Sabah ezanı alır götürür beni, sevdiğimi gördüğüm yola. “Mahur Beste” çalınca içtiğim acı tütünün koca filtresi gelir aklıma. Montumun naylon astarına dökülen tütün taneleri gelir. Fenerin maçı, kapalı Kadıköy yolları. Uzun yolda dinlenilen müzik, bir kameradan bakmamızı sağlar hayata adeta bir filmin karakteri olurum. Kendi filmimin. Kalasla bakışırız çoğu zaman. Bir fare evine koca bir ekmek parçasını götürür. Kirpinin fare olmadığını kuyruğundan anlarım sırtından değil. İmgelerle örülü bir hayat şair yapmıştır beni. Bir yaratıcı… Öldüğünde akla gelir ya hani bir şair, yaşamların en güzeli de budur oysaki Öykücülerin kaçı şiirsel öykülerden yazıyordur sabah ezanı okunurken? Şiirsellik, defterler ve düz yazılar, neye ihtiyacım var? Kapıları kapatmaya mı? Cinsiyeti olan bir karaktere mi? Benim ihtiyacım yok.

Yeşil bir topu görürüm şimdi, bacaklarını sallayan bir kadını ve ona bakmamaya diretirken onun gittiğini dahi görmeyen bir erkeği. Bir kirpi daha geçiyor, karanlık sırtında aydınlanıyor ve ben biliyorum ki ışık yansımadır ya da yansıması. Korktuğum şeyleri görmek zinde tutsa da beni oldukça yoruyor ve yorulduğumda daha çok üşüyorum. Kıllarım değiyor tenime, kanım damarlarımda duruyor ve kalbim daha yavaş çarpıyor. Çarpıyor… Su içerken yutkunmadığım oluyor.

Elimde sarı bir kağıt parçası var. Bu kağıt parçasından hayat bulacak çoğu. Önce bir dut ağacı yeşerecek, çocuklar bisiklet binecek daha sonra olmak istemeyeceklerimizle tanışacağız ve onlar sizin istediklerinizi söylemeyecekler. Ben çok korkacağım bir öykümün kahramanı olmaktan ve olmamak için kaçacağım. Olmayacağım da.

Bir mekan yok etrafında, beyazlıklar veya yeşillikler, zaman yok. Zamanın olmaması ne ağır, ne güçtür. Yaşamak istemezsin. Gülmek istersin belki Deli Ağlatan Diyarında.

Ölmüş bir kedi bedeni. Burnundan mor kan gelmiş. Hani Korkmazgil’in en çok sevdiği mor. Bir poşete koymanın kokusu iğrendirmiş seni. Yoluna giderken kapalı bir şekilde, bir kedi ölüsü burnundaki mor kan ile açmış seni.

…Mış olmak oldukça zor. Mış olmak oyunculuktur. Ne demiş büyük ozan “Bütün dünya bir sahnedir, kadın erkek hep oyuncu.” Gel de karşı çıkma. (Karşı çıktığını özgür olsaydı söylerdi.)

Yaşamıyla başkasının hayatını çalıyormuş gibi hissediyor. Bir misket limonunu koparıyor dalından. Ağzındakini tükürüyor. Beyaz bulutlar, geceleri lacivert gözüküyor. Yordum sizi biliyorum ama ben de çok yorgunum. Hayal etmenin biçilemeyecek yükü soğuttu sizi. Hayal etmeye ihtiyacınız var mı?

***

Lacivert bulutlar ayın önünde duraksadıklarında renklerine kavuşuyor. Jiletlenmiş saç tanelerim diken olup batıyor şapkama. Yukarıdan dökülen su, kamyonların tırmanma rampasından aşağıya iniyor. Jeneratör motorunun sesi duyulmaz oluyor. Kapandığında ise huzursuz ediyor beni. Bu şehir içi ormanının şantiye sesi oldukça içten söylenen bir türkü. Hafriyatları kamyonlar ağaçların üstüne döküyor ve gömüyor onları; kaplumbağaları, kirpileri, fareleri ve köpek yavrularını… Akarsu var burada, üç parmak boyunda olmalı ama etrafı çukurdu. Yağmur yağdığında ise minik bir kurbağalı dere olurdu. O bugün verdiğimiz toprağı aldı. Ölülerin kokusu çıktı, suya kahverengi dalların koyuluğu karıştı ve ben yüzümü yıkıyorum.

Çalışma arkadaşlarım karşılıklı ranzalarında kafalarını kaşıyarak boğuk boğuk nefes alıp uyuyorlar. Prefabrik odanın duvardaki boşluğuna dayanarak botlarımı giyiniyorum. Elime bir odun alıyorum kalınca. Yürüdükçe aydınlanıyor etrafım, dümdüz ağaçsız parça toprakla dolu olan bir ova aydınlanıyor. Düzlük bitince, diklikten kayarak akarsuya iniyorum. Suyun rengi topraktan kara. Su mavi, kırmızı, yeşil, sarı, lacivert olmak varken kara. Kararacağız biz de hastalıklı dışkılar gibi kararacağız, baykuşlar ve kargalar gelecek buralara. Fareler, kirpiler, kaplumbağalar ve köpek yavruları kararıp gittiler çoktan. Penceresiz odalar ve boğuk nefeslerimiz kaldı.

Yine hafriyat dökülüyor. Sesi akarsuya karışıyor. Akarsuya üç kız çocuğu yansıyor. Birisi oldukça küçük. Suratları kararıyor. Ben görmüyorum onları. Kara suyla suratımı yıkıyorum. Kızlar görünmüyor. Yine hafriyat dökülüyor. Toprak çöküyor, arkadaşlarımı boğuyor. Akarsu toprağı götürüyor, kararıyor, kararıyor çocuklar kararıyor.

Hafriyatların dökülme sesi buralara geliyor, ışıkları yanıyor sönüyor. Kirpinin sırtı parlıyor. Ben suyu övüyorum. Toprağın düzlüğü ve dikliği yok oluyor.

Yürüyorum. Beni rahatlatan o sesler beni kapatıyor.

 

Erdem20021606@gmail.com