Ana Sayfa Litera Denizin Kış Hâli

Denizin Kış Hâli

Denizin Kış Hâli

Deniz kış gelince yalnızlığıyla baş başa kalır.

Bir bütün yazı coşkuyla geçirmiştir.

Yalnızlık her fâninin başına gelen gibi onu da yalnız bırakmaz, yanına, kıyısına geliverir.

Şimdiyse karada yaşayanların kış vakti gelmiş, Ağustos böcekleri karıncaların kapısını çalmak üzere adres sormaya başlamıştır.

Deniz karaya uzaktan bakar bakar, fakat bunu önce fark etmezden gelir.

Ona nedir ki, Ağustos böceğinin geçim telâşesi!

Ne var, ilk yaprak dökümü fırtınası ardından bağ bozumu rüzgârlarını sırtında vuuu diye hissedince, yalnızlık battaniyesini üstüme çeker. Yetmezse velenseyi örter. Artık yalnızdır.

Soğuk almış deniz bize uzak, ürkütücü gelir.

Bu, kolayca baş edilemez olan yalnız kalma duygusu, denizin uslanıp aklını başına devşirmesine sebep olmaz; tam aksine böbürlenip afra tafra satmasına neden olur.

Onun kızgınlığı yalnızlığındandır!

Yalnızlığın da bir haddi olduğunu, bir gün gelip geçeceğini öğrenip efendiliğini takınacağı yerde, deniz kafa tutar, başkalarına caka satar.

Yaz günlerinden üzerinde hatıra kalmış cıvıl cıvıl o güzelim günleri unutmuş gibi birden kabadayılanır, efelenir, ona buna gözdağı verir, hatta bazılarının canını bile acıtır.

Karl Ewaldın “Tabiat Ana Anlatıyorbaşlığını verdiği, çocukluk zamanlarımızda yastık altını bırakıp hiçbir yerlere gidemeyen o şaheser kitaptan okuyup öğrendiğimize göre, deniz kızdırılmaya pek gelmez, o zaman herkese haddini bildirir.

Hışırlığında bir yeri ve zamanı olduğunu bilen toprak ve hava, yeryüzünün deniz dışındaki tüm canlıları, hasılı tabiatın ıslanmamış olan tamamı, denizin sözünden çıkmanın sonunda başlarına ne tehlike getireceğine böylece tanık olur.

Deniz içre canlılar bunları bilmez, onlar başka bir âlemin balık hafızalı yaratıklarıdır; dünya fırtınadan yıkılsa umurlarında olmaz.

Deniz kendisine saygı göstermeyenlere kızar, öfkelenir, onları ıslak kırbaçlarıyla cezalandırır.

Herkes böylece hizaya ve intizama girer.

Denizin sağı solu belirsizdir! Estiği yan işportaya çıkar, kâh orada kâh burada…

Poseidon’u antik dünyadan tanır biliriz ya, onun Deniz Tanrısı olarak kaprislerine, şımarıklıkları, öfke nöbetlerine kitaplarda rast gelirsiniz; tanrılar sizi onun kucağına bırakmasın, amin.

Kitapta okuması keyiflidir; Ege‘de, Akdeniz‘de delice Prevezo fırtınası estirişini siz mitoloji kitapları okurken hafife alırsınız.

Sanılır ki, o çılgın Poseidon, bütün bu maskaralıkları uzak bir tarih zamanında yapmıştır.

Hayır! Canı ister ve paşa gönlü dilerse bugün de, yarın da bu yaramazlıklarını yapar.

Denizlerin dibi onun kurbanlarını gezdiren gemiler in batıklarıyla o yüzden dopdoludur

Deniz dibini boylamak’ lakırdısına ait öykülerden en iyisi, bize kalırsa, Nâzım Hikmet’in ¨Memleketimden İnsan Manzaraları¨ başlıklı dev eserinin, 4.kitap 2.bölümünde, giriş şiiriyle anlatılır.

Bundan daha kanlı canlı bir anlatıyı mum ile arasınız hiçbir yerde bulamazsınız:

¨Atlantiğin dibinde upuzun yatıyorum efendim,

Atlantiğin dibinde dirseğime dayanmış…

Bakıyorum yukarıya…¨

Yukarıya, 400 kulaç aşağıdan bakan kazazedenin dile gelmesinden öğreniriz az sonra suyun yüzeyinde kopacak vâveylayı; bir deniz savaşının kurbanlarını görürüz deniz yüzeyinde; salkım saçaktır hepsi…

2.Dünya Savaşı zamanıdır. Az sonra bir Alman denizaltısı, bir de İngiliz gemisi torpidolanıp batacaktır.

İçlerinden, Alman askeri Münihli Hans ile Liverpul’dan Tomson deniz dibini süzüle süzü le boylar.

Deniz onları bağrına çağırmaktadır; direnilemez.

Denize direnemeyenlerden çoğu da, aslında savaş hariç, hep kış aylarında dibi boylamıştır. Bir tek Odysseus, Poseidon’un zalim kıskançlığıyla al takke ver külâh yapmış, sonunda on yıllık deniz macerasını

tamamlayıp, bildiğiniz gibi adasına, İthaka’ya nihayet dönmüştür.

Darısı, denizlere açılıp talihini denemeye kalkışan öteki denizcilerin başına olsun.

Denizin fırtına yüzüyle karşılaşanlardan birisi de Aziz Paul’dür.

İsevî dini yaymak için deniz yoluyla Filistin’den yola çıkıp, dalgalara bana mısın demeden, Roma‘nın Mare Nostrum’u olan Akdeniz’e yırtık pırtık bir yelkeni merhaba diye açar…

Öyle kolay mı denize merhaba demek; bunun ardından küsüşmesi var, darılması var, sitem etmesi de var.

Nitekim, Azizin gemisi Malta açıklarındaki Como takımadalarının kayalıklarında kış vakti batar.

Kimilerine göre on dört gün, bilmem kaç gece denizde bata çıka, yüze kalmıştır.

Batan gemiden karaya ulaşana dek Kutsal Kitaptan ezberindeki bütün duaları da okumuştur.

Sonunda birkaç havarisiyle beraber karaya çıkar. Maltalılar da bunu bir mucize olarak kabullenir. Bir imkânsız gerçekleşmiş, ölümden dönülmüştür. Aziz Paul bunu Tanrı tarafından kendisine gönderilmiş bir işaret sayacaktır.

Paul hazretleri Malta’da uzun yıllar kalır. Adanın ahalisini Hristiyanlaştırmaya devam eder, vaftiz törenleri için kör kuyular açılır ve derinlerinden berrak sular çekilip ahır bozmasından yapılmış ilk kiliselere eşeklerin kırbalarında taşınır.

Fakat bunlar uzun hikâyelerdir. Biz İsa’dan sonraya ait ilk çeyrek yüzyıldaki okuma saatimizin zembereğini biraz hızlandıralım; Greenwich ayarına getirelim.

Şimdi, 1930’ların sürgündeki bir yazarını dinliyoruz: Refik Halid Karayı…

Refik Bey bütün denizlerin silme İngiliz yolcuyla dolu olduğuna işaret eder.

Onun dediği gibi, “Hiç İngilizi olmayan bir gemi görülmüş müdür, şimdiye dek…”

Yoktur, nitekim… İngiliz denizlerin evvel eski 1.sınıf, hatta lüks mevkî yolcusudur.

Onların hikâyelerinden 17.yüzyıla kadar gün yüzü görmüş olanlarını Richard Hakluyt’un kaleminden okuruz. Hakluyt, 1589’da yayınlanmış, pek nadide eserinde İngiliz seyyahların birçoğunu gazeteci gözlemiyle anlatır. Bu hikâyelerden birinde birisi vardır, kimdir o, Sir Humphrey Gilbertdir; adını bu eserden öğreniriz…

Sör Gilbert, 1583’de Amerika kıtasına elverişsiz bir havada gitmeye kalkar; kimselere kulak asmaz…

Ne yapmıştır, sanmıştır ki, Ege’deki Poseidon’un Okyanuslara kadar eli uzanmayacaktır.

Gafil seni…

Öyle mi, al sana!

Sincap adlı teknesi, Amerikan karası birkaç fersah yakındayken çıkan fırtınada batar ve o sıra, Sir Gilbert‘in son sözleri pişmanlık doludur; hayatta kalan gemicileri bize aktarır:

Yazık! Oysa karaya, denizde Cennete yakın olduğumuz kadar, yakındık!”

Ay ay Sir, diye denizci selamını buradan verir, onu Okyanus dibinde bırakıp lakırdı yolculuğumuza kaldığımız yerden devam ederiz.

İngilizlerin bu deniz tutkusu onların başına olmadık işler açmaktan geri durmaz.

Daniel Defoe yazmasaydı öğrenemezdik: İngiliz Robinson Crusoe keşifler ve kolonileşme zamanlarında artış gösteren deniz üstü trafiğin kazazedelerinden en meşhurudur.

Crusoe, şükürler olsun, adasına kavuştuktan sonra hayatta kalmasına sevindiğinden daha çok, batan tekneden kıyıya vuran alet-edevata, giysilere, silahlara, türlü mühimmatlara, fakat en çok da Rum fıçılarına, ha bir de ele geçen kitaplara sevinir. Demek, deniz, kızgınlığının yanı sıra, bazı bazı kurbanlarına iyilik etmekte, onları kitapsız, okumasız ve alkolsüz bırakmamaktadır. Yoksa adada, yalnız, okumaksızın nasıl zaman geçer!

Fırtınayla güreşe tutuşanları kitaplardan, yazılardan, masallardan tanıyıp öğrenmesi işin kolay yanıdır.

Hiç olmaz, Lucretius’un, şu Romalı yazarımızın lafı burada okunmadan bir satır dahi atlanamaz: Lucretius kaleminden bal damlattığı ¨ de Rerum Natura¨ adındaki kitabında, ¨Fırtınada can çekişen denizcileri,¨ diyordu, ¨sakin bir limanda oturup uzaktan seyretmesi ne güzeldir.¨ Lucretius’a bakarsanız, denizde can pazarına çıkmışları evin balkonundan seyre dalmak keyif verir.

Tehlikede kalan başkası oldukça dert etmez insanoğlu ve kelime mucidi Almanlar buna başkasının acısına sevinmek diye kulp takar; işte o zor ve uzun kelimeleriyle: Schandenfreude!

Denizin bu tüyü kabalığını, suratı sirke satan hallerini bize unutturan tatlı zamanları olmasa, denize açılmak kimin haddine düşer?

Tatlı zamanların romancı gezginleri de yok değildir, hani!

İngiliz romancı Lawrence Durrell, ¨İskenderiye Dörtlüsü¨ olarak bilinen nehir-romanlarını yazmak için Akdeniz’de şehir şehir gezip yoluna devam ettiği sıralar, Yunanistan üzerinden geçer geçer Bodrum’a uğrar; ama kasabaya öldür Allah çıkmaz.

Forgetfullness adlı bir tekneyle Patnos, Leros ve Kos‘a kadar gelmiştir, sonra Karaada açıklarında demir atılır.

Şunun şurası, Azmakbaşı’na çıkacak, kalenin denizciler kahvesinde bir Türk kaavesi içecektir; İngiliz inadı tutar da gitmez.

Durrell, Bodrum limanı açıklarında bir şafak vakti erken uyanmıştır, teknesinden havanın aydınlanmasını seyre kalkışır, eyvah ki eyvah, aklı başından az daha gide kalır.

O böylesini hiç görmemiştir: Güneş, Anadolu üzerinden bir kaygan ipek kumaş gibi süzülerek gelmiş, Gökova’da selama durmuştur.

İngiliz romancı bunu anlatması zor diye diye bir kederlenir, hiç sormayın; ama sonra Hermes marka daktilosu başına geçip öyle bir güzel anlatır ki, deniz, onun anlatısında sevilip okşanacak bir âşık olup çıkar…

Deniz çepeçevre, geniş mi geniş bir şafak vakti olmuştur, yazısında…

Romalı yazar Phocylides de, aynı şeyi tekrar eder:

Denize açılacaksanız, unutmayın, deniz epeyi geniştir!”

Bu tavsiye kulağa küpe edilmeli, ayrılış limanında asla bırakılmamalı, usturmaçalarla beraber hooop diye tekneye alınmalı, güvertede el altında bulunmalıdır.

Oldu olacak, hazır başlamışken, Romalı büyüklerimizin sözlerini okumaya devam edelim:

Peki, Romalı roman yazarı Hesiod ne diyordu, ki hiç unutulmasın!

¨Eğer denize açılmak zorundaysan öğüdümü dinle!¨ diye başlar, ¨Asla elindeki malın tamamını aynı gemiye yükleme, büyücek bir kısmını karada bırakıp azıyla yola çık. Tekrar söylüyorum ki, denizdeki felaket felaketlerin en kötüsüdür!“

Hesiod sigorta müfettişi gibi öğüt verir, dinlemeyen sonradan pişman olmuşsa bu onun dik kafalılığındandır.

Talihini denizde rüzgâra bırakmak meçhûl bir âlemin davetini beklemek gibidir, burnu dikine gidenler sıkça böyle yapar.

Denize açılanların kısmetleri, eskiden bir vakitler, tamamen rüzgâ ra bağlı olmalıydı.

Sophocles’in bir deniz kahramanını anlattığı 3 perdelik oyununa bilet almışsanız, İsa’dan çok evvel, 409 yılında Atina’da oynanmış bu piyeste, Philoctetes adlı ya man denizciyi tanırsınız!

Philoctetes Truva Seferine giderken Lemnos’da, şu bizim Limni adasında yani, ayağından yılan soktu diye ölüme terkedilir de, ünlü denizci orada ölmez, yaşamaya devam eder.

Yıllar sonra savaşçı arkadaşları gelip onu bulur. Homeros dedikoducudur, o anlatır bize…

Canavar savaşçı Herakles’in yenilmez mızrağı Philoctetes’in yanımda kalmış, orada unutulmuştur; işte o mızrak olmadan Truva Savaşı bir türlü bitmeyecektir.

Kahraman denizci sonunda tekrar mızrağıyla beraber denize çıkarken Poseidon’a yalvarmayı da unutmaz.

¨Ey Poseidon! Bana, gitmek istediğim yere kadar yetecek rüzgârınıı gönder!”

Demek rüzgârın iyisi var, kötüsü var; rüzgâr ekmeyi bilen fırtınasını da ona göre biçer.

Rüzgârını tanıdığı gibi, denizin en güzel mavisini bilse bilse, bizim Halikarnas Balıkçımız bilir.

¨Denizin en güzel mavisi Akdeniz mavisidir¨’ der, toprağı nûr olsun Cevat Şakir Bey.

Gerçi, aslına bakılırsa, İzmirli hemşerimiz Homeros, ¨Deniz şarap rengidir!¨ demiştir, ancak buna kulak asılmamalıdır, şair Homeros, yaşamını kör olarak tamamlamıştır. Şarabın rengini aslında Ömer Hayyam bilir.

Biz yine dönelim Balıkçı’ya…

Deniz mavisini anlatırken, ¨Akdeniz’in mavisi göklerin hatırasıdır¨, der.

¨O mavi, denizin kendinde olsa, o zaman kalemi batır batır suya beyaz kâğıtlar üzerine mavi mavi yaz!¨ diye bir de bizimle şakalaşır.

Ne diyorduk, lafın pusulasını şaşırttık ve çaylak yazarlar gibi lafı unutup lakırdı fırtınasına kendimizi kaptırdık.

Diyorduk ki, deniz kış hâline girdiği zaman her yanı babaları tutmuş yerli dansçısı gibi titremeye başladığında, tekneyi sımsıkı kızağa çekmeli, sakalını da bir güzel temizlemelidir.

Ardı sıra, liman kahvelerinden birine girip müdavimlerine bir okkalı selam verdikten hemen sonra, Çaycı Nuridin’e sütlü kakao ısmarlayıp, ¨Ben denizdeyken…¨ diye ortalığa ahkâm kesmelidir.

Lafın gerisi gider gider, denizkızlarına mı dayanır, artık orasını da kimse bilmez.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl