(Metin Kaygalak Şiirinde Teoloji ve Masalsılık)

Dokunacağız kirpiklerimizle

Kehribar eskisi sakallarına

O yaşlı Doğu’nun”

(Kahhar Vaftizcinin Şarkısı – M.K.)

Dili; varlığın evi olarak görür Heidegger. Dil ne gibi kusurlar içeriyor olursa olsun, sunduğu anlam kodları ile düşünceyi tek düze olmaktan kurtarıp onu boyutlandırır. Üç boyutlu görülen bir nesne gibi daha hayatlı kılar. İmgeyle beraber ise görülen boyut sayısı katlanır. Düşüncenin duygu ile buluştuğu ve her türlü ilhama evirildiği alanda varlığın dil ile kurduğu ilişki her ne kadar yerini uhrevi bir meşakkate bırakıyor görünse de yazıyla özellikle de sanatsal yaratıyla ilgilenenler ham ilhamlara kendilerini bırakıp sürüklenmenin bir kazanım olmayacağını bilirler. Bu noktada devreye teknik girecektir. İlhamın dil aracılığıyla kodlanıp veriye dönüştürüleceği müstakbel yapıt ancak teknikle yani bir nevi işçilikle yoğrulduktan sonra varlık evine sunulabilir.

İlhan Berk’in şu sözüne kulak vermek gerek: “…şiirin tarihinin her şeyden önce dilin ve tekniğin tarihi olduğunu anlamıştır. (…) Bazı şairler böyledir. Yıllarca içten içe dille, tarihle, teknikle yorulmuş olarak doğarlar. İlk kitabıyla insanı şaşırtırlar. Kaygalak’ın şiirini ben de böyle şaşırarak öğrendim.”

Berk’in burada az önce söylemek istediğim teknik unsuru, müspet anlamda kullandığını görerek şaşırdığı Metin Kaygalak’ın şiirinde sözü edilen tekniğin alanı dayandırılmış bir alanda açımlanır. Yukarıdaki alıntıda ‘tarih’ olarak geçen ibare biraz daha uzun uzadıya irdelendiğinde kendini ikâme eden bir alan olduğu görülecektir. Yazılan şiir dilinin periferisindeki bir kültürün beslediği ve “karşılıklılık” ilkesince etkilediği yeni bir tekniği barındıran şiir dili böylece kurulur. Daha net olmak gerekirse tüm bu heterojen kodlar; uzun yıllar adını koyamadıkları, erklerin korkusundan hep geçiştirilmiş bir Kürt olmak ve Kürtçe düşünmek meselesine dayanır. Dil varlığın eviyse kültür de o evin harcı olacaktır. Metin dili ne olursa olsun bir yaratının nihai sözünü ait olduğu kültürel kaynağı söyleyeceği için bu şaşırtıcı veya yeni gelebilir. Anlatılan şeyin “ne”liği kadar “nasıl”lığı da hayli önemli olduğu için bir eserin üzerinde şekillendiği temel meselesi yanında birleştirdiği parçalara da bakmak gerekiyor.

“…eğir söze susar oldum nasılsa, nasılsa kanserli dilim

fikrim fiilini çekiyor, ne inkâr ne 

 

küfür, vakti geçmiş sefilim… inandım ki ben 

her kandile gizli yanmış fitilim….”

(Hırka Küs -2)

Gerek yukarıda örnek olarak yer verilen eski şiirlerinde gerek son kitabı olan “Doğu Kapısındaki Jonglör” de şairin kendini kurduğu bir aidiyet bir kağıt kesiği kadar acıtıcı tablolar ile işlenmişse de az önce değindiğim “nasıl” sorusu Kaygalak’ın şiirini propangandist olmaktan uzak tutmuştur. Ortak bir coğrafyada her türlü önyargıların kuşatıcılığında bir sanatçı meselesini sanat dairesinden çıkmadan “nasıl” anlatabilir? Bu tekniğe kapı aralayan bir sorudur aynı zamanda. Kelime işçiliğini linguistik kalıplardan çıkararak boyutlandırmak bu soruya verilecek sağlıklı yanıtlarla mümkün olacaktır. Göstergeleri; tarih, efsane, teolojiye dayanan ve ajite olmaktan kaçınan bir yolu seçtiğini düşündüğüm Metin Kaygalak’ta temel gösterge olarak bir “masalsılık” üzerinde durmak istiyorum. Politikaların birçok parametreyle eğilip büküldüğü bir düzlemde “masalsılık” birçok meselenin anlatımında genel geçer bir yöntem olarak görünebilir. Üstelik kurduğu estetize atmosfer, bir şiir dilinin en rahat nefes alabileceği yerdir aslında. Yine de içeriğinden ve arketipsel referansından ötürü şarkiyatçılıkla suçlanma tehlikesini de barındıracaktır. Ancak şairin yıkandığı ırmakla eş güdümlü hikâyesi bunun üstesinden gelmeyi başarmışa benziyor. Masalsı imgeler ve figürlerin perdesi çekildiğinde realite karşımızda belirir:

Yani ben

Doğu kapısındaki jonglör

İçimde sarkık Avanti Popolo şarkısı

Ya da düpedüz bir Herne Pêş korosu

Kara bir uykudan yeni çıkmış

Kapkara bir kadın süsü…

 

Yenik oğullar

Yenik ve yenik…

(Black Rock -1)

Sözcük seçimleri bir şairin karakterinin gereğidir. Şiirlerinde kurulan atmosferi destekleyici etkilerini görsek de yine de sözcük seçimleri bağlamında Kaygalak’ın her şiir okuyucusuna hitap etmeyen bir özelliği de bulunuyor. Bunu yukarıdaki dizelerden bağımsız son kitabının geneli için söylüyorum. Benim altını çizdiğim ve sözcük anlamlarına bakmak zorunda kaldığım yirmiye yakın sözcük oldu. Fakat “Black Rock” üçlemesinin ilk şiirinde yukarıda yer verilen dizelerle ilintili söylemek istediklerim ise daha başka. Ben ‘Herne Pêş’ ifadesiyle ilk defa bu şiir vasıtasıyla karşılaştım. Kürdistan devrim marşı imiş… Bir kitabın kapağını açtıktan sonra ilk olarak karşıladığınız bir şiirde bunu görünce aslında gizil bir önyargının da çarkları dönmeye başlıyor. Bu anlamda ben; diğer şiirlerle bağlantılı olarak okunmadığı takdirde tekil bir figür olarak bazı önyargılarla karşılanabileceğini düşünüyorum. Bu açıdan tasnifin kitaplar için aslında büyük bir önem taşıdığını söylemem gerekecek. Gerçi bu bir şairin hiç de umurunda olmayabilir hatta bu bilinçli bir tercihle de yapılıyor olabilir. Yine de insan ruhunun ürkek duyargaları olduğunu gözetmekte fayda var. Bunun dışında masalsı atmosferin ilk adımı da bu şiirle atılıyor. “Avanti popolo” ifadesi de bir marş olmasının yanı sıra, bilginin erginliğine ulaşmış insanı hatta havas’ı imliyor. Doğu mistisizminin birçok kolu var. (burada batı kaynaklı bir kategorizasyon anlaşılmamalı) İlm-i Havas da bunlardan biri. Kâmil insan mertebesine varan kişilerin bir lütuf olarak Tanrı vergisi mucizevi yeteneklere sahip olması anlamına geliyor.

“…Kuyunun ağzından kendine sarkan

Kendi kemiklerine koşan bir adam…”

Yenilgi ile karşılaşma ve burada bulduğumuz betimsel tablo mevcut olan ‘biz’ adına konuşan çoğul bir ses olarak görünüyor. Birinci tekil şahısla başlayan ama hiç ‘ben’ olamamış bir ses… Bir toplumun tarihsel yükünü omuzlamak zorunda kalan ve bu yüzden apolitik durma lüksüne de sahip olamayan tüm diğer sesler gibi. Benzeri birçok anlatıda da aşk dışında hiçbir veri tekil işlenememiş, ‘ben’ adına söylenecek her sözden adeta hicap duyulmuştur. Bunu, doğuya özgü bir duruş olmaktan çok bir ortak acılardan kaynaklı bir sorumluluk bilincine yormak gerek. “Black Rock” üçlemesinin ikinci şiiriyle arkaik plan devreye girer. Ninovalı bir peder ile Mezopotamya’nın Asurlu geçmişinin altı çizilir. Şairin ifadesiyle yekinen bir bilinç ve farkındalık halidir. Üçlünün son şiiri bana muğlâk bir izlekte ilerliyor gibi göründü. Ancak; propagandizmi kırdığını düşünüyorum. Böylece militarist öğeleri imleyen marşların yerini bir ağıtın samimiyeti ve kucaklayıcılığı alır.

Wî lê dayê

Bejna Mihemedê min nîşana serê çiya

Bejna delalê min nîşana serê çiya”

(Black Rock -3)

(“Ana, Muhammed’imin bedeni dağ başlarının işareti

En değerlimin bedeni dağ başlarının işareti”)

[Çeviri : Anonim]

Bu ağıtın devamında bir ‘çoğul’un isteği; Kaygalak tarafından dile getiriliyor gibi. Her türlü diplomasiden uzak, samimi ve yeni bir başlangıç… Bunlar; yeni bir söylem geliştirilmesi gerekliliğinin altının çokça çizildiği bir dönemde buna paralel okunabilecek dizeler.

Coğrafi olarak yakın doğunun içinde barındırdığı kavimler, halkların yoğunluğu ve demografik farklılıkları o bölgenin içinde çok farklı minör seslerin türemesine ve bunun giderek kaotik bir duruma dönüşmesine sebep olmuştur. Umulan ise bunun bir harmoniye kavuşması ve yaraların kapanmasıdır. Metin Kaygalak; özellikle son dönemlerde travmatik bir duruma dönüşen bu hali şiirinin konusu kılar:

“…Bu gün kesik bir Şam ölüsüyle bağlı

Kentler ölüsüyüz işte

Her dem mahsun bir işmarla

Kendine kalan…”

(Kayıp Vals)

Batı aydınlanmasından sonra doğuya ilişkin her türlü algı batı orijinli gerçekleşti. Batı; sadece o çok güvendiği aklıyla bütün bir doğuyu çözümlemeye cüret edebildi. Bu da böylece ister mikro düzeyde (Anadolu coğrafyasında) ister Frankofon – Anglosakson dünya ile Orta Doğu – Asya arasında olsun hep ötekileştirici argümanları kuvvetlendirdi. Doğuya ilişkin genel algının sakat olmasında ve bu coğrafyanın kendini yalnız ve biçare hissedişinde bu izleğin büyük payı olduğunu düşünüyorum. Kaygalak şiiri özelinde de hep kendiyle baş başa kalmak zorunda olan / zorunlu bir yalnızlık hali dikkat çekiyor. Yas ve ağıtla perçinlenen bir mutsuzluk halinin egemenliğinde bu kayıtsızlığın izleri bulunuyor. Ölçek değişse de aynı algıların sebep olduğu acıların tek tipliği “Yavuz Oğlanın Şarkısı” ve “Anglosakson için Kara” şiirlerinde işlenmeye çalışılmış. İlk şiirde 16. Yüzyılda Anadolu içerisinde Alevi halklar ile payitaht arasında sonucu çok kanlı neticelenen olaylara değini aslında daha açık işlenebilir ve otoriteryen ilişkinin eleştirisi daha gür bir sesle, kartlarını daha açık oynayan dizelerle kullanılabilirdi. Diğer şiirin kurduğu diskur ise daha açık ve güçlü görünüyor.

“…Yani herkese

Kendinde olmayanı soracağız

Başkasında kalanı…

Yani herkese

Başkasının karasını soracağız

Herkesin karası kendine… değil!”

(Anglosakson İçin Kara)

Gelişkin empati olumsuzluğun ortadan kalkması için hayati önem taşır. Egemen olanın diğeri üzerinde mutlak hakimiyet kurduğu bir düzlemde böylesi bir empatiden söz edilemez. Bu da bir hınç güdüsünün tetiklenmesine yol açabilir. Aslında dize sonundaki ‘değil’ ibaresi olmasaydı da mutabakat sağlanabilirdi. Ancak böyle bir seyir tarihsel arka planda hiç olmamıştır. Köle – efendi ilişkisinden itibaren muhkem bir ilişki biçimi hatta hiyerarşi oluşturulmuştur. Söz konusu hıncın ve kaygının temelinde bu ilişki biçimlerinin şekillendirdiği dünya düzeni yatar. Denis Hollier’ın “Kaygı derinlemesine tarihseldir; fakat tarihselliği ilerlemeci değil, devrimcidir” ifadesinde yatan değiştirici devrimci muhalefetin refleksleri bu kaynaklara inildiğinde daha meşru karşılanacaktır diye umuyorum.

Tekrar ana eksene dönecek olursak Kaygalak’ın temel sorunlardan hareketle kurduğu semantik düzlemin dayandığı fantastik dünyanın yeni bir verisi aynı şiirde karşımıza çıkar: ‘remildarlar’ – yani kum falcıları. Aslında geçmişin ezoterizmi içinde bu gün ‘fal’ diyerek düşük bir anlama tekabül eden sözcüklerle doğru ifade edemediğimiz bu gibi gizli ilimler; realitesi olan –olması muhtemel alanlardır. Kaygalak’ın inşa etmeye çalıştığı bu metafizik menşei olan göstergeler diğer şiirlerinde de devam eder:

“…Mor Gabriel’den düşmüş bir Tur Abdinli

Ya da düpedüz Kürdî bir akşamı râmetmiş

Kemik kelimeler dağılıyorsa geceye…”

(Milli Dua / Bayraklar Yarım)

“… Rahibelerin genç kızlık zamanlarından kalma

Gönençli berrak hisler devşirerek

Kız kardeşlerime hakîr bir olgunluk vereceğim…”

(Hakîr Melike)

Kadim Süryani gelenekle ilintili ifadelerin sıkça referans alındığı bu dizeler, konuya çok da vakıf olmayanlara nüfuz etmeyebilir. Süryani geleneği, yaşam biçimi ve sonra Ezidilik inancı; özellikle Mardin coğrafyasında daha sıklıkla yaşanıyor. Teatral manada bunun bir yansımasını Murathan Mungan’ın “Mahmud ile Yezida” adlı oyununda görmüştüm. Ancak tiyatro eserlerinin görsel verileriyle birçok ritüelistik olgu rahatça çözümlenebiliyorken bunun şiirde o denli kolay olmayacağını söylemek lazım gelir.

Metin Kaygalak’ın imge tasarımında “Doğu Kapısındaki Jonglör” içerisinde tekrar tekrar kullanılan bazı unsurlar mevcut. Bunlarla beraber masalsı atmosferin kurgusu netleştirilmeye çalışılmış görünüyor. Daha önceki eserlerinde de teolojik argümanlara sıklıkla yer verdiğine şahit olduğumuz şairin burada da aynı tasavvur içerisinde olduğunu görebiliyoruz. “Heveskâr Hacıağa”da müphem bir yargılama sahnesinde şahit olduğumuz şey de Fatiha Sûresi’nin literal bir biçimde kullanılışıdır. Burada da yine hermetik duran unsur, kültürlerarası geçişi sağlayan ulamalardır. Bu tip kapalılıklar okur için pek hazzedilmeyen şeyler olarak duruyor. İslâm teolojisine atıflar “Füsunkâr Kızlar İçin Kanto”da da devam eder:

“…Bana İbrahimi kavimden bahsetme

Güzel ahlak çocuklarının râmettiği

O ışıklı geceden…”

Benzer imgelerin kullanımı meselesine örnek olarak ise“Füsunkâr Kızlar İçin Kanto” da geçen ‘rende’ ifadesinin benzer bir biçimde “Çocuklar İptila” şiirinde de kullanıldığını görürüz:

“…Buna mukabil

Şunu söyleyebilirim

Paslı bir rendeye vurarak yüzümü:”

(Füsunkâr Kızlar İçin Kanto)

Beni dilindeki o kör rendeye vur

Revnaklarını al yüzümün

Pörsürt beni!”

(Çocuklar İptila)

Dikkat çekici bir diğer unsur ise ‘yargıç’ ve ‘haysiyet’ ifadeleri… Tekraren kullanılan sözcüklerin durumu, görülmekte olan bir davanın yargıcına yani bizzat -nizam koyucuya ve düzenine- sivil bir itaatsizliği telâkki eden vaziyettedir.

Seküler Mezmur” da ise itaatsizlik, isyan halini almış gibidir. Adeta anarşist felsefenin klasikleşmiş sloganlarından biri olan “Ne Tanrı ne hükümdar” ı hatırlatacak bir karşı koyma görülür. Fakat bu ve öncekiler gibi erke yönelen itaatsizliği konu alan şiirlerde görsel bir imajinasyonun zihinde netleşememesi, tarafların net tarif edilememesi ve anlatımı sembolize ederken manânın billurlaşmasını engelleyen durumların oluşması bu şiirlerin bıraktığı izlenimler arasında görünüyor. Şairin neyi mesel edindiğini biliyoruz, biyografisine, önceki eserlerinin diline az da olsak hakîmiz ancak bu demek olmuyor ki her tekil şiirde anlam kendiliğinden oturacak yahut az veriyle şiirin ihtiva ettiği derinlik sezinlenebilecek. Bunun üstünde durmamım sebebi bu saydığım şiirlerin göz kırpıcı halleri… Bazı şiirler ifade kalıpları gereği açıklayıcı kodlar vermese de süfli olmadıklarını belli ederler. İşte o zaman; bu şiirleri sökmeye çalışmak, sizin de onlarda bir parçanızın bulunduğunu keşfetmek istersiniz.

“…Bağışla!

Ancak böyle varabilirim

O kötücül çocuklardan

Uzak tutarak ruhumu

Dindar yargıçların

Seküler mezmurlarına…”

(Seküler Mezmur)

Son iki dizede kristalize olan bir “an’lam” mevcut gibi. Günümüzün politik bir okumasını da yapıyor adeta. Bu eleştirinin yayımlanacağı tarih ile bu şiirin dahil olduğu kitabın yayımlandığı tarih arasında kısa bir süre bulunduğundan güncel değeri yüksek olan son iki dizeye dikkat çekmek istedim. Masalsı – uhrevi figürlerin, kutsal dini motiflerin; günümüzün zarf – mazruf karışıklığına ve söylemlerin giriftliğine uyduğunu görmek beni sevindiriyor. Benzer bir dize de “Hakîr Melike” de görülür:

“…Doğrusu ben

Yani mirasçı oğul edasıyla Batı’nın

Koşarak kapanacağım

Müflis Yahudi tüccar ayaklarına…”

Metin Kaygalak’ın benzer şiirlerinde okların gökyüzüne değil de yeryüzüne doğru atıldığı görebiliriz. Kıyasıya öfke duyulan mercii; dünyevi düzen sahipleri olup mevcut rahatsızlık; varoluşsal bir sıkıntıdan kaynaklanmaz. Zaten çokça kutsal metinlerin ve dini ritüellere ait olguların bu şiirler de yer etmesi başka türlü açıklanamazdı. Olumsuz eleştirilerin dünya düzenine yönelmesi; ikâme edilmesi gerekli bir ahlâk nosyonunun da belirlenmesini gerektirir. Acı nisyan; geçmiş sıkıntıların yeni ve umut vadeden başlangıçlara bırakması adına olacaktır. Bu da ancak yeni ve tertemiz bir söylemin başaracağı bir iştir.

“…Orada

Yani yeni olanın ahlakıyla

Yeni harflere düşüreceğiz içimizi.

Ve belki de ancak

Böylesi kahhar bir unutuş

Var edecek ikimizi.”

(Kahhar Vaftizcinin Şarkısı)

Edward Said; “Entelektüel” adlı eserinde aydın kişinin hakikati söyleme biçimini onun bölgesel ve içgüdüsel bağlılıklarından ayırarak kutsal metinlerle mesafelendirilmiş bir uzamda hatta kendini onlarla mücadele eden bir konuma taşıyarak seküler bir tavırda olması gerektiğini söyler. Metin Kaygalak’ın radikal olmayan, belirli öznel bir doğruyu işaret eden (okuyucuyu ikna etmeye kalkışan) dini bir referansa girişmeden kutsalı araçsallaştırması; Said’in düşüncesinin tersinin de gayet rahat gerçekleşebileceğini gösteriyor. Üstelik bunu sırf bir dekor olarak kullanmadığına inandığım için burada açıkça söyleyebiliyorum. “Jazz Muslim” şiirinde geçen bir ifade ise beni düşündürdü. “…Rabbe yüzümü vermeden önce” ve bu dizeyle paralel Tanrıya ilişkin çokça gönderme inanç dışında başka bir sebeple yapılıyorsa şayet bu şiirlerde kendini tam olarak belli edememiş denebilir.

Kolektif bir aydınlanmanın ve toplumlar arasında karşılıklı samimiyetin eksikliği durumunu, genel manâda şiirinin başat öğesi saydığım Kaygalak; “Kardeşlik Rüsva” ve “Püriten Vatanseverlerin Şarkısı”nda bunu en net biçimde sunmaya çalışmış. Dil probleminin yer ettiği dizeler dışında karşımızda beliren acı geçmişin hikâyesinde, radikal dini soslara bulanmış şovenizm ve bunlara şairin ifadesiyle Rap! Rap! Rap! Diye tempo tutan militarizm rol oynar. Kaygalak’ın bu sahnede yer verdiği iki unsur ise dikkat çekiyor: “Çocuk” ve “Haysiyet” Ne yazık ki bunlar net bir şekilde yorumlanabilecek, üzerinde kesin yargılarda bulunulabilecek durumda değiller. Ancak ana eksen, tarihsel bir etik yaranın bugün bile halâ ondurulamadığıdır. Belkide dünün çocukları yarının çocuklarına bu hikâyeyi anlatıyordur. Bu hikâye her ne kadar çok acı da olsa içinde yer ettiği coğrafya; bulundurduğu asırlık inançları, mabetleri, kadim gelenekleri, gizli ilimleri ve tüm gizemi ve ihtişamıyla her şeye ve herkese göğüs germesini bilmiştir.