uzaklarda bir şehrin vitrinlerine bakıyor. Tokalı, kırmızı iskarpinler var küçümen ayaklarında, sırtında adeta omuzlarını yutmuş, bol kesim sarı bir manto. Diğer kolunda da bir çift eğreti ışıltı. İçimden, “babamın koluna girdiği o ilk yanı yeter” diyorum dünyaya. Başını kaldırıp mahcup bir edayla gülümsüyor uzaktan, o sırada vitrin camında gördüğü her neyse. Bildiklerimizle yetiyoruz kendimize, bilmediklerimizle yaşıyoruz… Bilsek yaşamazdık herhalde bunca şeyi diyorum. Kişi bildiği şeyi yaşar mı?

 

Az sonra yeniden Pektek’in uluyan sesiyle irkiliyor tüm ev.

 

Babayı onun gözünde asıl canavara dönüştüren zamanı hatırlıyorum; daha ziyade sabahları uykudan uyandığı zamanları. Her sabah korkudan yatağını ıslatırdı Peltek. Bu sebepten akşam yemeğinden uyku saatine kadar kimseye bir damlacık su verilmez, uyuduğumuz şiltelerin üzerine kalın muşambalar serilirdi. Sabaha dek üşüten bir hışırtıyla sağa sola dönüp dururdu herkes. Adeta vücuda değip teni soğuktan morartan bir azap gereciydi o muşamba, şimdi hatırlıyorum da. Sakallı, sabah namazı her cami dönüşünde sobayı kendisi yakar, herkes daha fosur fosur uyurken, minderini çekip yanı başına kurulurdu. Sobanın yanında her daim burgulu, boğumlu parmağa benzer bir şiş dururdu. O şiş ara sıra öylesine zalim bir surete bürünürdü ki, ateşe sokulup bir süre bekletildiğinde boydan boya nar gibi kızarırdı. İşte Sakallı’nın bazı günler sabah namazı dönüşü yaptığı rutin icraattan biri buydu; ölümcül bir hararetle kora dönünceye kadar şişi sobada kızartmak. Gün doğar doğmaz tüm yorganlar hışımlı açılır, döşekler bir bir yoklanırdı. Peltek’inki zaten malum… Yatağındaki yapay gölün ucu bucağı olmazdı hiç, gizlenmesi olanaksız ıslaklık, kesif bir idrar kokusuna karışır giderdi. Peltek, böyle zamanlarda, yılda birkaç kez, uykudan henüz uyanamamış gözlerini kırpıştırarak gerinir, daha ne olduğunu bile anlayamadan apış arasına kızgın şişi yerdi! Benim hatırladığım iki üç kez oldu bu. Canhıraş bağırırdı, tıpkı boğazlanan bir boğa gibi… Duyduğu acının etkisiyle, feryat figan, evin içini etraflıca birkaç kez dolanırdı. Sakallı ise elinde şiş, hâlâ hıncını alamamış gibi onun peşinden seğirtmeyi sürdürürdü. Zavallıcık, zalimin elinden ancak kendini tuvalete atıp kapıyı içeriden sürgüleyerek kurtulurdu.

 

Tüm horanta böyle anlarda dehşetten taş kesilmiş bir halde, hep aynı içler acısı dramı izlerdik. O cehennemi anlarda, gün boyu akşam içilecek tek damla suyun bile yarattığı erkenci bir korku okunurdu herkesin gözlerinde. Bütün günü su içme yasağının derin idraki içinde aç biilaç geçirmek için çabalardık ya nafile, hemen her zaman iradenin gevşeyip güçten düştüğü o uğursuz an sonunda gelip çatar, er geç suyun hararet giderici ayartısına teslim oluverirdik. Ablam akıl hocalığı yapmaya kalkışırdı bize böyle zamanlarda, “İçme, sadece az önce içmişsin gibi düşün,” derdi, ya da “su içen birini izle, o zaman susuzluğun geçer,” vs.

 

Akşam, yemek saati gelip çattığında, aç midelerin uğultulu boşluğunu yoklayan bir korku daha yaşanırdı ki, bu seferki hakikaten de çok çetin bir nefis terbiyesi numunesiydi. Sakallı’nın karısı odanın orta yerine sofrayı kurar, ardından gayet ürkütücü ve itaatkâr bir sessizlikle bir kenara çekiliverirdi. Sofra tepsisinin ucuna da uzun ince zindiyan ağacından bir değnek olurdu her zaman. Sakallı, âdeti olduğu üzere, daha besmeleyi çekip de ilk lokmayı ağzına götürmezden evvel, bizleri odanın dört bir köşesine kışkışlayarak ikişerli üçerli dağıtır, ancak öyle başlardı yemeye. Gırtlağının tümseği bir inip bir kalkardı. Çok geçmeden, her birimiz kendi köşesinde sabırsızlıkla fısıldaşmaya başlardı. İşte tam o anda zindiyan değneği, ağzını açıp da konuşma münasebetsizliğine yeltenmiş kim varsa büyük bir hışımla tepesine inerdi! Sonra yeniden, incitici, aynı mutat sessizlik hüküm sürmeye başlar ve bir sonraki fısırtıya kadar da her şey yeniden normale dönerdi. Sakallı, tıka basa yiyip doyduktan sonra herkes ürkekçe, emekleye emekleye sofraya doğru yönelir, kendine uygun bir mevzi kapmak için itişip dururdu.

 

O sabah, ata dede mirası mallar vârislere pay edilirken de Sakallı’nın mutat kurnazlığının her köşeye sinmiş kokusu vardı havada belirgin biçimde. Bir anda evin içinde fark edilir bir hareketlilik başlamıştı. Almanya’daki babamız hariç, Sakallı ve dört kardeşi, evde toplanmış dedemin mirasını müzakere ediyorlardı. Peltek, sırtında getirdiği irili ufaklı öte beriyle odanın ortasında adeta bir dağ oluşturdu. Eşyanın çoğu kıtlık devirlerinden kalma, pahaca değersiz, eski püskü şeylerdi: Birkaç madeni kepçe, bazısı yamulmuş bakır süzgeçler, alüminyum tava ve tencerelerle kalaylı sofra sinileri, aynı ayarda birkaç kap kacak ve bir iki de zahire çuvalı. Biçimsiz birkaç karartı, hepsi o kadar. Artık neredeyse ıskartaya çıkmış, farklı ebatta el dokuması iki-üç de kilim, çamurdan bir çömlek ve birkaç da farklı boyda sürahi.

 

Sakallı, biraz düşünüp, terekenin nasıl pay edileceğini ince ince hesap edip sonunda kararını yüksek sesli bir ulumayla açıkladı: Peltek, yarı aralık salon kapısının arkasına tüneyecek ve durduğu yerden eline aldığı eşyanın -güya ne olduğunu görmüyormuş gibi yapıp- hangi vârise verileceğini yüksek sesle haykıracaktı. Çok geçmeden tasnif işlemi başladı. Sakallı, her seferinde eline aldığı eşyayı oradaki herkes rahatça görebilsin diye yarı beline kadar havaya kaldırıp Peltek’e “Bu kimin olsun?” diye soruyor, kapının ardındaki ses de yine her seferinde hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak bir netlikte ve masumane bir edayla yanıtlıyordu: “Bizim!”, “emmimgillerin”, “halamgillerin”, vb. Her şey görünüşte gayet normal gibiydi, ancak gelgelelim gerçekte Sakallı ile peltek arasındaki gizli anlaşma gereği, ilkinin sesinin değişen şiddeti, tonu ve rengi belirliyordu en değerli eşyanın kime gideceğini…

 

Annem o bunaltıcı temmuz akşamında, “Oysa biz ne geniş pencereli evler ummuştuk…” dediği gün, daha da daraldı yol, kırlar, manzara. Babamın koluna girdiği uslu yanı da bir bilinmeze doğru kaybolup gitti sonra. Ve insan nereden başlarmış azalmaya ilkin, bunu da biliyorum artık. En çok da şu an, kıvıl kıvıl insanla hıncahınç dolu bu salonda, bir ucuz yağmanın ortasında, hızla azalan şeylerden biri de onun gözleri…

 

Tasnifte epey yol kat edilip de, sıra gurbetteki babamızın kısmetine düşen paya gelince; yani oradakiler dışarıda bir kardeşleri daha olduğunu hatırlayıverdiklerinde, geriye yalnızca madeni kepçeler ve annemin sonradan hiçbirini gözüm görmesin diyerek tavan arasının ücra bir yerine fırlattığı birkaç çanak çömlek kalmıştı. Benim belleğimdeyse, telaffuza her yeltendiğinde, dilinin kemiğini yoran “r”lerinin hırıldayan sesiyle, Peltek…

 

 

 

_____

 

NOT

Erkan Karakiraz’ın seçip editörlüğünü yaptığı eserler, ELEŞTİREL KÜLTÜR internet sitesinin edebiyat bölümü Litera’da yayımlanıyor. Daha önce matbu ya da dijital herhangi bir ortamda yayımlanmamış öykü ve şiirlerinizi, literaoykusiir@gmail.com e-posta adresine gönderebilirsiniz.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl