T. S. Eliot’ın “Çorak Ülke”si yayınlanalı tam yüz yıl oldu. Yirminci yüzyılın belki de dünya çapında en etkili şiiri olan bu eser, I. Dünya Savaşı nedeniyle istikametini, gelecek hayallerini, insanlığa inancını büyük ölçüde yitirmiş ve pusulasız kalmış bir neslin sesi oldu. Amerikan edebiyatının Ernest Hemingway, William Faulkner, F. Scott Fitzgerald gibi isimlerinden oluşan ve Kayıp Kuşak diye nitelenen altın çağının şiir alanında belki de en parlak, en rahatsız edici, en anlaşılmaz, en soluk kesici eseri “Çorak Ülke” Ekim 1922’de yayınlandı.

Şiir, Britanya’da yayın hayatına yeni başlayan The Criterion adlı modernizm savunucusu dergide 434 dize olarak yayınlandı. Aslında bu, bir şiirden çok, bir tür şiirsel fragmanlar bütünüydü. Beş bölümden oluşan ve adeta parçalanmış bir aynaya benzeyen dağımsaçak yapıdaki eser kimi Doğulu, kimi Batılı, kimi antik, kimi modern tam kırk farklı yazarın altmış civarında eserine göndermelerle bezeliydi ve altı farklı dilde alıntıya yer veriyordu. Kısacası, Eliot, ilk okumada sadece kendisinin ve ona başından beri editörlük desteği verip yol gösteren şair dostu Ezra Pound’dan başka kimsenin anlamayacağı bir şiir yazmış gibiydi.

Eliot, birbiriyle bağlantısız görünen, (eşzamanlı olup olmadığını bilemeyeceğimiz) birkaç hikâyeyi iç içe geçirmeksizin bir arada tutuyordu. Zaman akışkan değildi. Şiirin “Ben” ya da “O” zamiriyle nitelenecek bir öznesi yoktu. Mekân sürekli değişen ve hep belli belirsiz kalan yerlerden derlenmişti. Kimi zaman her şey öylesine sisli ve bulanık kalıyordu ki, şiirin Eliot’a müracaat edilmeksizin layıkıyla şerh edilmesi yıllar boyunca tamamlanamamıştır.

I.

Çorak Ülke” (The Waste Land) yayınlandığı sırada Eliot, Londra’da bankacıydı. Edebi çalışmalarında uzunca bir süre böylesine kapsamlı ve deneysel bir iş yapmayı düşündüyse de, bu eser üzerinde çalışmaya ancak İsviçre’de depresyon tedavisi gördüğü klinikte başlamıştı. Ne var ki, kendi oyununda kendisine mağlup olmuştu ve bir noktadan sonra edebi göndermelerin bolluğu nedeniyle metnin darmadağın bir hal almış olmasıyla o da başa çıkamamış ve Pound’un yardımını istemişti. Pound’un editoryal katkısı, yedi yüze yaklaşan dize sayısını ciddi manada azaltıp parçaları biraz olsun toparlamak yönünde oldu.

Çorak Ülke”, topyekûn savaşın yıkıntılarından doğan eserlerden biriydi: Yorgun, mutsuz, karanlık bir havası vardı. Savaşın gölgesi edebiyatın üzerine tüm felâketleriyle birlikte düşmüştü ve Wilfred Owen’dan Ernst Jünger’e, ‘siper edebiyatı’ diyebileceğimiz barut kokulu bir hava hâkimdi. Birçok yer gibi, savaştan sonra Britanya’da da uyumsuz bir koalisyon hükümeti, başa çıkılamayan bir enflasyon, İspanyol gribi pandemisi, ürkütücü bir işsizlik, sayısız gazi ve savaşın tahribatıyla ruh sağlığını yitirmiş milyonlarca insan vardı. Eliot bu yıkıntılar arasında yeni bir mit arayışı içindeydi. Mitselleştirilebilecek şey her ne ise insanlık tarihiyle müsemma bir anlatı sunmalıydı.1 1920’deki “Gerontion” adlı şiirinde, virane bir evde, bir başına yığılmış, olup bitene anlam vermeye çalışan yaşlı adama “Bunca bilgiden sonra ne affedilmesi?” (After such knowledge, what forgiveness?) dedirten şair, Batı modernitesine yön veren araçsal aklın yarattığı makine medeniyetinin teknolojik kıyametiyle hesaplaşacak –Mary Shelley’nin Frankenstein’ın Canavarı çarpıcılığında– büyük bir eser yazmayı hedefliyordu. Bunca bilgiden sonra medeni dünyanın bunca günahı nasıl affedilirdi!

Evliliği büyük bir yıkıma uğrayan, ardından babasının ölümüyle ruhu büyük bir yıkıma uğrayan Tom (resmi yazışmalar dışında, Thomas Sterns daima Tom olarak anılmıştır) Eliot bir yeniden doğuş arıyordu. Bu sırada savaşla beraber koca bir enkaza dönen Avrupa da kendi mitselleştirme hikâyesi her neyse onu bulup dolaşıma sokmalıydı ki, ‘Avrupa medeniyeti’ denen şey de yeniden canlanabilsindi. Eliot’ın kişisel krizi, Avrupa’nın kriziyle üst üste binip şairin ruhunda büyük bir yük yaratıyordu.

Savaş büyük bir yıkım, evlilik ise kronik bir depresyon getirmiştir. Ruhunda büyük bir boşluk duyan Eliot, grotesk, depresif, ölümcül, çaresiz, distopik, sefil, sinik, karamsar, çaresiz, kasvetli, anskiyeteli, kurum gibi kapkara bir şiire koyulmuştur. Öyle ki, henüz şiire başlamadan Petronius’un Satyricon’undan kâhin kadın Sibyl’e can sıkıcı bir atıf yapar. “Kendi gözlerimle Sibyl’i Cumae’de bir kafesin içinde gördüm, çocuklar kendisine ‘Sibyl, ne istiyorsun?’ diye sorduklarında, ‘Ölmek istiyorum’ dedi.”2 (Bu bahse şiiri analiz ederken tekrar döneceğim.) Ayrıca “Sana korkuyu göstereceğim bir avuç tozda” diyen Eliot, ölümün getirdiği felâketi bir taş yığını olarak gördüğü Batı medeniyeti tarihinin zengin kültürel mirası üzerinden değerlendirir ve sorar: “Hangi kökler kavrar, hangi dallar bezer/Buradaki taş yığınını?”

Ölünün Gömülmesi” adlı birinci bölümde, “Nisan en acımasız aydır” diye söze girerken hazırlıksız yakaladığı okurun sorgusuz kabul ettiği bir ezberi parçalar. Nisan, baharın başlangıcı sayılmasına, çiçeklerin ve dalların yeşermesine, güneşin herkesin içini ısıtmasına denk düşen bir ay olmasına rağmen, şair okurun zihnini dinamitler. İnsana unutkanlık veren, (savaşın/kışın) öncesiyle sonrası arasına mesafe koyan kar yağışını betimleyerek “kışın şafağında” dediği Londra’ya sözü getirir. Dante’nin cehennemin kapısında bekleyen insanlara atıfla söylediğini, Eliot bankacıların yoğunlaştığı bu finans bölgesinin köprüsüne bakarak söyler. Eliot için Londra modern dünyada Dantevâri bir cehennemdir. Şiir başka konular, kıssalar ve meseller etrafında dönüp dolaşsa da, sonunda hep bu dünyevi cehenneme geri dönmektedir. Eliot için, modernitenin kalbi bir gazap çukurudur. Eliot’ın önce adeta oraya çekildiği, sonra orada mahsur kaldığı ve nihayet oradan başka gidecek yerinin olmadığı Londra’yla ilişkisini anlamak için hayatına kısaca göz atmak isabetli olacaktır.

II.

Thomas Sterns Eliot, St. Louis, Missouri’nin varlıklı ve bir ailesinin yedinci ve son çocuğu olarak 26 Eylül 1888’de doğar. Eliot’ın çocukluğu ve ilk gençliği çöküşteki Amerikan Güneyinin tarımsal ekonomisinin üslerinden St. Louis ile Amerikan Kuzeyinin ‘Yaldızlı Çağ’ını yaşayan Boston arasında, çökmekte olan bir taşrayla dinamik bir metropol arasında, basit, sıradan bir halk kültürüyle yüksek kültür arasında, Üniteryen Kiliseyle İrlanda Katolisizmi arasında gelgitlerle geçer. George Santayana ve Irving Babbitt gibi hocalardan ders alacağı Harvard Üniversitesine 1906’da kaydolur ve felsefe, Sanskritçe ve Doğu-Batı klasik edebiyatları üzerine öğrenim görür. Eliot, Harvard’da kendisinden on beş yaş büyük olan Britanyalı felsefeci Bertrand Russell ile de tanışıp ahbap olur.

Eliot’ın şiire yönelmesi, 1910 civarında, yine Harvard’da olacaktır. Genç şair adayı, mezuniyetinin hemen sonrasında Paris’e gider ve orada Henri Bergson’un College de France’ta verdiği dersleri takip eder. Daha sonra, 1911’de başlayacağı doktorasında, Harvard’da Santayana, Russell gibi isimlerin yanı sıra William James ve F. H. Bradley’nin refakatinde Bergson felsefesi üzerine çalışır ve yine Harvard’da lisans düzeyinde felsefe dersleri verir. Savaşın başladığı dönemde Londra’da olan Eliot, Oxford’da öğrenimini sürdüren Vivienne Haigh-Wood isimli genç kadınla tanışıp 1915’te hızlıca evlenir, ancak ikilinin ilişkisi istenen tutkuya bir türlü sahip olmaz. Mutsuz yuva fiilen erken dağılır ve Eliot, Bertrand Russell’ın ısrarlı daveti üzerine onun ev arkadaşı olur. Fakat kısa süre sonra Russell ile Eliot’ın karısı arasında bir aşk başlar ve üç yıl boyunca işler karışır. 1916’ta tezini yazıp bitirmiş olan Eliot, doktora savunmasına hazırlandığı sırada evi terk eder. Kısa süre sonra hem I. Dünya Savaşıyla duran denizaşırı yolculukların, hem girmiş olduğu ağır depresyonun etkisiyle Harvard’a dönüp tezini savunmaktan vazgeçer. 1918’den sonra da başka erkeklerle ilişkiler yaşadığını bildiği eşiyle boşanamadığı evlilik sırasında Eliot Katoliklikten giderek uzaklaşıp, boşanmaya cevaz veren Anglikan Kilisesine yönelir. Ancak bu, 1933’te son bulacak evliliğin on sekiz yıllık ikili bir işkence olduğu gerçeğini değiştirmeye yetmez. Bu on sekiz yıl (bilhassa ilk sekiz yıl) hem Tom’un hem Vivienne’in psikolojisinin altüst olduğu, birbiri ardınca ağır ilaçlarla öğütüldüğü bir krizler dizisidir. Yine de biri diğerinin hem ilham hem nefret kaynağı olduğu, birbirine zincirli bir şekilde gençliklerini –neredeyse hiç cinsellik yaşamadan– paylaşmaları kaderleri olmuştur. Hatta Eliot’ın yengesi, Vivienne’in “Tom’u bir erkek olarak mahvettiğini, ancak onu bir şair yaptığını” söylemiştir.3 Zehirli bir sarmaşığa benzeyen bu ilişkinin sonu, kesin bir kopuş olmuştur. 1933’teki boşanmadan sonra Tom, (1938’de ömrünün sonuna dek kalacağı bir psikiyatri kliniğine yatırılacak olan) Vivienne’i bir daha görmeyi reddetmiştir. Eliot, ömrünün son yıllarında, kendisinden kırk yaş genç sekreteriyle evlenerek mutlu bir aile hayatını tecrübe edebilmiştir.

1916’daki derin mutsuzluğu Eliot’ı Amerika’daki ailesinden de uzaklaştırır ve onu çeşitli ortaokullarda ders vermekten James Joyce diye bir İrlandalının Ulysses adlı sıkıcı tefrika romanının redaksiyonunu yapacağı editoryal işler yapmaya ve en sonunda, gönülsüz de olsa, bir bankanın dış yatırımlar biriminde çalışmaya kadar çeşitli işlere yönlendirir. Bu sırada evliliği türlü badireler atlatmaktadır. Eliot, Ezra Pound, Virginia Woolf, Schofield Thayer gibi dostlarının desteğiyle ayakta durabilmektedir. “Çorak Ülke”yi yayınladığında, Eliot hem Lloyds Bank’de çalışmaktadır, hem (ek iş olarak) dergi editörlüğü işindedir hem de depresyondadır. Şiirin ilk taslakları, Eliot’ın İsviçre’de bir psikiyatri merkezinde ruhsal çöküşünü durdurmak adına yardım aldığı sırada yazılmıştır. Eliot bu hayattaki gerçek işini, 1926 yılında, Faber and Faber Yayınevinde tam-zamanlı editörlük teklifini alınca bulur. Bu arada, 1919’dan itibaren birbiri ardınca yazdığı edebi denemeler ve eleştiriler yavaş yavaş ona tanınırlık kazandırmıştır. Eliot’ın “Çorak Ülke”nin taslağını Pound’a göndermesi ve Pound’un onu neredeyse yarı yarıya kesip kırpsa da olağanüstü bulması, Eliot’ın karanlıktan aydınlığa çıkış sürecinin ilk işareti olacaktır. Zira şiirin, Pound tarafından fazlalıklarından ayıklanmasının ardından yayınlanacağı The Criterion dergisinden Eliot’a, onu 1939’a dek oyalayacak bir editörlük teklifi gelmiştir. 1920’lerin bilhassa ikinci yarısından II. Dünya Savaşına dek T. S. Eliot editör ve şair olarak altın çağını yaşayacak; bu dönemde hem kilise değiştirip Anglikan olacak ve eşinden boşanacak, hem de entelektüel dünyada şiirleri ve eleştiri denemeleriyle olağanüstü bir saygınlık kazanacaktır. Eliot’ın “The Hollow Men”, “Ash Wednesday” ve “Dört Quartet” gibi klasikleşen eserleri bu dönemin ürünüdür ve 1948’de kazandığı Nobel Edebiyat Ödülünün sebebi de bu eserlerin sadece Britanya ve ABD’de değil, küresel edebiyat dünyasında büyük yankı uyandırmasıdır. Holokost ve Hiroşima’nın yaşandığı bir dönemde Eliot’ın gördüğü bu zirve, onun kültürel karamsarlığının, muhafazakârlığının, birtakım âvâm-karşıtı fikirlerinin karşılık bulduğu bir dünyada olunmasıyla da doğrudan alakalıdır. Ancak Boom Kuşağının başka bir kültürel kavrayışla yetişip muhafazakârlığa ve kraliyete karşı çıkması, edebi modernizmin düşüşe geçmesine yol açacak başka bir sanatsal lezzet arayışına girişmesi gibi dışsal sebepler Eliot’ın sonraki yıllarda yıldızının sönmesine yol açmıştır.

Yine de tüm dünyada T. S. Eliot’ın ismi, aşılamayacak büyüklükteki abidesi “Çorak Ülke” ile birlikte anılmaktadır.4 Bu geniş bağlam içinde “Çorak Ülke”ye odaklanacak olursak; şiirin kökleri Harvard günlerine dek götürülebilmekle beraber, metnin büyük çoğunluğu, 1919’da babasının ölümüyle tetiklenen majör depresyon nedeniyle tedavi gördüğü Lozan’da bir klinikte kaldığı sırada yazılmıştır. Pound’ın keskin editoryal müdahaleleri sonucunda ortaya çıkan metnin, kendini ruhen toparlayan Eliot’ın editörlüğünü üstlendiği The Criterion dergisinde çıkmasıyla şiir edebi bir sansasyona dönüşmüştür. Ünlü edebiyat eleştirmeni Harold Bloom’un belirttiği üzere, şiir mimarisi, süreklilik anlayışı ve görünürlük verme becerisi itibariyle Picasso ve Braque’ın çizimleri, Gertrude Stein, James Joyce ve Virginia Woolf’un kısa hikâye ve romanlarının devamı niteliğindeydi.5 Eliot şiir boyunca gündelik hayattan, farklı dil ve diyalektlerden, yüksek ve alçak kültür ögelerinden öylesine zengin bir biçimde yararlanıyordu ki, böyle bir şiirin daha önce bir benzerinin yazılmadığı hemen herkesçe kabul edildi. Şiirin şifrelerle dolu anlatımının zorluğu ve kolay içine girilmeyen havası nedeniyle dipnotlar, açıklamalar ve ek bilgilerin yazılması gereği, okurlarını, onu tekrar tekrar yorumlamaya muhtaç bırakıyordu. “Çorak Ülke”, tam anladım derken okurlarına bir oyun daha oynuyor ve felsefeden ilahiyata, Hint mitolojisinden Eski Ahit kıssalarına dek referansları arasında dans edercesine gezinen bağlamlarıyla, her okumada yeni bir şeyler eksik kaldığı hissini veriyordu. Bu da şiir üzerine sürekli yeni yorumların yapılmasını, sürekli konuşulup tartışılmasını beraberinde getiriyordu. Benzetmek çok da yanlış olmayacaksa, “Çorak Ülke” Nietzsche’nin Zerdüşt’ünün şiirdeki denkliğine sahipti.

III.

T. S. Eliot, I. Dünya Savaşı ve savaşın sonrasında yaşamın anlamına dair hiçbir makul cevabın bulunamadığı, tutunacak dalın kalmadığı bir dünyada, uçsuz bucaksız bir enkaz üzerinde, yalnızlaşmış, yabancılaşmış, yaralanmış, yitik bir insan(lık) profili çizer. Paramparça, kübik imajlarla dolu bir manzara söz konusudur. Bu yönüyle “Çorak Ülke”nin halet-i ruhiyesini Pablo Picasso’nun tablolarında izdüşümlerini görmek, bunlar arasındaki denkleşmeyi ve eş-anlamlılığı anlamak gerekir.

Edebi modernizmin başlıca özelliği, modern dünyadaki toplumsal huzursuzluğun içinde huzursuz ya da mutsuz sanatçının bilincinin de bölündüğünü göstermesidir. Dinin değer yaratma becerisini yitirdiği, insanların duyarsızlaştığı, kişiliğin bölünüp parçalandığı, zamanın büküldüğü ve insanın bu koca enkaz karşısında bir başına kaldığı koşullar altında her şeyin öznelleştiği (psikolojikleştiği) bir ortamda, büyük varoluş hissi, insanın kendisi dışındaki herkes ve her şeyle kozmolojik bağlantı hissi, kısacası, büyük H ile Hakikat hissi kaybolur. Eliot’ın polifonik ya da çoklu-anlatımının gürültülü sesleri bize, toplumun hem alt, hem üst sınıfları arasında bir hayalet gibi dolaşarak bu yıkımın boyutlarını sergilemektedir. Umutsuzca da olsa, insan aşina olacağı, bağ kuracağı, kâinatın geri kalanıyla varoluşsal uyumunu tekrar sağlayacağı bir şeyler arar bu enkazda. Belli belirsiz bir mistifikasyonla beraber Eliot, dünyanın maddi tahribatının bilançosunu çıkarmaktadır. Bu muhasebenin vardığı toplam, köksüzlük, anlamsızlık, yalnızlaşma ve değersizliktir. Yıkıntılar arasında gezinen ve kendisi de bir yıkıntıdan ibaret olan şair, bu viranenin parçaları ve kırık dökük imajlarından beş perdelik bir tragedya yaratır. Fakat bu eser bir kompozisyon kurmaktan uzak (ya da aciz), kafası karışık, ruhu karanlık bir şairin elinde kompozisyonsuzlaştırma (decompose) olarak vücut bulur ve “Çorak Ülke” yeni bir ifade türü doğurur…

IV.

Çorak Ülke” daha ilk adımdan itibaren, labirentvâri bir zorlukla, okura kapılarını kolay açmayacağını gösterir. İngilizce yazılan şiirin başında Latince ve Yunanca epigraf varken, eserin Ezra Pound’a ithaf edildiği not İtalyancadır. Ebedi bir gençlik istediği halde dileğini yanlış dileyerek ölümsüzlük hakkı kazanan ve böylelikle sonsuza dek yaşlanmakla kendini lanetleyen bilgelik timsali Sybil’in yüzyıllar içinde bir kavanoza sığacak kadar küçülüp çaresiz düştüğünde ‘Ölmek istiyorum’ diye yakarması, Batı medeniyetinin –Spenglerci bir felâket arzusuyla– kendisini yok edecek bir ölüm sebebi aradığını gösterir. Nitekim I. Dünya Savaşı öylesi bir ölüm sevinciyle çıkmış; öngörülenin aksine, bedensel olduğu kadar, belki ondan da çok, ruhsal bir yıkım getirerek, “medeni dünya”yı coşkusuz, neşesiz, ölüce yaşamaya mahkûm etmiştir. Arzulanan bir şey olarak ölüm, şiirin ruhunu yansıtır. Metafizik ve etik açıdan ölüm meselesi, Eliot’ın ve Dünya Savaşının (emperyal, ekonomik, psikolojik, medikal) enkazını tecrübe eden tüm çağdaş sanatçıların en önemli konularından biridir ve ölüm temasıyla ilgili tartışmalar “Çorak Ülke”nin tüm bölümlerine yayılmıştır.

Birinci bölüm, “Ölünün Gömülmesi” adını taşır. Aslen Anglikan Kilisesinin bir dua kitabının adı olan bu başlık, modern Avrupa medeniyetinin hem güncel, hem kültürel parçalarından bir kolaj sunmaktadır. Şiir hiçbir ön hazırlık, hiçbir girizgâh ya da dekor sunmaksızın, kendini okura kitabın orta yerinden anlatmaya başlayarak dayatır. Uzunca bir süre okur, kimin konuştuğunu, kaç kişinin hikâyesi olduğunu anlayamadan şiirin peşine düşer. O ünlü “April is the cruellest month” (Nisan en zalim aydır ) dizesiyle başlayan şiir, Geoffrey Chaucer’ın Canterbury Hikâyeleri’ndeki baharla gelen yaşama sevincine vurulmuş bir yumruktur. “Ölü topraktan leylaklar diriltip hayata getirir.” Ancak Nisan o tazelenmeyle ve yaşam sevinciyle beraber insanda anıları ve arzuları da diriltir ki, bu yönüyle acıdan başka bir karışım sunmamaktadır (Eliot’ın can yoldaşı Jean Verdenal öyle bir Nisan gününde Çanakkale Savaşında ölmüştür, ayrıca aldatıldığını bir Nisan ikindisinde öğrenmiştir, vs). Anıların getirdiği nostalji duygusu geride kalan kışa dönüp bakmayı gerektirir ve Eliot, dünya sonsuz –her şeyi unutturan– bir kar beyazıyla kaplandığında “kış bizi sıcacık tuttu” der (Winter kept us warm/Earth in forgetful snow). Sonra birden, Avusturya Prensesi Marie olduğunu tahmin ettiğimiz bir ses devreye girerek, hanedanının yıkılmasıyla sonuçlanan savaştan önceki neşeli güzel günleri yad etmeye başlar. “Ansızın gelen sağanakla Yaz bizi şaşırtmıştı,” der, “sonra güneş açmış ve Hofgarten’a çıkmıştık” diye devam eder, Münih yakınlarındaki Starnberger Gölünden Alp Dağlarını gösteren manzaranın, yüzen kuğuların, yürüyüş patikalarının huzur dolu anılarının arasına dalarak. Sonra, çocukluğuna kadar geri gider; yitirilen saf mutluluğa ve doyumsuz neşeye, güvene, dostluğa. “Özgür hissedersin kendini orada” diyerek dağlara çıkmayı, kızakla kaymayı ve başka anıları çeker sohbetin içine. Şair bunu yaparken, ilk ifadeyi özellikle Almanca bırakır ve sonra bize Prensesin çevirmenliğini üstlenmiş gibi yapar. Daha sonra, İtalyancadan Fransızcaya, Yunancadan Sanskritçeye benzer geçişler yaparak İncil’in Yaradılış kitabında anlatılan, farklı dillerden insanların bir araya gelerek dikmeye çalıştığı Babil Kulesine bir gönderme yapar. Yakın geçmişin görkemli Belle Époque Avrupa’sı böylesi bir yerdir, adeta bir Babil Kulesi! Ancak insanlar tek bir dille konuştuğunda birbirini anlamıyordur, anlaşılmayan bir insan yalnızlıktan başka hiçbir şeye sahip değildir Eliot’a göre. Burada Prenses Marie vesilesiyle güçlü bir varsayım devreye girmektedir. Eliot’ın şiiri yazıp şekillendirdiği Lozan şehrindeki klinik hem İsviçre’nin üç-dilli bir ülke oluşu hem de Avrupa’nın savaş-sonrası pek çok elitinin orada tedavi edilmesi dolayısıyla çok-dillidir ve şair etrafta sürekli farklı dillerde konuşan insanlar duymakta ve ister istemez onların hikâyelerine kulak misafiri olmaktadır. Bu diller-arasılık ve Avusturya Habsburglarından bir prensesin de savaş sonrası depresyon geçirip söz konusu klinikte yatması ihtimali böyle de yorumlanmaya değer.

Prenses Marie’den sonra, melankolik ana-anlatıcı ses geri döner. Tevrat’taki Isaiah’ın Mesih’in kuru, çorak topraklarda yeni bir yaşam müjdesi olarak geri geleceğini gösterdiği kıssayı hatırlatan bir keskin dönüşle dinselleşen şiir şöyle devam eder:

Hangi kökler kavrar, hangi dallar bezer

Buradaki taş yığınını? Ey insanoğlu

Bunu bilemez, sezemezsin, çünkü bildiğin yalnız

Bir kırık putlar yığınıdır ki güneşte kavrulur

Ve ona ne ölü ağaç gölge, ne cırcırböceği erinç,

Ne de kuru taş su sesi verir. Yalnız

Burası gölge, altı bu kızıl kayanın

(Sığın gölgesine bu kızıl kayanın),

Ve ben öyle bir şey göstereceğim ki sana,

Ne seni durmadan izleyen sabahki gölgendir,

Ne kalkıp seni karşılayan akşamki gölgendir,

Sana korkuyu göstereceğim bir avuç tozda.6

Eliot, Kutsal Kitap retoriğine sahip bu dizeleri, vaktiyle büyülenerek izlediği Richard Wagner’in anılarla ve asla tahmin olmayan arzularla dolu operası Tristan ve Isolda’dan Almanca bir çift sözle bütünler. Opera, ortaçağda savaş halindeki iki düşman kavmin birbirine âşık fakat bir araya gelemeyen iki gencinin anılarını ve arzularını dile getirir ve fakat sevgilileri birbirine getirecek tek bir gemi yoktur ufukta: “Oed’ und leer das Meer” –uçsuz bucaksız ve bomboş bir denizdir aralarındaki.

Keskin bir sahne geçişiyle, ölülerin gömülmesi devam eder. Bu sefer bir falcı kadın konuşmaktadır. Avrupa’nın en iyi falcısı olarak nam salmış olan Madam Sasostris, nezleden burnunu çeke çeke kart bakar ve muhatabına “İşte, bu senin kâğıdın, boğulan Fenikeli Denizci” der ve bu kötü kadere işaret eden kâğıdı göstererek uyarır: “Denizde ölme sakın!” Ne var ki, Eliot’ın can dostu Jean, daha önce de belirttiğim gibi, Çanakkale cephesinde boğularak ölmüştür çoktan… Hiçbir kader, hiçbir kâhin, hiçbir falcı onun aşamadığı acısından ve sırtından indiremediği ölüm gerçeğinin ağırlığından kaçıp kurtulmasına izin vermez. Bu laneti gidermek adına tarot falında ‘asılmış adam’ çıkmaz, Hıristiyanlıkta asılmış adam –Tanrı’nın oğlu İsa– dünyaya dönmez, kayıp ‘kutsal kâse’ bulunmaz. Onu korumakla görevli Balıkçı Kral yaralı, yetersiz, çaresiz haliyle terk edilir kaderi karşısında. Süt ve bal dolu Vaat Edilen Ülke (the Promised Land) yerine ancak bir Çorak Ülke (the Waste Land) vardır bu tanrısızlaştırılmış dünyada. Bu çorak diyarda, insana verilmiş bir armağan olan ömre yazık edilmektedir. Feleğin çarkına tâbi olarak insanlar bu fâsit çemberde dönüp durmaktadır. “Büyük bir kalabalık görüyorum, halka olmuş dönüyorlar” dizesi Dante’nin Cehennem’ine doğrudan atıftır. Cehennem bu ziyan edilmiş hayatı yaşayan insanlardır.

Birinci bölümün son epizodu, yalnızlığın ve depresif melankolinin ifadesi olan sisler arasında bir Londra sahnesidir. “Unreal city!” (Gerçek-olmayan şehir) Charles Baudelaire’in Paris’iyle kurduğu ilişkiye atıf yaparak bu son bahsi açar.

Kirli sisi altında kış sabahının,

Bir kalabalık aktı Londra Köprüsünden, sürüyle,

Ummazdım, ölüm çökertsin insanları sürüyle,

Duyulan, kesik ve seyrek, iç çekişlerdi,

Ve gözleri kendi adımlarındaydı her adamın.

Aşıp tepeyi aktılar King William Caddesinden

Saint Mary Woolnoth Kilisesine, kulede çan

Ölü bir sesle tınlarken son vuruşunda dokuzun.7

Şiiri yazdığı sırada bankacılık yapan Eliot, Londra’nın finans merkezine bağlanan köprünün üstünün bir iş günü kalabalığı ile Dante’nin Cehennem’i arasındaki ilişkiyi sürdürür. Modern metropol yaşamı, insanları yaşayan ölülere çevirmiştir. Her gün bir önceki günün tekrarı, her insan bir diğerinin kopyası gibidir bu gri şehirde (Fritz Lang’ın Metropolis filmi, 1920’lerin devasa metropolünün distopyasını, Eliot’ın şiirinin ruhuna uygun bir ustalıkla resmeder). Şiirin sonu Baudelaire’in Kötülük Çiçekleri’nde okurlarına seslenişinin tekrarıdır. “Sen! Ey riyakâr okur, benzerim, kardeşim benim.” Kimsenin kimseyle ilgilenmediği, başını öne eğip ayakuçlarına bakarak yürüdüğü bütün bu insanlar pek çok bakımdan birbirinin kopyasıydı, bu ruhsuz çağda herkes yarı diri, yarı ölüydü.

V.

Çorak Ülke”nin ikinci bölümü bir satranç partisidir. Uzun bir betimlemenin ardından üst-orta sınıfa mensup bir kadınla bir erkeğin gergin ve mutsuz seslerini duyarız. Bu bir diyalog olmaktan ziyade birbirine sesini duyuramayacak kadar birbirinden uzaklaşmış, mutsuz bir çiftin karşılıklı monologlarıdır. Anlaşılan o ki, bu üst-orta sınıfa mensup çift adeta Tom ve Vivienne’in mutsuzluğunu resmetmektedir. Kadın sessiz duran adamın başında dolanır. Huzursuzdur:

Sinirlerim bozuk bu gece. Evet, bozuk. Yanımda kal.

Bir şeyler söyle. Neden konuşmuyorsun hiç. Konuş.

Ne düşünüyorsun? Nedir düşündüğün? Ne?

Hiç bilmem ki ne düşündüğünü. Düşün.’

Sanırım dönekler geçidindeyiz biz

Ölülerin kemiklerini yitirdiği.

Nedir bu gürültü?’

Kapının ardından esen rüzgâr.

Peki, bu gürültü? Rüzgârın yaptığı ne?

Hiç işte, hiç.

Hiçbir

Şey bilmez misin sen? Hiçbir şey görmez misin? Hiçbir

Şey hatırlamaz mısınız?

Hatırlarım.

Bu inciler o adamın gözleriydi eskiden.

Diri misin, ölü mü? Hiçbir şey yok mu kafanda?’8

Tartışma, sinirleri bozuk iki kişinin bazen iç sesi, bazen cevapsız kalan soruları nedeniyle gerçek bir tartışma bile değildir. Üst sınıfların kibarlığı, kavgayı bile mesafeli ve cansız kılar. Eliot’ın Nisan ayına topladığı geçmiş ve gelecek, yani anılar ve arzular bastırıla bastırıla silikleşir. İnsan, herkesin ve her şeyin yıkık dökük olduğu bir yerde konuşmanın imkânsızlığına hapsolur. Sonrası, bir başka yerde satranç partisine katılmaktır.

Neden sonra, bir kez daha keskin bir sahne değişimiyle Londra’nın işçi sınıfının uğradığı bir pub şiirin mekânı olur. Burada iki kadın gecenin geç saatinde bir üçüncü kadın hakkında konuşmaktadır. Sohbet dizeler boyunca sürerken barmen “Hurry up please, it’s time!” diye büyük harflerle bağırır durur, bu “Toparlanalım lütfen, kapatıyoruz” demektir. Uzun süren bir günün ardından saatin geceyarısını vurduğunu varsayabiliriz. 31 yaşında ve beş çocuklu Lil’i çekiştirmektedir kadınlar. Konuşan kadın, arkadaşını, güngörmüş bir kadına yaraşır şekilde ikaz edip ona yol gösterdiğini anlatmaktadır. Dişlerini yaptırmasını, aksi halde dört yılın sonunda askerden dönecek olan Albert’ı başkasına kaptırırsa üzülmeye hakkı olmayacağını, kendisine bakması ve üzerindeki ölü toprağını atıp biraz dişileşmesini (yeniden doğmasını) önermiştir. Yaşından fazla gösterdiğini bile söylemiştir arkadaşının kendisine çekidüzen vermesi için. Uyarıların muhatabı olan zavallı Lil ise, “Çocuk düşürmek için aldığım haplardan” diye mazeretini söylemiştir. Muhtemelen Lil, askerdeki Albert’ı aldatmaktadır. Bu da Eliot çiftinin hikâyesinin alt tabaka kadınların dilindeki versiyonunu dinlediğimizi bize gösterir. Evlilik, üst sınıfın kibar ve anlamsız bunalımları ve alt sınıf kadın mahremiyeti çekiştirmeleriyle aynı şeyi anlatır: Çorak Ülkede evlilik(ler) de yaşamamaktadır.

Bu arada şiire dekoratif canlılık katan barmenin sesi tekrar duyulur ve günü kapatır.

ACELE EDELİM LÜTFEN, VAKİT TAMAM!

İy’ geceler Bill. İy’ geceler Lou. İy’ geceler May. İy’ geceler. Güle güle. İy’ geceler. İy’ geceler.

İyi geceler hanımlar, iyi geceler güzel hanımlar, iyi geceler, iyi geceler…9

Her iki evlilik temsili de üzücü, içler acısı bir mutsuzluk hikâyesinin küçük birer kesitidir. Şairin, şiiri yazdığı ruh ve sinir hastalıkları kliniğinde hâlâ eşiyle hesaplaşamadığı bir şeyler olduğunu bize açıkça gösteren bu bölüm 1920’lerin başındaki Britanya’nın toplumsal manzarasını da gözümüzde canlandırma imkânı vermektedir. Bu arada, son sözlerdeki vedalaşmanın tınısı Shakespeare’in Hamlet’teki Ophelia’sına atıf yapmaktadır.

VI.

Üçüncü bölüm “Ateş Vaazı” adını taşır. Bu bölümde Tiresias adında bir anlatıcıyla karşılaşırız önce. Kral Oedipus dramasının ahlak peygamberi olan Tiresias, Thebes şehrinin ahlaki yozlaşmışlığına karşı bir uyarıcıdır. Ovidius’un Dönüşümler’de anlattığına göre, tanrılar tarafından ömrünün yedi yılını kadın olarak geçirmekle, sonra da körlükle cezalandırılmıştır. “Pörsümüş kadın memeli, kör” bir erkek olan Tiresias “Çorak Ülke”de bir iş insanıdır. İzmir’den Londra’ya gelen genç bir Rum tüccarla buluşur, iş konuşur, bir yaz sonu gecesi elleri cebinde başıboş düşüncelerle etrafta dolaşır (şiirde zikredilen mekânlar Londra’nın eşcinsellere hizmet veren yerleridir; yani dolaylı olarak anlarız ki, ahlak vaaz eden Tiresias bile metropolde dünyevi hazların peşine düşmüştür. Büyük Savaş sonrasının Londra’sı işte bu denli ayartıcı, bu denli yozlaştırıcı ve günahkârdır). Bölüm boyunca Londra’nın Thames Nehri ve etrafındaki görüntülerden kesitler sunulur okura. Etrafta vakit öldüren balıkçılar, dok işçileri, bir yerlerden bir yerlere yürüyen bankacılar… Arada, evine gelen vasıfsız adamın cinsel taleplerini isteksizce de olsa karşılayan bir daktilocu kadının, yaşadığı bu sefil hayatı nasıl kanıksadığını görürüz. Şair, Kral Tereus’un Filomela’ya tecavüzünü de hatırlatarak anlatır bu sahneyi.

Londra’nın tozu, kiri, Thames’ın yağı ve katranıyla etrafta gezindikten birkaç satır sonra, eve dönen kocayı ve onun (olan biteni anlamış olmasına karşı) yaşadığı derin çaresizliğini görürüz. Buradaki Moorgate semtine atıf, Bertrand Russell’ın yasak aşk yaşadığı Vivienne’i alıp götürdüğü, buna karşın Eliot’ın bu gidişe engel olamadığı evin adresi olmasındandır.

Kalbim, ayaklarımın altında. Olanlardan sonra

Ağladı. Söz verdi ‘yeniden başlamaya’

Bir şey demedim. Ne diye güceneyim?10

diyen ve bağrı yana yana yaşamaya devam eden insan, çıkış arayan her mümin gibi, çarmıhtaki İsa gibi, “Tanrım çekip kurtarıyorsun beni” diye dua-yakarış arası bir tonla Tanrı’sıyla konuşur. Ateşler içinde yanmaya devam ederken insan cinnet geçirmemek için kendine tanrısal ahlak vaaz etmekten başka hiçbir şeye sahip değildir.

Bu bölümde Eliot’ın Budist, Hindu ve Aziz Augustinus gibi klasik Hıristiyan kaynaklarından bildiği ‘arzunun yakıcı ateşi’ni söndürmek, arzusuzlaşmak, dünyadan arınmak ve acılardan, ıstıraplardan, gönlündeki yanma hissinden daha yüksek bir mertebeye çıkmak çabası kendini gösterir. Şairin kendini ortaya koyarken tüm toplumu kapsayacak kurgular sunmasıyla ilgili akademik yorumlar, Batı modernitesinin yaşadığı decadence’a, dejenerasyona, psikolojizme ve yayılan nihilizme işaret etmektedir. Dünya Savaşı ve Bolşevik Devrimiyle beraber sadece imparatorluklar, hanedanlar değil, Kilise ve (Tanrı’nın öz evlatları olarak) Hıristiyan insan da çökmüştür. Bütün değerler değersizleşmiş, insanın kozmik sorular etrafında şekillendirdiği ödül ve ceza inancı anlamını yitirmiş ve bu büyük manevi krizden kaçan herkes geçici dünyevi zevkler etrafında koşturmaya başlamıştır. Bu, tüm dalları kurutan sert rüzgârlarla dolu bir sonbahardır Eliot’ta.

VII.

Dördüncü bölüm olan “Suda Ölüm”, Eliot’ın hem savaşta kaybettiği yakın dostunun hatırasına selam yolladığı, hem falına bakan kadının Fenikeli denizcisine atıf yaptığı metnin en kısa parçası olan kısımdır. Amerika’nın üst sınıfına mensup bir sosyal çevrede büyüyen ve çevresindeki birçok kişi gibi, göçmenleri, yoksulları, Yahudileri, Siyahileri, basit insanları küçümsediği geçmişine dönüp bakan T. S. Eliot, kibir, dünyevi arzu ve ihtirasların zararlı şeyler olduğunu gördüğünü burada açıkça belli eder. Yine burada Fenikeli denizci Phlebas üzerinden, şair Montaigne’in Denemeler’inde “Bir karıncayla bir fili acıktıran iştah aynı iştahtır” sözünü hatırlarcasına, çoğu beyhude şeylerle harcanan ömürde basit değerlerden fazlasının anlamsız olduğunu fark ettiğini gösterir. Şiirin önceki kısımlarında Buddha’nın öğretilerinin gölgelerini gördüğümüz şair, hayatın anlamına ya da anlamsızlığına dair ölümün gerçekliğini konuştukça bir hafiflik hissi duyar. Memento Mori!: Ölümü Hatırla! Bu Nirvana mıdır bilinmez, ama ölüm geldiğinde, denizlere hükmeden bir denizci için artık ne “martıların sesi”nin, ne “denizin dipten yükselişi”nin, ne “kârının, zararının” bir anlamı olacağını belirtir ve Phlebas üzerinden okura –hiç şüphesiz, kendisine de– bir hatırlatmada bulunur:

Sen ey dümende durup rüzgârı kollayan kişi

Unutma ki Phlebas da eskiden senin gibi yakışıklı, boylu biriydi.11


T. S. Eliot, tıpkı Cahit Sıtkı’nın hissettiği gibi, otuz beşinci yaşının eşiğinde –şiir yayınlandığında 34 yaşındadır– bu hafifleme duygusuyla ruhunu teskin etmeye çalışmaktadır. Ya da Kavafis’in kendi çorak ülkesini var ettiği “Şehir” şiirinde kabul ettiği gibi, deruni bir kabullenişle,

Yeni bir ülke bulamazsın,

başka bir deniz bulamazsın,

Bineceğin gemi yok, çıkacağın yol yok.

Ömrünü nasıl tükettiysen burada,

bu köşecikte,

öyle tükettin demektir

bütün yeryüzünde de12

demektedir. İnsan denizde boğulmama telkinine sıkı sıkıya uymaya çalışsa da, karada manevi olarak boğulacağı çorak bir ülke vardır.

VIII.

Şiirin son bölümü büyük bir patlamadan ve kopuştan ibarettir. “Ver”, “anlayış göster”, “kontrol et” mottolarında özetini bulan ahlaki prensipler Eliot’ın Himalayalar’dan alıp çürümüşlüğünü gördüğü Hıristiyan dünyaya taşımak istediği üç büyük değer olacaktır. Bu bölüm, birinci bölümde hangi köklerin, hangi dalların büyüyeceğinin sorulduğu o “taş yığını” beldeye (“stony rubbish”) geri döner. İsa’nın çarmıha gerildiği yerde ölüm fikri tekrar canlanır. Tanrı’nın ölümünün acısı, İsa’nın çarmıhta çektiği acı, bir yeniden doğuşun müjdesi olmalıdır. Balıkçı Kral ‘kutsal kâse’nin arayışı için yaralı yattığı yerden doğrulmalıdır. Bir yandan ölüm, bir yandan doğum: Nisan ayı gibi… Anıların ve arzuların kesiştiği bir yerde, ölü ve diri birbiriyle yüzleşir: “He who was living is now dead/We who were living are now dying.” (O adam ki yaşıyordu şimdi ölüdür/Biz ki yaşıyorduk şimdi ölüyoruz).

Çorak Ülke; bu taşlık, bereketsiz, kurak yer, İsa’nın ölüm yükünden kurtulduğu Golgota’dır bir bakıma. Çarmıhtaki İsa’nın ardından ağıt yakan anası, birkaç havarinin hüznü, bu taşlı tozlu beldede kopmak üzere olan bir fırtınanın habercisi olan gökyüzünün gürültüsüyle, grisiyle, uğultusuyla insanı mahvetmektedir – dönüş yolundayken, İsa, havarilere belli belirsiz görünse de, mucizeler yalnızca inananlar içindir, Roma askeri için değil. Ne var ki, Çorak Ülkede müminler de çoktan Romalılara dönüşmüştür.

Şiirin ansızın geri döndüğü 20. yüzyılın Londra’sı, modernliğin ve Üzerinde Güneş Batmayan İmparatorluğun başkenti, bir zamanların İskenderiye’si, Kudüs’ü, Atina’sı, Roma’sı gibi yıkılmaktadır. (Birinci bölümde bahsi geçen) kuleler devrilmekte, köprüler çökmektedir. Bu küçük kıyametle Eliot’ın dizeleri çıldırmışçasına kontrolden çıkar ve delice hızlanır, hızlanır ve referans fırtınaları arasında birden sulhe kavuşur. İsa’nın yeryüzünden gökyüzüne geçişi gibi, Eliot da Hıristiyan (Batı) teolojisinden Hindu (Doğu) teolojiye geçiş yapar. Upanişadlardaki Yaratıcı Tanrı Prajapati’nin huzurunda ilk güne geri dönülür; günlerin başlangıcına. İnsanlar, iblisler, tanrılar; hepsi Yaratıcı Tanrı’nın huzurundadır ve hep bir ağızdan huzura ermek için ne yapmaları gerektiğini sorarlar. Prajapati tüm ululuğuyla bir gökgürültüsü gibi cevap verir… Heybetinden, cevabi sesin sadece ilk hecesini duyabilmiştir huzurdakiler. “DA!!!!” Eliot, bunu vurgulu şekilde gösterir: Tanrılar ulu cevabı “Datta!” diye duymuştur ki bu “vermek” anlamına gelir. İnsanlar “Dayadhvam!” diye anlamıştır hayatın sırrını, bu da “anlayışlı, merhametli” olmayı salık verir. İblisler ise “Damyata!” cevabını duyduklarını söyler ve bu, “kendini kontrol et” demektir. Aslında İsa (da) bu üçünü birden çarmıhta insanlığa sunmuştur. Kendinden fedakârlık, ona kötülük edenlere merhamet ve tüm acılarına rağmen kendini kontrol ederek her şeyin en iyisini bilen Tanrı’ya (kadere) teslimiyet… Mutlak huzur, insanın yüklerinden hafiflemesiyle bulacağı bu kutsal huzurdadır: Nirvana.

Shantih, shantih, shantih! (Huzur, huzur, huzur!)

IX.

Bu son bölümde Eliot, terk edilmiş bir kasaba havası veren bir tasvirle bizi I. Dünya Savaşının ardından ortaya çıkan enkazla bir kez daha yüzleştirir. Sis ve pus arasında, kırık dökük bir dekorda, virane bir kilisenin bir ucunda, Yahuda’nın ihanetini ve Çarmıha Gerilişin kaçınılmazlığını hatırlatan bir horoz ötmektedir. Modern dünyanın çoraklığıdır bu anlatılan.

Dağlar arasındaki bir köhne çukurda

Soluk ay ışığında, türkü söylüyor otlar

Çökmüş mezarlar üstünde, kilise çevresinde,

O boş kilise, yalnızca rüzgârın barınağı.

Ne cam ne çerçeve, kapısı çarpıp duran

Kimseye zarar gelmez kuru kemiklerden

Yalnızca bir horoz tünemiş çatının direğine13

Eliot, yıllar sonra “Çorak Ülke” üzerine konuşurken, şiirinde bahsi geçen tüm erkeklerin tek bir erkek, tüm kadınların tek bir kadın olduğunu ifade ederek bu darmadağın fragmanlardan kendi hayat hikâyesini görmemizi sağlayan bir hamleyle perdeyi açmıştır. “Bu fragmanlarda kendi yıkıntılarımın kıyılarında dolaştım” diyen Eliot’ın şiirin genelinde kendisini tarihsel, teolojik, mitolojik ve kurgusal kişiler üzerinden anlatmasını, Harold Bloom, bir ressamın otoportre çizerken aynada gördüğü kendi yüzünü değil de başka yüzlerde gördüğü şeyi resmetmeye, kendini tanımlarken etrafındakilerin tanımları üzerine yoğunlaşmaya meyletmesine benzetmiştir.14

Çorak Ülke” okurlarına güvenilecek bir değer, bir anlam, bir uyum arayışıyla koca bir dünya verir ve Odysseus veya Gılgameş gibi tarih-ötesi bir insanlık kıssası anlatır. Bunu yaparken ki arayışları, çöken Batı medeniyetinden uzaklaşma, Batıyı terk edip Doğuya yönelme ya da –tıpkı kendisinden yüz yıl önce Romantiklerin yaptığı gibi– “moderniteden kaçış” olarak da yorumlanabilir. Aşırı bir yorumla, Batı medeniyetinin yıkıntılarında, ‘kutsal kâse’ kıymetindeki yaşamsal anlamı arayan Eliot, kendi yıkıntılarından “hiçbir yerde zincire vurulmamış” Rousseaucu bir soylu vahşi yaratmanın arayışı içindedir de… Ne de olsa modernizmin (sürrealizmden kübizme) tüm avangard versiyonları bu baştan yaratımın peşine düşmüştür. Eliot’ın şiirinin baharda başlayıp dört mevsimi dolaştıktan sonra tekrar baharda tamamlanması, onu medeniyetin yok etmediği ilksel değerlere geri dönüş konusunda, yeniden doğuş ve ebedi dönüş konusunda hâlâ umudu olduğunu düşündürmektedir. İnsanlık ve Kurtuluş adına, yeşil çayırları çoraklaştıran, dağları delip denizleri dinamitleyen ve şehirleri koca birer mezarlığa çeviren bunca bilgiden sonra, neye yeniden başlamak mümkünse artık…

1 Eliot başlangıçta İsa’nın son akşam yemeğindeki kutsal kâseyle ilgili Balıkçı Kral kıssasını anlatmak istiyordu, hükümdarın kâseyi bulup ondan bir yudum içmesiyle çorak düşen yurdunun yeniden dirilip canlanışını işlemek ona evrensel bir şiir yazma imkânı olarak görünmüştü.

2 Çeviri için, bkz. Cevat Çapan, “Çorak Ülke”, Çağdaş İngiliz Şiiri Antolojisi (içinde), İstanbul: Adam Yayınları, 2. baskı, 2000, s. 90.

3 John Worthen, Bir Şairin Yaşamı, T. S. Eliot, çev. Zeynep Anlı, İstanbul: İthaki Yayınları, 2017, s. 58. Eliot daha sonraları, evliliğini, “içinden ‘Çorak Ülke’nin çıktığı ruh hali”ni yaratan bir dönem olarak tanımlamıştır. Age, s. 89.

4 “Çorak Ülke” dilimize birkaç kez çevrilmiştir. Bunlardan ilki 1965’te Eliot’tan seçme şiir çevirilerini kitaplaştıran Kıbrıslı şair Osman Türkay’ınkidir. Sadece şiirin beşinci bölümüyle yetindiğimiz bu çeviriden sonra, 1985’te Cevat Çapan şiirin tam çevirisini Türkçeye kazandırmıştır. 1980’lerin sonunda Kültür Bakanlığının yayınladığı T. S. Eliot kitabı için Yüksel Peker’in yaptığı çeviriyi, 1990’da Suphi Aytimur’un –nam-ı diğer Eliot Suphi’nin– başarılı çevirisi takip etmiştir. Yaşar Günenç’in 2000’de yaptığı çeviri Çorak Ülke adıyla müstakil olarak yayınlanmıştır. Everest Yayınlarından 2017’de çıkan Samet Köse çevirisi ise sabıkalıdır. Bununla beraber, online platformlarda “Çorak Ülke”nin Osman Tuğlu ve İsmail Aksoy’a ait çevirileriyle de karşılaşmak mümkündür. Ayrıca Gül Ülker Gül’ün Boğaziçi Üniversitesinde tez çalışması olarak yaptığı bir “Çorak Ülke” çevirisi bulunmaktadır (2017). Eliot’ın diğer eserlerinin Ülkü Tamer, Bülent Ecevit, Bilge Karasu, Akşit Göktürk gibi usta isimler tarafından yapılmış olması da onun hem zorluğunun hem de kıymetinin bilindiğini göstermektedir.

5 Harold Bloom “Introduction”, Harold Bloom (der.), T. S. Eliot’s The Waste Land, New York: Infobase Publishing, 2007, s. 20.

6 T. S. Eliot, Çorak Ülke, Dört Kuartet ve Başka Şiirler, çev. Suphi Aytimur, Adam Yayınları, 1990, s. 43.

7 Suphi Aytimur çevirisi, s. 44-45.

8 Cevat Çapan çevirisi, s. 73-74.

9 Cevat Çapan çevirisi, s. 76.

10 Cevat Çapan çevirisi, s. 83.

11 Cevat Çapan çevirisi, s. 84.

12 Konstantinos Kavafis, “Şehir”, Kavafis’ten Kırk Şiir (içinde), çev. Cevat Çapan, İstanbul: Adam Yayınları, 1993, s. 22.

13 Cevat Çapan çevirisi, s. 88.

14 Bloom, age, s. 51.