Ana Sayfa Kritik Dada/Sürrealizmin Erk ile Çifte İmtihanı

Dada/Sürrealizmin Erk ile Çifte İmtihanı

Dada/Sürrealizmin Erk ile Çifte İmtihanı

André Breton ve Marcel Duchamp önce dada hareketinin ardından da sürrealizmin en önce gelen fiğürleri oldular. Metnimizde; önce sofra adabı ardından şiirsel eşitlik hakkı üzerinden iki örnekle dada/sürrealizm geleneğinin biyo-politikasına bakış atacağız.

Sınıfsal kast sistemleri yanında farklı ideolojilerde yemek yeme eylemi üzerinden ifade edilir. Örneğin sofranın nasıl kurulacağı kadar onun nasıl sunulacağı da ideolojik bir göstergedir. İsveçli sürrealist sanatçı Meret Oppenheim 1959 yılında bir grup arkadaşına davetiye göndererek bir performans düzenler. Sanatçı “Le Festin’ adını verdiği performansta pagan bolluk şenliklerine bir gönderme yaparak, masanın ortasına konumlandırdığı kadın vitrin mankenin etrafını yiyecekler ile süsler. Meyveler, kabuklu deniz ürünleri ve çerezler ile süslenmiş manken pagan gelenekteki kadına biçilen doğurganlığın gücü (ana tanrıça) kültüne selam göndermektedir. Bu masada kadının doğurganlık gücü ile doğanın bereketi, erosun yaşam gücü ve karnavalesk neşe birleşmiş olur.

Sürrealist hareketin lideri André Breton bu gösteriyi aynı yıl içinde düzenlediği Uluslararası Gerçeküstücü sergi Eros içinde tekrar etmesi için onu davet eder. Fakat bu performansın Eros sergisinde tekrarı sanatçı ile şair ve kuramcı Breton’un arasını açar. Oppenheim bu sergiden sonra sürrealizme olmasa da onun lider figürüne mesafe koyar.

Aralarında anlaşmazlığı doğuran hareket Breton bu performatif mekân düzenlemesini (enstalasyonu) “Cannibal Feats/yamyam sofrası” olarak sunması ve onu eros ile tantalos arasında bir yaşam gerilimine itmesi üzerine gerçekleşir. Gösteri içinden anaçlık, cömertlik ve bolluk imgesi alınmış yerine korku ve şok etkisi veren bir karanlık bağlam eklenmiş olur. Oppenheim; yinelen gösteriyi erkeğin damak tadı için sunulan (kurban edilen) kadın ve yamyamlık gösterisi olarak sunulduğunu düşünür ve itirazını ortaya koyar (dikkat sanatçı: küratöre dikkat!).

Bakınız: https://www.youtube.com/watch?v=1bvDpU8jrVM

Oppenheim; erkek şairlerin öncülüğünü yaptığı sürrealist hareket içinde Claude Cahun, Marie Toyen, Leonor Fini ve Leonora Carrington ile birlikte güçlü ve yaratıcı kadın figürünü tescillemiş isimler arasındadır. Bu kadın sanatçılar, erkek sürrealist şairlerin bilinçaltlarından zuhur eden; kadını şehvet dolu ve büyülü bir aşk nesnesi olarak konumlandıran bakışa karşı ilk başkaldırıyı temsil ederler. Onlar cinsel kimliklerin kırılganlığı ve değişebilirliğini teşhir etmeleri yanında; kadını doğa, hayvanlar ve mitsel yaratıklar ile iç içe geçen (hibritleşen) bir konumda da ifade ederler. Bu manada Freud’un Eros/Tantalos karşıtlığı üzerine inşa ettiği modele karşı, öncü kadın sürrealistler Jung’un arketipleri ve anima/animus üzerine düşüncelerini kuşanırlar. Oppenheim her ne kadar mücadeleci bir feminist ve sanatta/hayatta erkeklerin kadınlar üzerinde kurmaya çalıştığı erke karşı olsa da “kadın sanatçı” nosyonuyla olarak üretme eylemine de karşı çıkmıştır. O; Jung’un bir öznede hem dişil hem eril kimliklerin iç içe konumlandığı modeli üzerinden kendini ifade etmeyi seçer. Tabi bunu yaparken hâkim eril kodlara karşı ironik heykel ve düzenlemelerini (enstalasyon) yapmaktan vazgeçmeden.

Bu açıdan Oppenheim‘ın en ikonografik ve ironik eseri sanatçının 1966 yılında hazırladığı “Bon Appetit, Marcel” (The White Queen) adlı eseridir. Bir satranç tahtası sofrası üzerinde peçete, bir tabak ve yarım kadeh (kurumuş kana benzer) kırmızı şarap olarak sergilenmiştir. Yemek yemeğe hazır şeklinde üzerine bir çatal ve kaşık bulunan tabağın ortasında fırınlanmış hamur ile sanatçının yaptığı dişil bir heykel bulunur. Yaban zamanların ana tanrıça yontularını anımsatan bu dişil figürün ortasında vajinal hattı belirginleştiren bir yarık bulunur. Kuşkusuz bu “afiyet olsun” dileği ve göndermesi; kendini 9 sene satranca veren ve aslında yapıtı boyunca kadın cinselliği karşısında gerginlik ve çelişkilerini ortaya koyan Marcel Duchamp’a yöneliktir.

Bir Mona Lisa baskısına müdahalesi ”L.H.O.O.Q.”dan çıplak bir kadınla giyinik satranç performansına, ilk döneminden “Merdivenden İnen Çıplak” resminden “Etant Donnes” adlı son yerleşmesine değin kadın bedeni ve cinselliğine dair göndermeler Duchamp’ın yapıtında önemli bir rol almıştı. Diğer örnekler sanat tarihsel olarak görülebileceği yerde, bir kadınla eşitliksiz bir masada satranç oynama eylemi etik olarak sorgulanmaya da müsaittir. Duchamp o masada ne çıplaktır ne de travesti. Travesti diyorum çünkü Duchamp’ı cinsiyetçi olarak okunmasına karşı en net delil, sanatçının yarattığı kadın alter egosu Rrose Sélavy karakteridir. Buna rağmen masanın kendisi yani o kurgu baştan sona sorunlu gözükmektedir. Giysi uygar insanın zırhıdır; onu kontrol dışı gaz, koku ya da sıvı salınımından örten bir araçtır. Bu durumda giyinik rahatlığında bir erkeğin çırılçıplak soydurduğu bir kadınla oynadığı satranç müsabakası/performansı etik sorunlar taşır. Oppenheim ona ithaf kurduğu sofra ile Duchamp’ın kadın bedenine karşı tavrına kara mizah yüklenmiş bir salvo attığını, o satranç maçının rövanşını aldığını düşünebiliriz.

“Bekarları tarafından soyulan” makinenin cinsiyetinin salt kadın mı olduğu, yoksa bu makineleşme dürtüsünün erkeği de kapsadığı belirsizdir. Oysa devamcısı Warhol; Duchamp’ın müphem makinalaşma konumunun çok ötesine geçer: Andy kedinden emin bir ifade ile “ben makineyim” der.

Oysa Oppenheim ve andığımız kadın sürrealistler makineleşmekten öte doğa ile analojiler ve hatta mutasyonlar kurarlar. Onlar; Deleuze’ün diliyle önce kadın-oluş, ardından hayvan-oluş ve nihayetinde tanımlanamaz oluş menzilindedirler.

O yüzden Oppenheim’in pençesinin gölgesini unutmayınız sevgili okurlar!

2023-Kadıköy

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl