Ana Sayfa Litera DEVAMSIZLIK (öykü)

DEVAMSIZLIK (öykü)

DEVAMSIZLIK (öykü)

Beni nehrin öbür yakasından getirdiler.

Çocuklarla iddiaya tutuşmuştum. Onlara, nehri bir yakasından diğer yakasına yüzerek geçeceğimi söylemiş, ancak bunu yaptığımda tekrar aynı şekilde geri dönmekten korkmuştum. Öğle güneşinin altında karşı kıyada feryatlarım dört bir yanı doldururken öylece çırılçıplak kalakalmıştım ki adamlardan biri yüzerek gelmiş ve beni geri götürmüştü. Sonra da “Lan orospu çocuğu, ben senin derini yüzmezsem…” diye bağıran babama teslim etmişti.

O günü çok iyi hatırlıyorum. Kavurucu sıcaklığı vücuduma yansıyan ekmek fırınının yanında çırılçıplak duruyor, annem açık başıyla öğle yemeğine ekmek hazırladığı için hamuru yoğurmaya devam ederken babam ince değneğiyle bana vuruyordu. Annem babama “Öyle döveceğine ne diye oğlanı Şeyh Ali’nin medresesine vermiyorsun? Hiç olmazsa yararlı bir şeyler öğrenir” diye bağırmıştı.

Sabahleyin büyükannem Hanem, bir şeyler öğrenip Allah’ın kutsal kitabını ezberlemeye kendimi adamam için kolumdan sürükleyerek beni götürmüş ve mübarek şeyhe teslim etmişti.

Beni bırakıp gittiğinde, kendimi vatanından uzakta kalmış ve oraya bir daha dönemeyecek bir yabancı gibi hissetmiştim. Birdenbire annemi özlemiş ve oradan kaçmayı kafama koymuştum; ancak köyün dış yamaçlarında bulunan ve eski camiyi andıran medreseyi biraz düşündüğümde, tereddüt ettim.

Medresenin önünde kaynak suyuyla dolu bir kuyu ve kuyunun yakınında da mekâna gölge veren bir dut ağacı bulunuyordu. Kuyu hayvanların susuzluklarını gideriyor, yanındaki demir el tulumbasıyla da gelip geçen yolcuların ve tarlalara gidip gelenlerin su ihtiyacını karşılıyordu.

Zemini toprak olan medrese alanının çatısı dallarla kaplıydı. Avludaysa, bir tane guava(*) ağacı ile üç tane hintyağı bitkisinin yanı sıra, çocukların su içtikleri kocaman bir su küpü bulunmaktaydı.

Medresedeki çocuklar, kazınmış kafalarının ortasında çevreye ışık saçan ve dost bakışlı gözleriyle dizi dizi kızıl et kümesine benziyorlardı. Kararsız bir şekilde kapının eşiğinde durduğumda, çocuklar bana doğru baktı ve aralarından biri, “Gir içeri, oğlum” dedi.

Her birinin kucağında Kuran vardı, onlar ezberden okurken ben de seyrediyordum.

Kapıdan içeri giriyordum ki, şeyh bana doğru bağırarak; “Hadi duvarın kenarına, git oraya otur, seni küçük şeytan” dedi.

Sessizce duvarın dibinde yere çöktüm ve bu öğle saatinde kapıdan içeriye dikdörtgen şeklinde yansıyan güneş ışığını seyre koyuldum, bu da benim bu küçük mekândaki tutsaklığımın ağırlığını daha yoğun hissetmeme neden oldu.

Perde perde yükselen seslerin kulağıma taşıdığı kutsal kelimelerin farkına vardıkça, ahenkli (**) okuma yüreğimi kıpırdattı. Ailede biri öldüğünde amcam ruhlarını şâd etmek için âmâ hocalardan birini kiralayıp evde Kuran okuttuğu zaman da aynı kıpırdanmayı hissederdim.

Onun farkına, öylece köşede oturduğunu gördüğümde vardım -o kadar oğlanın arasında oturan bir kız. Kafasını hafif yana eğik tutuşundan, âmâ olduğunu anladım ve başını yukarı kaldırdığında gözlerinin bizim gibi olmadığını gördüm. Yüzü taze süt kadar aktı. Birden kalbim yerinden oynadı ve inanılmaz bir huzur duydum, hatta bulunduğum yere bile sevgi duydum. Başında beyaz bir başörtü, dudaklarında hafif bir tebessüm vardı. Fındık gibi küçücük burnunu incelerken birden kendi kendime sordum: Acaba kimin kızı olabilir?

Yanımdakine onun kim olduğunu sorduğumda, “Ha o mu? O hafız Enise” oldu yantı.

“Hafız mı?”

“Elbette oğlum, o daha yedi yaşındayken tüm Kuran’ı kalbiyle ezberlemiş.”

Şeyh oğlanlara susmalarını emretti ve Enise’den de Kuran okumasını istedi.

Her ne kadar bilgiyi aramakta henüz çıraklık safhasındaysam da kalbimin gümbürtüyle dövüldüğünü hissettim. Sanki o anda önümde, içinden geçersem beni, Sidi Abu Hüseyin Camisi’nin sundurmasının görüntüsüne hâkim kılacak bir kapı açıldı. İyice baktığımda; tavanından aşağı, tüm mekâna hafif ve yumuşak bir ışık huzmesi saçan kandil asılı sundurma boyunca dizili fakirleri seçebiliyordum. Kendimi, -girer girmez hemen oracıkta- sırrın ilk harflerini bana öğretecek bir mucize deneyiminin kapısından içeri giren biri olarak gördüm.

İlk gördüğüm andan beri sevmiştim Enise’yi ve şeyh efendimiz de Enise’yi her gün evinden alıp medreseye getirmek ve geri götürmek görevini bana vermişti.

Enise yolda, elini kolumun üstüne koyar ve yol boyunca ona kılavuzluk ederken gözlerimi büyüye, altı kapalı kapıya ve kendi başına sırrı içeren o yedinci son kapıya açmak için bana acayip gelen ifadeler kullanarak konuşurdu. Onunla sanki rüyadaymışçasına yürürken beyaz başörtüsünün altındaki yüzünü uzun uzadıya seyrederdim.

Enise’yi kaybetmekten, aniden hayatımdan çıkıp gideceğinden korkar olmuştum.

Gerçekten de Enise hastalandı. O gün devamsızlık etmişti. O zaman kaybetmenin ve cesaretin ne anlama geldiğini öğrenecek, acıdan tükenmenin ne demek olduğunu anlayacaktım.. Hummalı gibi amaçsızca bir sokaktan diğerine, bir patikadan ötekine dolanacak, bulunduğu eve girene kadar annesine onu soracaktım. Elimi alnına koydum ve o an alnındaki ateşin yüreğimi yaktığını hissettim.

Enise son yolculuğuna bir cuma günü çıktı. Kendimi yetim gibi hissettim ve hayatımın ilk acılarını o gün yaşadım. Köyden bunalmış ve Enise’nin ani ayrılışından sonra artık yapayalnız olduğumun bilincine varmıştım.

Bu olaydan sonra, kafam insanların öldükten sonra nereye gittikleri düşüncesiyle meşgul olmaya başlamıştı. Toprak yığınının üstünde oturan yaşlı büyükanneme sorduğumdaysa bana hayırsever birini görmeye gittiklerini söyledi. Ardından ekledi; “Ölüm her canlının kaderidir, hayatsa, ah oğlumun oğlu, ölümle son bulur.”

Hocamız mektepteki çocukları bir araya topladı. Tarlaların arasından geçerek mezarlığa uzanan toprak yolda, yakıcı sıcaklıktaki güneşin gözü altında ellerimizde açık Kuranları taşırken hüzünlü bir sesle ayetler okuyarak cenaze alayının önünde yürüyorduk.

Benim mezarlığı ilk ziyaretimdi. Mezarları, ölmüşlerinin hayrına dağıtılanlardan bir şeyler kapabilmek için bekleşen fakir çocukların yere çökmüş develerine benzettim.

Toprağın kokusunu içime çektim ve mezarın açık aralığından baktığımda, ölülerin kemiklerinin bir kenara üst üste dizili olduğunu gördüm. Gözyaşlarıma karşı koyamadım. Kızın tabutunu taşırlarken gördüğümde kalbimin parçalandığını hissettim. Yüksek sesle feryat etmeye başladım ve oradaki adamlardan biri beni kollarının arasına alarak avutmaya çalıştı.

*Guava: Tropikal bir meyve

**Ahenkli okuma: Yazar burada Kuran’ın tecvitli okunmasını kastediyor.

Çevirenler: Nida el-Beheiry-Ümit Özkan

Said el-Kafrawi: 60 kuşağının önden gelen yazarlarından Kafrawi, Mısır’ın en önemli öykücülerinden biri kabul edilir. 1939’da Mısır Deltası’ndaki Kafr Hegazi köyünde doğdu, orada büyüdü. Öykülerinde köy yaşantısını çoğunlukla bir çocuğun gözünden anlattı. On öykü kitabı yayımlandı. Öyküleri, İngilizce, Fransızca, Almanca ve Danimarkacaya çevrildi. Mistik ve gerçek öğeleri ustalıkla harmanlayan Kafrawi, öykülerinde şehir, zaman, doğum ve ölümden bahsederken özgürlük, onur, dürüstlük ve özsaygı gibi insani değerleri işledi.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl