Türkiye’nin en köklü kültürel organizasyonu anlamına gelen Altın Portakal Film Festivali, dün 58. kez izleyiciyle buluştu. Bir zamanlar Onat Kutlar’ın deyişiyle “halk şenliği” olarak adlandırılan festival, son yıllarda organizatörlerin ve yerel yöneticilerin aldıkları skandal kararlarla işlevini yitirmeye başladı. Gelin hatırlayalım:

Sansür ve Sürgün Yılları

Genellikle belediye başkanlarının isimleriyle dönemlendirilen Portakal’da köklü değişimler, Menderes Türel’in ikinci kez Antalya’nın yerel yönetimine seçilmesiyle, 2014 yılında başlamıştı. Gezi direnişini merkezine taşıyan Reyan Tuvi’nin “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek” adlı belgeselinin, Elif Dağdeviren’in başında bulunduğu; Zeynep Özbatur Atakan, Alin Taşçıyan ve Hülya Uçansu’lu bir vitrine sahip olan organizasyon ekibi tarafından sansürlenmesi ve olayın kamuoyunda büyük bir tepkiye yol açması, festivalde ilk büyük kırılmayı gerçekleştirdi. Ödül gecelerinde muhalif sinemacıların tepkilerinden de çekinen yönetim, “cambaza bak” durumuyla özetlenebilecek yeni bir uygulamaya geçti. Buna göre, Venedik, Cannes ya da Berlin’den eksiği değil “fazlası bulunan” (!) Portakal, hızla uluslararası bir festivale dönüşmeliydi! O dönemde Nuri Bilge Ceylan’ın yapımcısı da olan ve devlet-sinema ilişkisinde önemli bir rol üstlenen Özbatur’un çabalarıyla, Altın Portakal festivallerinin başat unsuru olan Ulusal Yarışma’yı yok eden yeni yönetim, önemli bir tehlikeyi bertaraf etmiş görünüyordu. Protestolar ve boykot çağrılarıyla geçen iki yıl, Kaan Müjdeci önderliğindeki bir grup sinemacının Portakal’ı sembolik törenlerle sürgünde (İstanbul) düzenlemesine yol açtı.

Yeni Dönem ya da Fare Doğuran Dağ!

Takvimler 2019’u gösterdiğinde, yerel seçim kampanyasında festivali özüne döndüreceğini söyleyen Muhittin Böcek’in işbaşına gelmesi, sinema camiasını rahatlatmışa benziyordu. Aralarında kentin önemli sinemasal topluluklarından olan Modern Zamanlar’ın da bulunduğu bir grup sinemacı, yeni dönemden umutlu olup, işe geçmişin yaralarının sarılmasıyla başlanması gerektiğini deklare ettiler. Buna göre festival, yakın geçmişte sansürlenen filmlere iade-i itibar gerçekleştirmeli, sürgünde ödül alan yapımlar için, 12 Eylül döneminde engellenen festivallere benzer biçimde programlar yapılmalı ve sansürün bir daha yaşanmaması için tüm sinema kurumlarının bir araya getirileceği ve bildirilerin kayıt altına alınacağı bağımsız bir sinema şurası toplanmalıydı. Ne yazık ki “dağ, fare doğurdu”.

Yola, bir dizi arayışın ardından, bu derece önemli bir festivalin yükünü kaldırma noktasında önemli şüpheler barındıran Ahmet Boyacıoğlu’yla çıkma kararı alan Böcek ve ekibi, daha ilk dakikada önemli bir hata yapmışlardı. Sinema kamuoyunun taleplerin kulaklarını tıkayan Boyacıoğlu, sansür ve yok etme faaliyetleri adeta bir başka coğrafyada yaşanmışçasına başını kuma gömmeyi tercih etti; eleştirilerin ardı arkası kesilmeyince de saldırgan bir tutuma yöneldi.

Boyacıoğlu Festivali!

Bugün üçüncü kez festivalin organizatörü kimliğiyle karşımızda bulunan Ahmet Boyacıoğlu, uygulamalarını eleştiren sinemacıları akreditasyon kıskacına alarak susturmayı deniyor, sinema kurumlarının başında olan ve sektörün sesini, soluğunu temsil eden isimler festivale davet edilmiyor. Kulislerde Antalya’ya davet edilecek gazeteci ve sinemacıları tek tek kendisinin belirlediği konuşulan organizatör, aldığı bir dizi tuhaf kararla, Türel dönemindeki uygulamalara göz kırpıyor.

Boyacıoğlu’na göre Altın Portakal özüne döndü ve halk tarafından yeniden bağra basıldı. Olguya yakından bakıldığında ise bu söylemin gerçeklerle örtüşmediği söylenebilir. Gelin, bu dönemde sergilenen Boyacıoğlu marifetlerini tek tek sıralayalım:

1. Bu yıl festival biletleri, film gösterimlerinden sadece beş gün önce ve son derece sınırlı sayıda satışa çıkarıldı, dakikalar içinde tükendi. Sinemaların tamamen açık olduğu bir dönemde, pandemi gerekçesinin ardına sığınan Boyacıoğlu, hiçbir salonla anlaşmaya tenezzül etmemişti. Kısa sürede gelen ve söylentilere göre her seans için sadece 50 bileti halk için ayıran organizatör, tepkiler üzerine ikinci bir salon açma lütfunda bulundu. Festivalin açılış gecesinde bizzat Muhittin Böcek tarafından ballandırılarak anlatılan “halk teveccühünün” ardında büyük bir tepki vardı aslında. Geçmişte yaptığımız tüm uyarılara rağmen 58 yıllık festivali adeta halktan kaçırma anlayışı Boyacıoğlu döneminde devam etmiş; katılım, açılış ve kapanış törenindeki ücretsiz konser etkinliğine indirgenmişti. Şanslı iseniz davetiye ile ön kapıdan, halktan iseniz arka kapıdan içeri buyur edilebilirdiniz. Tam da 21. yüzyıl Türkiye’sine yakışan demokratik bir festival işte!

2. Boyacıoğlu’nun ilk yılı, gerçek bir skandal yaratmasıyla Altın Portakal tarihine geçti. Zeki Demirkubuz’un başkanı olduğu jüri, yönetmelikte açıkça belirtilmesine karşın En İyi Film ve En İyi İlk Film ödüllerini aynı yapıma verdi. Durumu eleştirenleri tam da Boyacıoğlu zekâsı kıvraklığında bir yanıt bekliyordu: “O yönetmeliği değiştirdik!”. Doğruydu, karar alındıktan kısa bir süre sonra gelen eleştiriler üzerine, gece yarısı saat 2 sularında gerçekleştirilen “küçük bir operasyonla” sorun kökünden çözülmüştü!

3. Bir film festivali, yarışmaya başvuran filmlerin değerlendirilmesini objektif kriterlerle yapmak zorundadır. Gel gör ki, sonuçları şansa bırakmak istemediği anlaşılan organizatör, bir başka el çabukluğuyla Ön Jüri kavramını da yok etmeyi marifet saymıştı. Önceden festival yönetiminden bağımsız olarak oluşturulan seçici kurullar tarihe karışmış, festivalden danışmanlık karşılığı ücret alan bazı isimler Ön Jüri olarak görevlendirilmişti!

4. Benzer bir durum Ana Jüri seçiminde de boy gösterdi. Sanki bir el, sonuçları sağlama almak adına niteliği son derece kuşkulu isimlerden oluşan bir seçici kurul için düğmeye basmıştı. Geçen yıl Erdem Tepegöz’ün “Gölgeler İçinde”sini görmezden gelerek, halen gösterime dahi girmeyen bir filmi ödüle boğan yönetim, zaferini perçinlemek ister gibiydi.

5. Ulusal Yarışma’nın yeniden başlaması elbette azımsanacak bir durum değildi; ancak bunun kaymağını beş yıl boyunca yemeye kararlı görünen ekip, bu yıl yapılan yönetmelik değişikliğiyle “Ulusal Film” tanımı da tüm evrensel normları bir kenara iterek değiştirdi, “yerli film”in şakağına kurşun sıkıldı. Konunun ayrıntılarını sinema emekçisi ve yönetmen Aydın Sayman’ın sosyal medya hesabında yayınladığı yazıdan okuyabilirsiniz.

Kısaca özetlemeye çalıştığımız tartışmalı uygulamaların dışında, sinemamızın mihenk taşı bir festivalde ülkenin sinemasal sorunlarını tartışmak bir yana; her türlü eleştiriyi kesmeye çalışan yöntemlerle demokratik bir festivalin önüne geçmeyi marifet sayan Boyacıoğlu ve arkadaşları, ülkenin en köklü sanatsal birikiminde yarattıkları tahribat şöyle dursun, festival afişlerine, “gelecek, umutla yeşerecek” yazmışlardı!

Son söz olarak, batı cephesinde yeni bir şeyin olmadığını kanıtlayan ve birkaç yıl önce “fare doğuran dağ” olduğu anlaşılan bir ekiple yola devam eden Altın Portakal’ın, kentimize ve işaret ettiğimiz noktaları yazmayı aklından dahi geçirmeyen sanat camiamıza hayırlı olmasını temenni edelim!

TEILEN
Önceki İçerikOlası Olmayan’ın üçüncü sayısı yayında
Sonraki İçerikJohan Sibelius: ‘Sessizlik Senfonisi’nin olağanüstü bestecisi
Gazi Üniversitesi ve S. Demirel Üniversitesi’nde resim eğitimi aldı. İlk denemeleri Kırkmerdiven, Şehir Işıkları, Kent ve Sanat gibi dergilerde yayımlandı, 2000’lerin başında illüstrasyonlarından oluşan “Sanalçağa Eskizler” adlı bir dizi kişisel sergiye imza attı. 2007 yılından bu yana, Antalya merkezli Modern Zamanlar Sinema Dergisi’nin editörlüğünü sürdürmektedir. Yazıları; BirGün, Yurt, Aydınlık, Cumhuriyet (Akdeniz) gibi gazetelerde, çeşitli dergi ve bloglarda yayımlanan yazar, 2013 yılında açılan Behlül Dal Sinema Müzesi’nin danışmanlığını yapmış ve kurumda “Film Analizi” ile “Dünya Sinema Tarihi” atölyelerini yönetmiştir.