Ana Sayfa Litera D’Artagnan, Roman Kahramanı Olmazdan Evvel

D’Artagnan, Roman Kahramanı Olmazdan Evvel

D’Artagnan, Roman Kahramanı Olmazdan Evvel

Dikkat buyurunuz, rica ederim; öyle, Salı Pazarı’nda üstüne tişört saçılmış tezgâhlara çabuk tarafından bakıp geçmek gibi olmaz…

Kakmalı mücevher ve değerli taşlarla bezeli deri minderden mamul sandalyesinde oturan genç adamın sol elinde tutmakta olduğu birkaç kat kâğıt demeti gözden kaçırılacak gibi değildir.

Bunlar, henüz gıcır banknotlar ortada olmamakla beraber, ilk devlet kâğıt kaymesi sayılacak İsveç Hükümet Senetleridir, ki birazdan öğreneceğimiz o tarihlerde tüm Avrupa’da tedavüldedir.

Portre kahramanımızın öbür elinde kaz tüyünden ucu usturayla kesilmiş bir kalem bulunur.

Belli ki, sol elindekilerin hesabını bu kalem sağ elinde yapmaktadır.

Sağındaki deri kaplı masanın üstünde kilidi kapalı bir çanta görülür.

Merakımız iyiden iyiye depreşir, çantada kim bilir ne servet saklıdır.

Sol tarafındaki perdenin aralığından bir başka tablonun bir kısmını görürüz; serflerin tarlada çalıştığına dair bir başka kompozisyondur bu…

Tablodaki temiz bakışlı, ince bıyıklı, hafif kızıl saçlı bu genç adam 1615 doğumlu bir Parislidir, adı Nicolas Fouquet’dir.

Kralın parlamentosunda evet efendimci olarak baş sallayanlar arasındadır, zaten zengin bir ailenin kızıyla yaptığı izdivaçtan sonra paraya para demeyecek durumdadır, lakin üstüne üstelik kendisine Fransa Maliye Bakanlığı teslim edilince, işi azıtmıştır, parayı kürekle savurur.

Bu tabloyu 1650’de tamamlayan ressam Charles Le Brun, resimdeki kahramanından sadece beş yaş küçüktür ve Paris’te kendisine hâmi aradığında bu portredeki adama sığınacak, hima görecektir.

Gelmiş geçmiş, masallarda bile böylesini bulamayacağınız en ünlü zalim krallardan biri olan XIV. Louis’nin tahta oturduğu ilk yıllarda bu tablo tamamlanır, ardından ressamın şöhreti artar ve Saraya, şipşakçı fotoğrafçılar gibi alınan Le Brun saray sanatçısı olup saltanatın bir köşesinde kendisine ayrılan mindere adım atar.

Kral Louis onu, bütün zamanların en ünlü saray ressamı diye resmen ödüllendirip sanat âleminde isim babalığını da üstlenir; Louis’nin birçok tablosu da onun elinden çıkar.

Ne var ki, burada işimiz doğruya doğru demektir: Louis’yi resmettiği hiçbir tablo onun deliliğini gösterecek heybette olmaz. Kralın sahte heybetini yakalayan ressam, Katalanya’dan bir başka sanatçıdır: Hyacinthe Rigaud hepimizin Kral XIV.Louis denince hatırımıza gelen o tabloyu 1701’de tamamlar.

Louis’yi burada âsasına dayanmış buluruz. Jartiyerli mor patlıcan rengi çoraplarıyla görünen bacakları açık, eteklerini toplamış ve kırmızı topuklu ayakkabıları dikkat çekecek biçimde kralı seyrederiz. Onun çılgınlığını anlamak için ruh hekimi olmaya gerek kalmaz; işte ilk resssam Le Brun’un, artık korkudan mıdır bilinmez, becerip can veremediği resimdeki ruh budur.

Merak etmeyiniz; Le Brun’un pabucu dama atılmayacaktır.

Eserleri Versailles Sarayı’nda duvarları süsler, kral için yaptığı tablolarda Louis pek masum görünerek oradan bize bakmaya devam eder.

Ne var ki, tablosunda, elinde tutmakta olduğu muhtemelen İsveç Banknotlarının hesabını yapmış olarak yüzüne bir tebessüm yerleştirmiş bulunan Nicolas Fouquet’nin zindana atıldığını duyunca, ressamımız Le Brun soğuk terler döker.

Kolay değil, can pazarı bu! Her ân kapısında sadık bendesi olduğu kralın has adamı, bütün gelmiş geçmiş zamanların şövalye başı D’Artagnan’ın gölgesini görmeyi beklemiştir.

D’Artagnan, öyle, Fransa’nın en ünlü ressamı falan dinlemez, ona kralı emir verdi mi şak diye selam verip şıp diye yerine getirir.

Alexandre Dumas’ın Üç Silahşörler’ine ilham olan D’Artagnan, ¨atmasyon¨ bir şaka değildir; şakaya hiç gelmez.

Fransa’nın Mutlakiyetçi Kralı 14.Louis’in sadık bendesidir, baş silahşördür, Kont unvanıyla şereflendirilmiştir. D’Artagnan’a, o vakitlerin¨Derin Devleti¨ denilse, pek yanlış olmaz. Parmağına dolamadığı, burnunu sokmadığı gizli kapaklı iş kalmamıştır.

Şövalyeliğin artık resmen yasaklandığı ve kralların şövalye zırhı giyemediği dönemde silahşörlük D’Artagnan ve sonradan içine girdiği romandaki hempalarına bırakılır:

Athos, Porthos ve Aramis…

Romandan tanıdığımız bu son üçü ne kadar kurgusal ise, gelgelelim D’Artagnan kralı için can feda edecek kadar gerçektir.

D’Artagnan tabloda paracıkların hesabıyla sevinen adamı tutuklayıp zindana tıktığında 1664 yılının Aralık ayıdır.

Kralın mahkemesi Maliye Bakanı Fouquet’yı devleti soyup soğana çevirmekten, önce ölüme mahkum eder ama bazı hakimler yufka çıkar, ömür boyu hapis cezasıyla Alplerde bulunan bir şato zindanına tıkılmasına karar verilir.

Bu cezayı hafif bulan XIV. Louis babaları tutmuş gibi hop oturup hop kalktıysa da araya giren hatırlılar nedeniyle karara karşı çıkmaktan vaz geçer, lakin yine Dumas’ın roman kahramanı olan Demir Maskeli Adam kurgusu gibi, bir vakitler dost olduğu ama şimdi düşman kesildiği Fouquet’yı demir maske içinde yaşamaya mahkum bırakır. Bu söylenti, Dumas ne kadar yazmışsa o kadar doğrudur, yeterince tarih belgesi elde olmadığı için roman konuşur, biz dinleriz.

Demir maskesiyle zindanda ömür çürüten Fouquet buna iyi dayanır; e tabii hayat tatlıdır.

Nihayetinde bütün faniler gibi cartayı çekeceği gün yaklaşır ve Pignerol Zindanında 1680 yılı Mart ayında demir kafesinin dışında baharı göremeden hayatını kaybeder.

Nedir Fouquet’yı bu durumda düşüren ve kralın bu kızgınlığının sebebi ne olabilir?

Kimse tam bilmez, sadece bunun, krallara padişahlara, sultanlara ait erişilmez bir kibirin azameti olduğu kabul edilir.

Mahkeme kayıtlarını günümüz tarihçileri incelediklerinde Fouquet’ya isnat edilen suçların tam olarak gerçekleşmediği ortaya çıkmaktadır. Gerçi bal tutan parmağını yalar, ateş olmayan yerde duman tütmez, hatta devletin malı deniz yemeyen domuzdur, çevresine dağıtmayan olmaz ve biz buna üzümünü ye bağını sorma, deriz; Fouquet’nın de bazı dolapları çevirmiş olması mümkündür. Fakat ortada kanıtı yoktur, cilt cilt maliye defterleri temiz çıkar.

Öyleyse meseleyi başka yerde aramalıdır. Can ciğer kuzu sarması olduğu maliyecisini birden ölümüne mahkemeye gönderen kralın karın ağrısı sonradan anlaşılacaktır:

Fouquet, üstelik yapım iznini kralın gönlünü edip de aldığı ve Melun şehri yakınında inşa ettiği şatosunu sonradan ziyarete gelip fakat hasedinden çatlayan Louis’nin hışmına uğramıştır.

XIV. Louis’nin, Fouquet’ya, şatosunu ve o muhteşem bahçesini yapmadan evvel, ¨Senin canın sağ olsun, senden kıymetli mi, en değerli mimarımı sana gönderiyorum¨ diye pohpohladığı bir eşref saatinde alınmış müsaade ve ruhsatla inşa edilen bu dünya malı ve mülkü Fouquet’nın ölüm fermanı olacaktır.

Şato ve o güne kadar görülmemiş güzellik ve ihtişamında olan bahçesini, mimar Louis Le Vau yapar. Versailles ve Tuileries saraylarını, Vincennes başta olmak üzere onlarca şatoyu, pek çok başka mekânı inşa eden mimar Vau’nun da kulağını kral sonradan azıcık çekmiştir. Tıpkı ressam Le Brun gibi mimar Le Vau da tir tir titreyenler arasındadır.

Bakalım da görelim; olan biten şöyle zuhur etmiştir: Henüz 23 yaşında olan genç kral, hazinesini teslim ettiği Fouquet’nın daveti üzerine burayı şereflendirmek üzere koca bir piton yılanı gibi kuyruk yapmış konvoyunda şıkıdım faytonları arkasından sürükleyerek neşe içinde buraya gelir.

Dillere destan bahçenin giriş kapısında el etek öpülüp karşılanan XIV.Louis’nin ağzı fiyong makarna gibi kulaklarındadır, faytonundan inip şatoya kadar maliyecisiyle kol kola yürümeyi ister.

Fouquet biraz mahcup ama azıcık da gururlu bir gülümsemeyle, ¨Ekselansları çok yorulursunuz, siz yine saray faytonuna bininiz¨ der; hay demez olaydı.

Fakat kralın misafir edileceği şatoya ulaşması için labirent benzeri pek çok bahçe etabından geçmesi gerekecektir. Çiçek tarhları ve sağlı sollu ağaçlık bir yoldan dümdüz gidilmez, türlü geometrik desenlerle bezenmiş ve ancak bir kılavuzun yardımıyla içinden çıkılabilecek bir büyük zevk ve keyif cangılı içinde yol alırlar. Galiba kralın faytonu, küçük havuzlar, ufarak gölcükler, bazı şarıldayan çeşmeler, aralara serpilmiş türlü Rönesans ve Barok Dönemi heykelleri, küçük çağlayanlarla şıkır şıkır akan derecikler, her türden ağacın içinde bulunduğu minik korular ve çiçek bahçeleri arasından geçecektir. Çayırlıkta hoplayıp zıplayan ceylan yavruları da var mıdır, bunu bilmiyoruz.

Şato ise Kralın hâlen oturduğu saraydan büyük, haşmetli, yere göğe sığmaz bir zenginlik içindedir. Louis o geceyi surat asarak geçirir, ertesi sabah âni bir kararla Paris’e dönmeyi emreder; baş üstüne derler. Fouquet’nın onu uğurlamaması için ikaz gördüğünü ve zavallı adamın şatonun bir odasında perde arkasından korku içinde bu gidişi izlediğini söylemeliyiz.

Korkudan döktüğü göz yaşlarını atlas ipekten perdelere sildiğini de biz ekleyelim; tam olsun.

Fakat şato sahibi hazinecinin annesine Louis’nin faytonuna binerken söylediği şu son söz pek manidardır, Fouquet bu cümleyi annesinden sonra duyunca hemen kaçmamakla da fena etmiştir:

¨Ah Madam ah!¨ der Kral, ¨Bu küstahlığı bana yapan insanları buradan kovmamalı mı?¨

Fouquet’nın, Fransa’nın Atlas Okyanusu kıyısında külliyen sahibi olduğu Belle-İle adında ve üzerinde kale gibi bir şatosu bulunan adası en başta olmak üzere, bu küstahlık eseri malikânesine, Paris’teki mülklerine, Fransa’da nesi var nesi yoksa hepsine el konulur.

Fransa’da o vakitler henüz şaşkın tavuk gibi eşelenip beslenmeye çalışan burjuvaları bu haber korkutacaktır; bir burjuva için mülkiyet en değerli şeydir. Aristokratların krala sadakat yeminiyle sineye çekecekleri bu mülksüzleştirme cezası ardından, dediğimiz gibi, D’Artagnan’a sıra gelir; Azrail Fouquet’nın kapısında ipini çekmeye hazırdır.

Fouquet’nın kabahat değil, suç hiç değil, apaçık küstahça babalanmasına dayanamayan ekselansları hışmını sadece bu kadarla bırakmaz, onun yedi sülalesine hayatı zehir zıkkım eder, bir zamanlar selam verenler kaçacak delik arar; sarayın ressamı ve mimarını kollayacaktır ama…

Ne olmuştur; yeryüzünde olabilecek en büyük günâhı işlemiştir Fouquet: Kralın azametini ayaklar altına alan zenginliğini göstermiştir.

Zavallı Hazinecimiz, Platoncu Kozmik Evren geometrisine yakışacak düzen içinde bir Cennet Bahçesini, mademki deneme yazımızda Fransız olacağız, o hâlde Jardine d’Eden diye caka satacağımız mükemmel dünyaların en mükemmelini yapmış, bir de bunu utanmadan, ¨Güneşin oğluyum ben, Güneş Kralım¨ diye koltuk kabartan, bugün olsaydı muhakkak delidir şüphesiyle Paris yakınlarındaki Charenton Tımarhanesine kapatılması lazım gelen Louis’ye kasılarak sergilemiştir.

Bu arada, tımarhane Charenton’un da Kral XIV.Louis tarafından yaptırıldığını eklemeliyiz.

Böyle şeyler her yerde olur: Gelelim Dersaadet’e! En yakınlarına karşı paranoyalar içinde kıvranan Kanûni’nin emriyle, padişahın evladı Şehzade Mustafa’yı boğazlayıp halleden Cellat Başı Zal Mahmud’a, ki sonradan padişahın suça iştirak eden gözdesi olduğundan paşalığa terfi edecektir, işte onun da D’Artagnan’dan eksik kalan yanı yoktur.

Nedir, salt, Osmanlı’da bir Dumas çıkmadığı için romanı yazılmamıştır.

Bakmayın siz D’Artagnan’ın sevimli şövalyeliğine, romanda İngiliz casusu Milady’le mücadelesine; bunların hepsi romandır.

Roman kahramanı olmazdan evvel kılıcının keskinliğinde çok canlar yanmıştır.

Zal Mahmud Paşa, kefaretini ödemek üzere bir sevap işler, kendi adına bir cami yaptırır. D’Artagnan’ın bir katedral şurada dursun, kilise yaptığını dahi bilmiyoruz.

Ancak Fouquet’nın geriye kaldı yadigâr denilebilecek o safiyane tablosu, oturup da keyfini çıkarmaya vakti ve hayatı yetmeyen, bugünse müze haline gelmiş şatosunda Büyük Salon~La Grande Chambre Carrée’deki geniş duvarda gelen geçeni seyretmektedir.

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl