Ana Sayfa Genel Denizkızı Sizi Çağırırsa

Denizkızı Sizi Çağırırsa

Denizkızı Sizi Çağırırsa

Denizkızı çağırdı mı, gitmemek hiç olmaz!
Sonra gücenir ve kalbi bir kırılır ki, denizkızı bunu asla unutmaz.
Bazıları da çok kindardır, intikam ateşiyle tutuşup tavada istavrit gibi çıtır çıtır kavrularak, denizin serin sularında yanar.
O yüzden, elde edemedikleri gemicilerin teknelerini batırana kadar dümen suyundan ayrılmazlar…
Denizkızının çağrısını ancak deli divane olmuş denizciler duyar; salt onlar tanır bu sesi…
Bazı bazı deniz kenarında dolaşan, sen ben gibiler de, bu sesleri duyar duymasına ama sesi tanımakta zorluk çeker; eskilerin deyişiyle ünsiyet kazanmak gerekir.
Denizkızının sesi cıvıl cıvıldır, kıkırdak bir sestir, azcık sigarayı kaçırmış Marlene Dietrich sesidir. Bazılarınınki Kaldırım Serçesi diye bilinen Edith Piaf’ın kabare sesine, piyano başında dumanlı Diane Krall’ın jazz melodisine benzer.
Gündüzleyin deniz üzeri menevişlidir, denizkızları güneş gözlüğü takmadan ortalığa çıkmayacağından, afisi bozulmasın diye ortalıkta pek görünmezler.
Gelgelelim geceleyin hiç sorulmasın, plankton canlılarının el ele verdiği resmin yakamoz rengidir denizkızlarının sesi… Hele bir de ay çıktı mı, onları tutana aşk olsun; hep bir ağızdan kadınlar hamamına çevirirler deniz üstünü…
Denizkızının Uzakdoğu sularında çok eskiden beri dolaştığını kadim Hint ve Çin yazmaları söylerse de buna pek kulak asılmaz. Niyedir, zira denizkızı Akdenizlidir.
Akdeniz’de eski Yunan tanrıları bolluğundan beri denizkızları genç tanrılarla köpük köpürtme oyunu, dalgada sıçrama, havada ters takla atma, bacaklarını aç altından geçeyim şakası, çivileme suya dalma, boy ver bakalım orası derin mi diye şakalaşma ve nihayet küstüm sana elim sende saklambacı oynamayı pek severler.
Ne var ki, tanrılar mitolojinin sayfalarında istirahate çekilince, denizkızları can sıkıntısına düşmüştür. Sonra da tutup zavallı denizcilere musallat olmuşlardır. O yüzden rahatça denilebilir ki, denizkızlarının mâzisi epeyi yüklüdür, aşk işportasına çıkmış gibi onlar baştan çıkartmaya meraklıdır, çomak sokup karıştırılırsa hayatları pek muzır şeyle doludur.
Onların Akdeniz’deki saklanıp gizlendiği yerleri, en başta, Deniz Tanrısı Poseidon bilir. Onun bu sırrını, antikçağların deniz çalgıcısı Tiriton da bilir ama işine gelmezse, kimselere söylemez.

Karısı Okyanus’tan yani Oceanus’dan doğma elli tane denizkızı babası olan Nereus da onları iyi tanır, deniz mağaralarına kadar karış karış yerlerini bilir.
Denizkızlarının derede, ırmaklarda yaşayanları da vardır. Su kuytularında barınırlar, bir kaşık su bile onlara yeter, içine girip yaşamaya devam ederler. Onlardan çok korkan karada köylülerin, denizde balıkçıların akşam yıldızı çıktı mı yolları oralara pek düşmez, mecburiyet karşısında bir gitseler, destur çekip her dilde dua okumadan geçemezler.
Denizcilerin onlara âşık olmasını yadırgamamalıdır. Zira, içine korku ve endişe karışmayan bir aşk pek yavandır. Böyle bir aşk zeytinyağsız salataya, ekşimiş yoğurda, şekerini çekmemiş hurmacık tatlısına benzer. Denizkızlarıyla yaşanan aşklar, dünyanın en tehlikeli aşklarıdır. Benzerini, sadece James Bond 007 kurdelasında güzel casus hanımlarla girişilen karyola münasebetlerinde görürüz. Bond yatakta beraber olduğu kadınlardan hep şüphe duyar; n’olur n’olmaz çünkü hepsi de femme fatale’dir.
Beyazperdede şakkâri bir yürüme tutturan, Fransızların Langorureuse diye adlandırdığı, sağdan sola, bu olmadı bir de soldan sağa kalça kıvırıp, bir tür çalkalamalı çıtkırıldımlıkla gezinen bu Hollywood hanımlarının eskiden beri denizkızı olduğu sanılır.
Denizkızlarının ömrü de çok uzundur. Eski zamanların bir varmış bir yokmuş’larından günümüze kadar gelir.

Romalı yazar Plutarkos’a bakılırsa, en kısa ömür tüketen denizkızı tam 9702 yıl yaşar. Bu saptamanın ondalık hanesindeki 2 rakamı, nasıl belirlenmiştir, bunu kimse bilmez!
Sadece Plutarkos değildir denizkızlarına meraklı olan… Denizkızlarına kitaplarında yer verenler arasında Sicilyalı Plinius üstadımız da yer alır.
İsa’dan sonra 77 yılında Doğal Tarih adında bir kitap yazıp denizkızlarını yere göğe sığdıramaz, lakırdısını eder.
Gezgin yazar Pausanias da durur mu hiç, durmaz; o da, yüz elli yıl sonra yaşadıklarını aktarırken, denizkızlarını vallahi billahi gördüğüne bir yemin etmediği kalmıştır.
Denizin bu hafif meşrepleriyle bu selamlaştıklarına herkes inansın diye başı üstüne yemin edenlerin arkası kesilmez.
Hollandalı François Valentinj denizkızlarını görmüştür, yıl 1718’dir, yer Endonezya kıyılarıdır. Valentinj Efendi orada üstelik sömürge valisidir; sözüne itimat etmek gerekir.
“Beş ayak uzunluğunda bir denizkızıydı!” dediğine bakılırsa, karşılaştığı ya cüce biridir ya da kızoğlan kız sayılacak yaşta, henüz gelinlik çağında olmayan denizkızıdır.
Vali Valentinj’in gördüğü denizkızıyla ne yaşadığı anlatılmaz, anlatmaz; galiba aşk meşk yaşamışlardır.


Denizkızı deyince dudak kıvırıp, kahkaha atanlar da yok değildir.
Denizkızlarına ve aşklarına inanmayanların başında, Epikürcü filozof ve şair Lucretius gelir.
İsa’dan önce 55 yılında yazdığı Şeylerin Doğası adlı kitabında, denizkızı mı, poff, diye onlarla alay eder. Şaire bakılırsa, bütün bunlar tıpkı çölde karşımıza çıkan serap gibidir, bilincimizin bize bir oyunudur, aldanmamalı, kanmamalıdır…
Lucretius’a şimdi hak verdiniz, verdiniz; bizim fazla zamanınız yok! Geçer gideriz…
Elimizde pek çok kanıt vardır ki, harca harca bitmez.
Peki, ya buna ne diyeceksiniz, denizkızına inanmayan ey sizler!
1679’da İspanya’nın Cadiz kıyılarında balıkçıların ağına bir delikanlı takılır. Çırılçıplaktır, derisi buruşmuştur, hem ayak hem de el parmaklarının arası ördek ayağı gibi perdeyle kaplanmıştır. Balıkçılar onu alır, yakındaki manastıra götürüp rahibelere teslim eder. Denizden çıkan adam hiç konuşmaz, salt Lierjanes kentinin adını söylemek dışında dudaklarından ses çıkmaz… Anlaşılır ki, beş yıl önce o kentin sularında boğulduğu sanılan delikanlı işte budur. Ailesine haber verilir, delikanlı kentine döner, giydirilip kuşandırılır, ama bir daha hiç mutlu olamaz, zaten küsmüş gibi bir daha konuşmaz da…
Günlerden bir gün, geldiği yere geri döner, denizkızlarının yanına… Denize atlayıp intihar ettiğini söyleyenler varsa da görüp de şahit yazılanlardan bazıları, onun pek şen şakrak biçimde sulara karıştığına yemin eder.

Buna inanmayanı ise gidip o vakitlerin kilise kayıtlarına da bakabilir. Biz görmedik ama kilise mukayyet defterlerinde yazılıymış.
Olan biten hemen Katolik dünyasının merkezine, Vatikan’a duyurulmuştur. Papalıktaki rahip ve piskoposlar, hatta manastırların keşişleri, Şeytan aldı götürdü satamadan getirdi biçimindeki bu olayı lanetleyip İspanya kıyılarından uzak durulmasını tavsiye etmişlerdir.
Emir ve talimat geçersizdir, zira Cadiz halkı denizde köpür de köpür yüzen delikanlıyı görmektedir, yanında ise denizkızları suya cup cup sıçraya hoplaya dalıp ona eşlik eder.
Zaten, Vatikan’daki kiliseye bakılırsa, denizkızları Şeytan’ın ta kendisidir, balık şekline girmiş, binbir surat gibidir, onlardan uzak durulmalıdır.
Seyir ve Hidrografi ve Oşinogragi Dairesi tarafından beyan edilmiş hangi boylamda ve şuradaki enlemde karşılaşılırsa hemen ıstavroz çıkarılmalıdır.
Kilise öte yandan, rahip ve rahibelerin, çömez ve tilmizlerin kütüphane raflarında Argonaut’ların seyahatnamesi olan Altın Post destanını okumalarını da elbette yasaklamıştır. Aksi hâlde, talebeden yetişecek din adamları kilisede Şeytan’la tanışıp, bilir bilmez, ona tutkun olacaktır. Çünkü destana bakılırsa denizkızları iyilikseverdir.
Argos teknesini fırtınalı Karadeniz havalarında çatallı kayalıklardan uzak tutan aslına bakarsanız iyi kalpli denizkızlarından başkası değildir. Kötülerine ise Siren adı verilir ki, aman Tanrı yazdıysa bozsun. Sirenlerle başa çıkılamaz; hiç uğraşmayın, oradan uzak durun.
Şuh, seksi ve dişi çığlıklarıyla tekneleri şaşırtıp kayalıklara doğru sürüklemekle gemicileri aldatırlar. Gemici taifesi de erkekçe hislere yenik düşüp sirenlerin peşinden gider; bu erkek takımının hiç aklı yoktur, lâkin gel de onlara anlat!

Sirenler yaptıkları sanki marifetmiş gibi bir de sevinirler, sormayın gitsin; kayalıklarda batan teknelerin ardından kahkaha atıp, üstüne üstlük, ohhhh canıma değsin, ohhh çekerler…
Aslına bakılırsa Akdeniz’in denizkızlarından tanrılar tanrısı Zeus habersiz bırakılmakta, ona denizde olan bitenler bildirilmemektedir. Zeus bu melâneti bilseydi belki tedbir alır, felaketleri daha başından önlerdi.
Zeus, karısı kıskanç Hera ile didişip dururken, denizde olanlar olur. Ne ki, Zeus evrende kaosa asla göz yummak istemez, hiç müsaadesi yoktur buna… Zaten denizkızlarının haberini almış olsaydı, kimi eski zaman masalcılarına göre, hemen Olympos Dağından iner, bu kızlarla aşna fişneye bile başlardı. Zira Zeus bildiğiniz gibi, çapkın mı çapkındır!
Çapkınlık sadece Zeus’un işi değildir elbette, mitolojik kahramanlarımızdan Odysseus’u da hesaba katmak gerekir.
Çapkınlığını denizde tehlikeli görüp karaya ayak basınca tekrar ele almak üzere bir yana bırakan Odysseus ise denizkızlarından korunmak için kendisini teknesinde mizene direğine bağlatmıştır. Yoksa nefsini tutamayıp perhizi bozması, bu dünyaya bir daha mı geleceğiz, atın ölümü arpadan olsun diye denize cumburlop atlaması işten değildir.
Bu durumda, bir daha, kendisini İthaca’da bekleyen sadık ve vefakâr karısı Penelope’ye sittin sene dönemeyecektir; o, bunu çok iyi bilir.
Bilir bilmesine ama ne ki, sonunda deniz cadısı sayılabilecek Circa adlı büyücü kadına âşık olup yanında on senesini kocatır. Olsun, acelesi yok, eşine bağlı Penelope onu beklemektedir, nihayetinde Odysseus da bir erkektir ve elini yıkadı mı bulaşığımdı der, unutulur gider; ama kitaplarda yazılı kalır…

Gelmiş geçmiş en büyük kahramanların önde gideni Odysseus’un denizkızlarına yüz vermemesi ressamların iştahını artırmış, kadına karşı bu erkekçe direnişin pek çok resmi yapılmıştır. Onların en güzeli, meraklısına duyurulur ki, Herbert J.Draper’ınkidir…
Kendisini direğe bağlatmadan sirenlere, denizkızlarına katlanan denizciler de vardır. İşte Kristof Kolomb bunlardan biridir. 1493 yılı Ocak ayının dokuzuncu günü, Hispaniola Adası açıklarına gelindiğinde, yeni dünya meraklısı bu denizcilere hoşgeldin demek üzere karşılayıcı çıkar denizkızları…
Kolomb onları güzel bulmaz, hatta biraz erkeğe benzetir, bıyıkları sakalları vardı der ve nefsi hiç uyanmaz. Kolomb hatıralarında denizkızlarına yüz vermediğinden bahseder; yalanı varsa ona aittir.
Demek teknesini bırakıp kızları metres tutmaya gitmemesinin nedeni işte bu beğeni eksikliğidir.
Denizkızları denize düşen erkeklerin de pek meraklısıdır, hemen oraya gelirler, eğer hoşlanırlarsa kazâzadeye talih kuşu vurdu demektir. Peri Padişahının düğünü olsa bu kadar olur; bir eğlence, bir sevişmedir gider, denizin derinliğinde…
Ne ki, denize düşen eğer bir kadınsa, vah vah, çok yazık olur!
Dönüp hemcinslerine bakmazlar bile…
Ama günahlarını almayalım, yine de bir istisna olmuştur, geçmişte… Amerika’da 19.yüzyılda yayınlanan bir gazetenin, The Richmond Dispatch’in 1881 yılında yazdığı habere bakarsanız, Küba açıklarında denize düşen bir kadını denizkızları sâlimen en yakın bir gemiye kadar el bebek gül bebek taşımış, hemcinslerinin yaşamını kurtarmışlardır.
Bütün bunlardan anlaşılacağı gibi, ne olur ne olmaz demeli, denizkızlarına inanılmasa bile, onlarla arayı bozmamaya bakılmalıdır.
Gün olur, maazallah, ihtiyaçtan lâzım olur!
Denizin bu çapkın hanımlarından evlenip yuvasına bağlanan ehl-i namus olanları da görülmüştür.

1552’de Selânikli Alexander Alexandro adlı bir Osmanlı tebaası Rum delikanlı, denizkızına âşık olmakla kalmamış, onu nikâhına almıştır. Yazık ki çok yazık, denizkızı drahomasını ödeyip, çeyizini alıp Alexander’ın evine ağız tadıyla taşınamamış, onların evliliği geceden geceye, kıyıda sürmüştür. Aşkların, demek, böylesi de vardır! Delikanlı her gece sırılsıklam suya girip aşkını terk etmemiştir; sonunda romatizma olduğu söylenir.
Sırılsıklam ıslak aşk ararsanız denizkızına âşık olunuz…
Osmanlı kıyılarında yaşanan bu evliliğin bir tür hezeyan ve delilik eseri olduğunu söyleyenler görülmesin mi, görülür elbette…
Onlara göre, bu Nympholepsy adı verilen bir tür ruh hastalığıdır. Tedavisi yoktur, hasta genellikle boğularak denizde kaybolur! Selanik zaptiyesi kayıtlarına göre, Alexander da günün birinde boğulmuştur. Denizkızlarına duyulan bağımlılık, bazılarına bakılırsa, Metatropism’dir, evlere şenlik bir şeydir. Kadının hükmetmesinden keyif alan erkeklerin ruh hâline ruhiyât ilminde böyle karşılık verilir.

Refik Halid Karay’ın ¨Nilgün¨ adlı romanında erkeğine ıstırap çektirten kadın karakter, birçoklarına göre, bir denizkızıdır. Zaten romanın hikâyesi nerdeyse baştan sona denizde geçmektedir. Nilgün’ün erkeğe gösterip de çektirdiği eziyetin terazisi bozuktur, ayar tutmamaktadır.
Edebiyatta buna benzer nice kadın karakter vardır ki, hepsi, taze tutulmuş ekose etekli levrek balığı gibi oltadan kurtulup hooopp diye zıplayarak, kitapların içine kaçıp saklanmışlardır.
Kitap aralığından onların balık kuyruklarını görmek için iyi bir okur olmak yeterlidir.
Gören görür, velhasılı…
Halikarnas Balıkçısı’na lafı getirip halatını sıkıca bağlamadan denizkızı peşine gitmemek kararında olan yazarınız der ki, onun Gülen Ada isimli hikâyesinde anlattığı Deli Davut’un âşığı olduğu ada aslında bir denizkızından başkası değildir.
Bunu her okuyan anlamasa da denizkızı meraklısı olanlar, durumu çakozlayıp şıp diye çakar…
Lokman Rûhu alınırsa ancak kendine gelecek kadar adamı sersemletip aşk baygınlığında bırakan denizkızlarına, bana kalırsa, Balıkçı Cevat Şâkir Bey Bodrum’da rast gelmiş olmalıdır.
Şimdi! Onlar ersin muradına, biz çıkalım kerevetine misali, işte bu yazdıklarımızın hatrına, hatta yazarın ricasına uyularak, eğer bir denizkızı sizi çağırırsa hemen gitmeli, yanına varmalı, onunla oynaşmalıdır.
Denizkızı kendisine yüz vermeyen, fiîliyattan ziyâde hülyasıyla oyalanmak isteyen erkeği sarakaya alıp dalga geçecektir. Denizkızları böyle erkekleri hiç sevmez.
Sonra cup diye dalgaların içine atılıp gözden yiterler.
Geride onların çınlayan kahkahası hoş bir sedâ bırakır…
Bu hayâl ise çene zamparalığı yapmaya yeter.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl