Ana Sayfa Art-izan DİLE GELME BAŞKA BİR ŞEY DİLE!

DİLE GELME BAŞKA BİR ŞEY DİLE!

DİLE GELME BAŞKA BİR ŞEY DİLE!

Geçen yıl güncel sanatçı arkadaşım Mehmet Ali Boran’la Mardin’de yapılan sanat faaliyetleri hakkında yaptığımız sohbetlerimizin dekorunda bir mendil dolaşıp durdu. Cemal Süreya’nın şiirinde geçen, “ortaoyunumuzun dekoru bir kağıt mendil” dediği mendile az biraz benzeyen bir mendildi. Üç bienal yapmış ve iki müzesi olan bir şehirde bir güncel sanatçıyla oturduğunuzda, memleketin sanatsal döngüsü hakkında iki kelam etmeyi gerekli bulursunuz.

Çünkü içinde yaşadığınız atmosferin kendisini size dayatan gündemi diğer tüm kelamları parsel parsel kuşatmıştır. Kendi ahvalinizi konuşmak sadece sizin meseleniz olacakken her yerde sizinle ilgili konuşan insanların sizden mesai yarattıkları bir dekorun içinde durursunuz.

Sizinle ilgilidir, ama içinde siz yoksunuz şeklinde tuhaf bir paradoksu da vardır bu mesainin.

Sahi biz neden kendimizden bir mesele olarak bahsediyoruz ki?

Sorunun içindeki cevap olmak böyle bir ihtiyaç mı yaratıyor?

Kendi ahvalimiz dediğim şey “var olmak.” Ya da kimi minnetin buyurduğuna göre “olmuş olmak” ve yer yer “olmasa da olurdu olmak” ve nihayetinde “olmuşa çare aramak.”

Bununla ilgili bir meselede söze nereden başlanır bilemedim hiç. Sadece var olmaktan ileri gelen bir ahvalin insanı geriye götürüp durması da ayrı bir meseledir çünkü.

Sosyal medyada çok paylaşılan Franz Kafka’ya ait sözlerden biri belki bu durumdan çıkmama yardımcı olabilir. Romantik çağrışımları oldukça fazla olan bir söz.

Sein sözcüğü Almancada iki anlama gelir, var olmak ve onun olmak.”

Bizdeki pratiği doğal olarak tepetakla.

Onun olunursa ancak var olan, ama tek bir cümlede var olarak geçen, var olmanın henüz tam olarak nasıl bir şey olduğunu anlamadan o varlığı süratle başka bir varlığa armağan etme halini sabahın köründe her gün tekrarlanan bir yeminle, hiçte merak uyandırmayan birer armağan kutusuna dönüşerek yaşamış olan bünyemizin “bir şey alma, bir şey verme, bir şey olma” noktasında gösterdiği alerjik belirtilerini konuştuğumuz mendilimiz masada ilginç bir şekilde durmaya devam etti.

Neden ilginçtir? Çünkü masa, üzerine bir şey konulan işlevinden ziyade, konulmuş olanın alındığı ve devrildi devrilecek yanlarıyla hatta tehditleriyle hatırlanan bir anlama gelmektedir bizim için.

Sohbetlerimizde 2015 senesinde Mardin bienalinde “sergilenen bir işin gereği olarak” ifade edilen halayı konuştuk. Haliyle Newton’un “bölgesel kütle çekim yasası” gereğince davul zurnanın kontrolden çıkaran kışkırtıcılığı halayı törene çevirmiş. Halay işte, acılarla büyümüş küçük Ceylan’ın bile çok sonradan keşfettiği ve o eski halinden eser bırakmayan bir rehabilitasyon süreci.

Ne yani folklorunuzu inkâr mı ediyorsunuz?

Tabiî ki hayır, halay çekmek ve halay çekenlerden çok şey çekmek ayrıdır diyoruz!

Düğünlerinizde halay çekmiyor musunuz?

Bizim her an düğün havasına girecekmiş gibi duran haleti ruhiyemizi neye bağlıyorsun?

Söz konusu mendil Mehmet Ali Boran’ın üçüncü Mardin bienalinin açılışındaki halaylarda gördüğü eksiği ironik bir şekilde tamamlamak üzerine kurguladığı mendilimde birkaç oya isimli performansına aitti.

Ve bienal küratörünün dostlarına sözlerinin çarpıtıldığını söylediği ama henüz herhangi bir mecrada tekzip etmediği “Mardin’e sanatı götürme” olarak anlaşılmış röportajını konuştuk.

Kulağın belki fazlasıyla hassaslaştığı, kırılganlaştığı düşünülebilir, ancak bu tamamen kulağın meselesi olmaktan çıkan ve adres olarak dili gösteren bir işarettir.

Çünkü buraya hiç “gelmemiş” ama defalarca “uğramış” olan dil, buradaki kulağın içine kendi yığdığı molozları görmekten hiç yorulmamış bir gözdür de ayrıca.

Taşların dile gelmesi” ama tam olarak ne söylediğinin duyulmaması, dile geldiğinde bir kulakla değil hep bir dille karşılaşmasından kaynaklanıyor olabilir mi?

Damlardaki güvercinler” tuhaf bir şekilde “farklı etniklerin bir arada kardeşçe yaşıyor” olmalarındaki enteresan durum, “medeniyet beşiği” ama uyutmayan kabuslar gördüren beşik, “ hoş görü şehri, çan ve ezanın birbirine karışması” hatta o yetmemiş kahvelerde birbirine karışmış, spesiyal olmuş, “abbaralar, geçitler, daracık sokaklar… “

Bu arada Mardin’deki meşhur taşların onca gördüklerinden sonra hep dile gelmesi ama hiç direkt kafaya gelmemesi de ayrı bir mesele.

Bu sohbetlerden meydana gelmiş bir fikirle, Mardin’de çağdaş sanat konuşmaları etkinliğini düzenlemek için bir nedenimiz oluştu. Çünkü 2018 yılının Mayıs ayında kentte yapılacak olan dördüncü bianelin hazırlıklarına yoğun bir şekilde başlanmıştı. Gelin buyurun konuşalım mottosuyla sanatçıları, sanat eleştirmenlerini, küratörleri, sanat tarihçilerini davet edeceğimiz ve birlikte konuşabileceğimiz bir atmosfer yaratmak istedik.

Kimseye bir şey getirmeden, kimseye bir şey vermeye kalkmadan, kimseden bir şey almadan, kimseden iki kere bakarak görmesini beklemeden, kimsenin yaşadığımız şehre sanat derdiyle kattığı emeği harcatmadan ve onun varlığının üstünü kapatacak kaprisli bir gölge olmadan, konuşabilmek ve dinlemek üzerine kuracağımız bir ilişkiyi deneyimlemek istedik.

Belki böylece burada sanatsal bir döngünün neden oluşmadığıyla ilgili daha fazla soru ve değişen yanıtları toplayabilecek bir alanın oluşmasında küçük bir katkı sunabilecektik.

Belki böylece burada sanat faaliyetlerinin bir karşılık yaratamamasının nedenlerini kendi aramızda tahlil edebilecek küçük fırsatları değerlendirebileceğimizi düşündük.

Ve bu gibi sebeplerle bir girizgâh yapmak kaçınılmaz oldu.

Eylül ayında Sanatçı Barış Seyitvan’la sergilerini ve küratöryal deneyimlerini konuştuğumuz programımız, ekim ayında küratör Ezgi Yıldız’ın Linda Nochli’nin “neden hiç büyük kadın sanatçı yok” makalesinden yola çıkarak hazırladığı sunumuyla devam etti.

Kasım ayında Sanatçı Hera Büyüktaşçıyan’la yurt içinde ve yurt dışında katıldığı sergileri, “kayıp mekanın izinde; melez mekanları ve zamanları” konuştuk.

İstanbul’da Eylül ayında Zilberman galeride açılmış ve kendisini çok konuşturan serginin sanatçısı olan Erinç Seymen’le Aralık ayında Kırılgan İnsan üzerinden “Aileyi, sığınağı, cendereyi ve şirketi” konuştuk.

Ocak ayında ders vermeye değil, arkadaşlarımdan bir şey öğrenmeye geldim diyen sanatçı ve sanat tarihçisi Emre Zeytinoğlu ile “Felsefe, teknolojiler ve Sanat” başlıklı konuları konuştuk. Ve tabiî ki o an yazar ve sanat eleştirmeni Evrim Altuğ “sanatta soru sorma” başlıklı sunumu kapsamında kendisine soru soran katılımcıların sorularını yanıtladığı dolu bir program geçirmemizi sağladı.

Bu program kapsamında yaptığımız panellerde kimi zaman değindiğimiz daha önceki bianellerdeki problemler, dördüncü bianelin küratörlüğünü yapan ekibin de izleme imkânı bulduğu bir duruma geldi. Üç bienaldeki sorunları, aksaklıkları ve dille ilgili arızaları kendileriyle email ve yüz yüze görüşmelerde konuştuğumuz ekibin, dördündü bianelde daha önceki abbara-kadabra, mitolojiler gibi kavramsal çerçevelere göre “sözden öte” gibi bir çerçeve oluşturmuş olmaları, sözden öteye nasıl geçebileceğiyle ilgili bir beklentiyi de yaratmış oldu. Bienal ekibinin davet edileceği bir programda, dördüncü bienalin hazırlıklarını, süreçlerini ve kavramsal çerçevesini Mardin’de çağdaş sanat konuşmaları programlarına gelen ve sorular soran katılımcı arkadaşlarımızla birlikte konuşmanın yararlı olacağını düşündük.

Bu sebeple kendilerine gönderdiğimiz davette yukarıda değindiğim “dil ve kulağın” bir arada olmasını ve yer değiştirebilecekleri ölçüde demokratik reflekslerini kullanabileceğini önemsediğimizi göstermek istedik.

27 Ocakta sanat tarihçisi Pelin Tan ile devam edecek programımız, takvimine yeni isimler ekleyerek kendi mecrasına akacak gibi görünüyor…

mahsumoral@gmail.com

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl