KAYBOLAN BABIÂLİ’NİN ARDINDAN: 5

 

Hüseyin Cahit Bey, İstiklâl Mahkemesi’nin Önünde Dikleniyor!

Takrir-i Sükûn Yasası  yürürlüğe girdikten hemen sonra, “Tanin” gazetesinin sahip ve başyazarı Hüseyin Cahit (Yalçın) Bey de  Ankara İstiklâl  Mahkemesi’nin  önüne çıkarıldı. Suçu, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası İstanbul Şube binasında yapılan aramayı, gazetesi “Tanin“-de, “Baskın!” başlığıyla duyurmaktı.

Halk arasında  “Üç Aliler Divanı”  olarak anılan (Başkanı Ali Çetinkaya-Kel Ali-, üyelerden biri Kılıç Ali, Savcı Necip Ali) kararları   temyiz edilemeyen bu kıyıcı mahkemenin önünde savunmasını yapan Hüseyin Cahit Bey; “Böyle  bir mahkemede  sanık  olmayı şeref sayarım” dedi.

Mahkemenin kararı Hüseyin Cahit Bey için; “Çorum’da nefy-i ebedî” (sonsuza kadar sürgün) oldu.

Yargılama sonunda, Hüseyin Cahit Bey’e,  “Böyle kıyıcı bir mahkemenin önünde o sözü söylemekten  korkmadınız mı?” diye sordular. Hüseyin Cahit Bey; “Korktum, ama söylemek zorundaydım” cevabını verdi.

Ahmet Emin (Yalman) Bey  Mustafa Kemal’in  Karşısında: “Emredersiniz Paşam!”

“Atatürk geliyor, yanında dostları da varmış…”

     Ortalık karıştı. Bir yıldan fazla süredir Gazi’ye Atatürk deniyordu. Devrim sivilleşiyordu.

     Ahmet Emin, Amerikalı petrolcülerle oturduğu masanın yakınına telaşla büyük bir sofra kurulduğunu görünce heyecanlandı. Bir ara, misafirlerinden özür dileyip kaçmayı düşündü, mümkün değildi. Elazığ İstiklâl Mahkemesi  macerasından sonra ilk kez Atatürk’ün bu kadar yakınında olacaktı.  Ona, nasıl muamele edileceğini kestiremiyordu. Lokantada herkesin içinde berbat bir durumda da kalabilirdi. Kadere boyun eğdi. Yapabileceği bir şey yoktu. Bekledi.

     Atatürk, kadınlı erkekli büyükçe bir  grupla geldi, masasına oturdu. Ahmet Emin’i görmüştü. Biraz sonra onu ve eşi  Rezzan Hanım’ı  masasına davet  etti, misafirlerini sağına ve soluna oturttu.

     “Mesleğinizden hayli zamandır uzak düştünüz  Ahmet Emin Bey, halinizden memnun musunuz?” diye gülerek sordu.  

     Ahmet Emin, daha ağzını bile açmadan Rezzan Hanım atıldı:

     “Ben memnun değilim Paşam! Bir gazeteci ile evlenmiştim, şimdi bir işadamının karısıyım. Buna razı değilim.”

     Atatürk güldü. Yine Ahmet Emin’e sordu:

     “Gazetecilik mesleğine  dönmeyi ister miydiniz?”

     Ahmet Emin’in dili dolaştı. Zaten sıkılgan bir adamdı. Mesleğe dönmek umudu belirince çok heyecanlanmıştı   

    “Elbette Paşam” dedi,  “Zaten mesleğimin dışında kürek mahkûmu gibi hissediyorum kendimi.”

     “Öyleyse, bu şimdi bana vereceğiniz cevaba bağlı” dedi Atatürk. Soru sorar gibi değil de, bir anı anlatır gibi konuşmaya başladı:

     “Seneler evvel, benim Selanik Askerî Rüştiyesi’nde çok sevdiğim bir  hüsnühat (yazı)  hocam vardı. Bütün derslerimden tam not alırdım, ama yazım okunmaz  haldeydi. Buna rağmen o bana tam not verirdi ve sınıf birincisi olmamı tehlikeye sokmazdı. Yıllar geçti. Hayata atıldık. Memleketime ve milletime hizmetlerde bulunduğumu sanıyorum. Tam bu sırada karşıma hocamın oğlu çıkıyor ve bana bütün yaptıklarım için sıfır not vermeye kalkışıyor. Ne diyorsunuz buna?”

     Ahmet Emin bembeyaz oldu. Atatürk ona, “Sen muhalefeti, beni inkâra kadar vardırdın” diyordu. Mesleğine tekrar dönmek istiyorsa, Atatürk’e olan inancını ve hayranlığını ispat etmeliydi. Gözleri dolu dolu, tutuk bir dille konuştu:

     “Hizmetlerinizin büyüklüğünü takdirde kimseden geri kalmayı kabul etmem Paşa Hazretleri. Bu hizmetler en aşırı ümitlerimin de üzerindedir. Yaptıklarınıza o kadar değer veriyordum ki, sizinle ilgili her şeyin aynı ölçüye uymasını diliyordum; tenkit ve uyarılarımı da bu inançla  yapıyordum. Araya bazı  hatalı görüşlerim karışmış olabilir Paşam. Pratik icapları ve imkânları ölçmekte zaman zaman yanılmış olabilirim. Fakat sizi temin ederim ki, size karşı sevgim daima hudutsuzdur. Kimsenin tesiri altında kalmadan, kimseye alet olmadan tenkitler yaptım. İyi niyetimden kimse şüphe edemez. Her zaman memleketin iyiliğini düşündüm.”

     “İyi niyetinizden kuşkum olsa, sizinle bu  konuşmayı yapmazdım” dedi Atatürk ve hemen ekledi:

     “Bu dediklerinizi kamuya açıklamak ister miydiniz?”

     “Elbette Paşam!”

     “O halde bu açıklama şeklini ben tespit edeceğim, siz lütfen not alınız!”

     Atatürk  ağır ağır söylemeye başladı:

     “On yıldır mesleğimden uzak düştüm. Bu zaman bir milletin hayatı için kısa bir devirdir, fakat  fertlerin hayatında çok yer tutar. On yıl önce tabiat kuvvetlerinin gidişine ayak uydurmakta zorluklar geçirdim. Bu benim kabahatim değildi. Kusuru, ortalığa hâkim olan hal ve şartlarda aramak icap eder. Tecrübe sahalarında  on yıl müddet ders gördükten sonra, bir Türk  şairinin, ‘Bu memleketi harap olmaktan kurtaracak bir adam yok muydu?’ diye sorduğu suale, ‘Evet, var!’ diye cevap veren adamla yeniden işbirliğine girişmeye  kendimi istidatlı ve hazır görüyorum.”

     Ahmet Emin not alırken, kendi ağzından söylenen sözlerin manasını da kavramaya çalışıyordu. Atatürk ondan, ‘Bir daha senin  karşına çıkmayacağım, senin yanında olacağım, memlekete ancak böyle hizmet edileceğime inanıyorum’ sözünü alıyordu.

     Bir kaç gün sonra Falih Rıfkı, Ahmet  Emin’e şu haberi getirdi:

     “Karpiç’te sana dikte ettirdiği açıklamanın  yayımlanmasını gerekli görmüyor. O bir şakaydı diyor. Ama istersen mesleğe dönebilirmişsin.”

 

Muhalif ve Atak Bir Gazeteci: Arif Oruç…

Babıâli’nin Tek Parti Yönetimi altında  bulunduğu 1925- 1946 yılları arasında; 1930’larda çıkardığı Serbest Fırka’nın sözcüsü  “Yarın” gazetesiyle adından sıkça söz ettiren ilginç bir gazeteci vardır: Muhalif ve atak Arif Oruç!

Arif  Oruç 1893’te Elazığ’da doğdu. Babası Elazığ  vilayet matbaası müdürü ve mektupçusu Ahmet Efendi’ydi. Ana tarafından   Dimetoka kazasındandı. Lise öğrenimi görmüştü. Gazeteciliğe 1913’te “Tanin”  gazetesinde muhabirlikle başlamıştı. 1914’te “Tasvir-i Efkâr”  gazetesinde muhabirlik yapmaya başladı. Aynı yıl içinde Mihran Efendi’nin  “Sabah”  gazetesi  adına Balkanlara siyasi muhabir olarak gitti, aynı zamanda Sofya’da “Türk  Sadası” isimli  Türkçe günlük gazetenin başyazarlığını da yapmıştı. Bu sıralarda Mustafa Kemal Sofya ataşesi, Fethi Bey de Sofya elçisiydi. Arif Oruç o günlerde  her ikisiyle de samimi bir dostluk kurmuştu. Balkanlardan döndükten sonra tekrar Tasvir-i Efkâr’a “istihbarat heyeti müdürü”  olarak girdi. Mütarekenin en uğursuz ve müşkül zamanlarında Tasvir-i Efkâr’ın  “mes’ul müdürlüğü”nü  üzerine aldı,  işgal ordularının sansürüyle uzun mücadelelerde bulundu.

İzmir işgal edilip Aydın Zeybekler Cephesi kurulduğu zaman “Tasvir” gazetesi adına oraya gitmiş ve gazetesine mektuplar yazmak suretiyle Yunan mezalimini ve halkın bilinçli  karşı koyma hareketlerini  belirtmişti.

İstanbul’un işgalinden sonra Tasvir-i Efkâr’ın sahibi Talha Bey  tutuklanınca Arif Oruç Ankara’ya kaçtı.

1920 Eylülünde “Yeni Dünya” gazetesini çıkarmaya başladı. Gazete önce Eskişehir’de  sonra Ankara’da yayınlandı. Büyük taarruzdan önce  Antalya’ya giden  Arif Oruç orada da “Yeni İzmir” adındaki günlük gazeteyi çıkardı. Daha sonra İzmir’de “Yeni Turan” gazetesini yayın hayatına soktu.

Sonunda  1929’da İstanbul’da Babıâli’de “Yarın” gazetesini yayınlamaya başladı. Ertesi yıl, yani  1930’da Serbest Fırka kurulunca, “Yarın”  bu partinin sözcülüğünü üslendi. CHP’yi savunan gazete ve gazetecilere karşı saldırıya geçti. Bu partizanlık kavgasının en şiddetlisi “İnklâp” gazetesiyle  CHP’yi savunan Al Naci (Karacan) ile olanıydı.

Ağır hakaretler içeren yazılarıyla da yetinmeyen Ali  Naci, “Vatan Haini  Arif Oruç” yazılı afişler bastırıp İstanbul sokaklarına astırınca,  Arif Oruç İkdam Yurdu’nun bir üst katındaki  Ali Naci’nin odasına doğru  tabancasının kurşunlarını boşaltıverdi.

Ertesi yıl, Cumhuriyet gazetesi sahip ve başyazarı  Yunus Nadi ile  aralarında şiddetli polemikler yaşandı. Hükümet,  Arif Oruç  gibilerin  gazete çıkaramaması  için Basın Kanunu’nda değişiklik yaptı. Bu durumda Arif Oruç başkalarına aldırdığı  imtiyaz hakkıyla  gazete çıkarmayı  denediyse de başarılı olamadı. Bir ara polemikleri sırasında Yunus Nadi’ye  söylediği sözü yerine getirerek, ayakkabı boyacısı dükkanı  açtı.

Sonunda 1933 yılının kasım ayında bir gün; Türkiye Cumhuriyeti Devletinin gizli servis elemanları  evine giderek,  sobasının başında  ısınmakta olan Arif Oruç’u  derdest ederek Bulgaristan’ın Şumnu şehrine bırakıp geldiler.

Arif Oruç “Yarın”ı  Şumnu’da, Sofya’da ve Paris’te broşürler şeklinde yayınlamayı sürdürdü.

1937’de Türkiye’ye  döndü. Tutuklandı. İdam talebiyle yargılandığı  ağır ceza  davasından beraat etti.

Bundan sonra gazetelerde “Ayhan” takma adıyla  tarihî  ve edebî tefrikaları yayınlandı.

Ali Naci’nin (Karacan)  1950 Mayısında yayın yaşamına soktuğu “Milliyet” gazetesinin  yazar kadrosuna alındı.

9 Ekim 1950’de öldü.

Ölümünün ardından  en kadirbilir yazıyı da;  yıllar önce 1930’da afişli-tabancalı müthiş bir kavgaya tutuştukları Ali Naci, gazetesi “Milliyet”te yayımladı:

     “Fikir ve siyasi hayatımızda yeni merhaleler açmış olan kıymetli mütefekkir ve muharrirlerimizden Arif  Oruç…”

 

Bir Babıâli Paryası: Kemal  Ahmet…

Namuslu ve dürüst gazetecilerin, Babıâli’nin kurtlar sofrasında nasıl  yenilip yutulduğunun en büyük örneklerinden biri Kemal Ahmet’tir.

1904 yılında İstanbul’da doğan Kemal Ahmet, küçük yaşta annesini kaybetti. Babası büyüttü, yetiştirdi, okuttu. Yüksek Ticaret Okulu’nu bitiren Kemal Ahmet, bir süre sonra babasından koparak, kendi göbeğini kendisi kesmek istedi. Kadıköy’de bir pansiyona yerleşerek iş aramaya başladı. Günlerce, haftalarca, aylarca İstanbul  kazan   Kemal  Ahmet kepçe oldu. Sonunda Cağaloğlu’ndaki  kahvelerde ve kalabalık yerlerde dağıtılan bir el ilanından “Halk” adında yeni bir gazetenin çıkacağını öğrendi.

1920’li yılların sonunda yayın hayatına atılan “Halk”ta  gazeteciliğe başladı Kemal Ahmet. “Halk” gazetesi daha bir yaşını bile doldurmadan sıkıntıya girdi. Satış ve ilan gelirleri hızla düştü ve sonunda kapandı.

Kemal Ahmet  o güne kadar içeriden çektiği avansları düşüldükten sonra, eline tutuşturulan  730 kuruşla kendisini Babıâli kaldırımlarında  işsiz buldu. Bir ara Ticaret Okulu’ndan bir hocasının aracılığıyla  “Cumhuriyet”  gazetesine  yerleştirildi. “Cumhuriyet”teki görevi; liman ve gümrük haberlerini toplamak, fiyat dalgalanmalarını  izlemek, borsa kulislerindeki fısıltıları dinlemekti.

Birkaç yıldır içinde olduğu bu dünyada, korkak ve kaypak aydınlardan, okumuşlardan duyduğu tiksinti ve öteki hayal kırıklıkları da yoğunlaşan Kemal Ahmet teselliyi, sade ve sıradan halk insanlarının “efkâr dağıttıkları” meyhanelerde  aramaya  başladı. Artık, “vakt-i kerahet”i  geçirmemekteydi. Toplumda ve hele hele içinde bulunduğu Babıâli dünyasında  bizzat yaşamaya başladığı, eliyle tuttuğu haksızlıklardan, alçaklıklardan kurtuluşu alkolde aradıkça sağlığı gittikçe  bozuldu Kemal Ahmet’in…

“Cumhuriyet”ten ayrılıp, Arif Oruç’un ünlü “Yarın” gazetesine geçti.  Kemal Ahmet’i beğenen Arif Oruç, onu, gazetesine Sorumlu Yazı İşleri Müdürü yaptı. Kemal Ahmet bu yüzden birkaç kez de, kendisinin yazmadığı ve düşüncesine yüzde yüz katılmadığı yazılar nedeniyle de tutuklanıp yargılandı. Sağlık durumunu ileri sürerek Sorumlu Yazı İşleri Müdürlüğü’nü bırakması, Kemal Ahmet’i gazete yönetiminin gözünden düşürdü. Sonunda “Yarın”dan da ayrıldı. Bir süre işsiz kaldıktan sonra, arkadaşı Nizamettin Nazif (Tepedelenlioğlu) aracılığıyla “Haber” gazetesinde iş buldu.

“Haber”, “Vakit” gazetesinin sahipleri  Hakkı Tarık-Mehmet-Asım Us kardeşlerin ayın binada “Vakit””le iç içe çıkardıkları ikinci bir gazeteleriydi. Buradaki çalışma koşulları çok ağırdı. Tarihî bir medrese binasında  çıkan gazetelerin rutubetli, loş odaları, sobalarında  yanan linyit kömürünün kükürt dumanı, idare memurlarının  hasisliği Kemal Ahmet’e ne kadar zor gelse de, çalışmak zorundaydı. Ama benzi gün geçtikçe  sararıp solmaktaydı. Parasızlık da ayrı bir dertti. Sürekli ihtiyaç halinde olduğundan, içeriden maaşına mahsuben avans çekerek yaşamaktaydı.

Artık takatinin tükendiği sıralarda, istemediği halde, Cerrahpaşa Hastanesi’ne yatırıldı. Bundan sonrasını, arkadaşı  Hüseyin Avni Şanda şöyle anlattı:

“Tedavisi pek uzun sürmedi. Bir nöbetçi doktoru, ölüm haberine  gazete idaresine bildirdi. 1934 yılı Ekim ayının  son haftasına rastlayan bir ölüm haberi, arkadaşlar arasında bir sürpriz olarak karşılanmamıştı. Zira, her an; ona  ait böyle bir haber bekleniyordu.”

Bundan sonra ne mi oldu?

Kemal Ahmet’in patronu Hakkı Tarık Bey’e 200 lira  avans borcu vardı. Artık Kemal Ahmet’in maaşlarından bu avansı kesemeyeceğini anlayan Hakkı Tarık Bey, bu parayı o zamanki  “Matbuat Cemiyeti”nden istedi. Oysa Hakkı Tarık Bey; hem Cumhuriyet Halk Partisi milletvekili hem de  “Matbuat Cemiyeti”nin üyesiydi. Üstelik de milyarderdi.

Ölümünün ertesi yılında, arkadaşları bir anma töreni düzenledi Kemal Ahmet için. Bu anmaya Nâzım Hikmet de şu şiiriyle katıldı:

KEMAL AHMET      

     Kafası

               yüzde yüz  uygun muydu kafama

                                        bilmiyorum ama

                   o benim soyumdandı.

     Etiyle, kanıyla değil,

     belki de heyecanıyla değil,

     batırıp parmaklarını kanayan yarasına

     beyninin ışığını sattığı için

                                    bir ekmek  parasına.

 

     Fakat ne yazık ki, o,

    namludan kopan bir kurşun  gibi haykırıp,

    karanlık acıların  camını kırıp

    güneşi dolu dizgin gözlerine dolduramadı!

     Ve işte o zaman

                      çocuğunu boğan

                      aç bir ana gibi

     bir çözülmez çemberin kıvranarak içinde,

     boğdu kendi elleriyle yüreğini

                  bir rakı kadehinde.

 

     Tutunmak istedi, kaçtılar;

      çalıştı, kırbaçladılar;

      susadı, kendi kanını içti o!

       Parça parça insan kafası satılan,

       kaldırımlarında aç yatılan

                          bir caddeden

     mukaddes bir ıstırap şarkısı gibi

                          gelip geçti o!..