Ana Sayfa Kritik Deleuze’ün Neşesi

Deleuze’ün Neşesi

Deleuze’ün Neşesi

Gilles Deleuze Müzakereler’de, üslubun kavramın hareketi olduğunu ifade eder. Esasında Deleuze’ün felsefi üslubunu oluşturan yazarlar arasında çeşitli köşe taşları bulunmakla birlikte –Spinoza, Nietzsche ve Bergson– felsefi derinliği ve kavramların konumlanışlarını tek bir dayanak noktası üzerinden oluşturur; içkin ve yatay bir düzlem. Bu düzlem Deleuze’ün felsefe pratiğini belirlemekle birlikte sanat görüşlerinde de bu geleneği yanında görmesine olanak tanır. Spinozacı düşünceye yeni bir soluk getiren ve Çizgi Kitabevinden çıkan, Sadık Erol Er ve Celal Gürbüz’ün ortak çevirisiyle şekillenen Spinoza: Düşüncenin Hızları adlı çalışma bu anlamıyla Deleuze hattını bir kere daha belirginleştirir. Bu çalışma Deleuze’ün; Spinoza, Nietzsche ve Bergson hattında Platonculuğu yıkmak ya da ters çevirmek şeklinde özetleyebileceğimiz projenin aslında sadece basit bir ontoloji meselesi olmadığını da gösterir. Bunun siyasi, etik ve bu çalışmanın da gösterdiği üzere estetik bazı sonuçlarının olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle Spinoza’nın Deleuze’ün düşüncesinde konumlanışı Sunuş yazısında da belirtildiği gibi “Batı felsefesinin aşkınlıkçı yapılarını yıkmada ve içkin bir düşünce stratejisi oluşturmada kilit bir figür” olarak tanımlanır. Bu sebeple Aralık 1980’den Mart 1981’e kadar verilen 15 derslik bir seminerin sonuncusu olan 31 Mart 1981 oturumunun bu bölümünde Deleuze ilk olarak, Spinoza üzerine daha önceki seminerlerde değindiği meseleleri derinleştirir. Bunun yanında farklı sorunları da gündeme getirir. Kapak yazısında da belirtildiği gibi Spinoza seminerlerinin sonuncusu olan bu oturumda Deleuze; “kesinlik durumları”, “üçüncü tür bilgi”, “eyleme ve bilinç gücü”, vb. kavramlar üzerinden kendi Spinoza alımlamasını şenliğe dönüştürür.

Bu yüzden Deleuze sürekli bir şekilde felsefe pratiğinde Spinoza’yı çağırmaktan geri kalmaz. Çünkü Spinoza’da tözün birliğini, tözün bir kökene (arkhe) dayandırılmış görüntüsünden ziyade birin çokta dağılışını, sıfatlarla ifade edilişini görebiliriz. Deleuze buradan ontolojik bir politika geliştirir. İşte bu birin çokta dağılışı, spekülasyonu kuracak ilkeleri verirken, pratik alan bu ilkelerin iş gördüğü alana evrilir. Spinoza’yı Deleuze’ün böylesine ön planda tutmasının temel sebebi pratik alanda insanın kendine yarayan şeyleri, kendi bedenine uygun olan şeyleri göstermesi ve bu gösterilen şeylerde insanın kendisinin pratik bir düzlemi inşa etmesine olanak tanımasıdır. İşte bu alanda Spinoza’nın bilgi teorisi gündeme gelir. Deleuze’ün de Spinoza’dan sanata dair paye çıkarmasına da sebebiyet verecek olan kısım burasıdır.

Bilindiği üzere Spinoza’da birinci tür, ikinci tür ve üçüncü tür olmak üzere üç çeşit bilgi türünden bahsedilir. Birinci tür bilgi yani kabaca deneyimlerimizle algıladıklarımızdır. Burada kederli tutkular daima iş görür ve Spinoza’nın ifadesiyle biz kederli tutkular altında nedenlerin bilgisine asla ulaşamayız. Burada bu birinci tür bilginin kendi içinde örgütlenmesi, bir tür birinci tür bilginin ortak nosyonlara (ikinci tür bilgi) dönüşmesine kapı aralar. Çünkü ortak nosyonlara bedenin etkin gücüyle geçilir. Öyleyse neşenin mevcudiyeti, bedene uyumlu duygulanışların mevcudiyeti altında bir ortak nosyon haline gelir. Esasında insan bununla birlikte doğayı tanıyabilir. Bu anlamıyla ortak nosyonlar, bütün bedenlere veya çok sayıda bedene ortaktır. Üçüncü tür bilgi ise Spinoza seminerlerinin sonu olan bu metinde (31 Mart 1981) Deleuze tarafından şöyle ifade edilir: “‘Kendinin bilincinde olmak’, Tanrı’nın bilincinde olmak ve dünyanın bilincinde olmak artık birdir.” Elbette bu bilince neşeli duygular etrafında ulaşılır, çünkü kederin mevcudiyeti insanın varolma gücünü (potentia agendi) düşürdükçe nedenleri bilmekten uzaklaştırır. Üçüncü tür bilgi, bu anlamıyla kendinin bilincinde olmayı vermekle birlikte, dünyanın da bilincini vermiş olur. Deleuze bu kendinin bilincine varmayı “güç bilinci” olarak ifade eder: “dolayısıyla, bu bilgi biçimlerini özellikle güçlü bir biçimde sunan belki de sanattır.” İşte bu anlamıyla Deleuze bu üç tür bilgide bu seminerinde de söylediği gibi “hem mantıksal hem de kronolojik olarak çok sağlam bir ardışıklık” yakalar.

Bunun özel bir anlam içerdiğini ifade edebiliriz, esasında Spinoza: Düşüncenin Hızları bunu göstermektedir. Sanat teorisine geçerken Spinoza’nın bir evre olması Deleuze alımlamalarını da topyekûn değiştirmektedir. Çünkü genelde müracaat edilen metin Francis Bacon: Duyumsamanın Mantığı’dır. Bu kitapta sunulan Spinoza semineri ise sanata başka bir geçiş sunmaktadır. Bu da bir kere daha gösterir ki Deleuze’ün felsefesinde ve elbette sanat ontolojisinde bir bütün olan aşkınlık ve temsil öğelerinin karşısında içkinlik panteonu Deleuze’ün yolunu açar. İşte bu oturumda resim ve kavramlar sorunu Deleuze’ün resim teorisini anlamak için önemli bir oturumdur. Deleuze Francis Bacon: Duyumsamanın Mantığı adlı çalışmasının dışında kendi resim teorisini de burada geliştirmektedir. Özellikle “felaketin doğuşu”, “renk meselesi”, “resimde zaman ve mekan”, “gri nokta” gibi sorunları ele aldıktan sonra “klişeler” meselesine de bu oturumda değinir. Bütün bunların yanında pek çok ressamı, şair ve filozofu bu bağlamda ele alır ve resim üzerinden ilişkilendirir. Bunlar Cezanne, Paul Klee, Turner, Van Gogh, Bacon, şair Paul Claudel ve Joachim Gasquet, Lucretius ve Kant gibi felsefe ve sanatın önemli figürleri bu oturumda Deleuze’ün düşüncesine eşlik eder. Yani Deleuze’ün düşüncesinin hızları, duyumsamanın mantığına eşlik eder.

Sadık Erol Er ve Celal Gürbüz’ün ortak çevirileriyle şekillenen Deleuze’ün Spinoza: Düşüncenin Hızları adlı çalışması bu hattın bir yansıması olarak Deleuze’deki Spinoza imgesini yeniden gündeme getirmenin yanında Deleuze’ün sanat ontolojisini, sanat ontolojisindeki temel kavramları Francis Bacon: Duyumsamanın Mantığı yanında yeni bir referans noktası haline getiriyor.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl