Ana Sayfa Manşet Doğu’da Cinayetin Cazibesi: Ustinov’lu Hercule Poirot Filmleri

Doğu’da Cinayetin Cazibesi: Ustinov’lu Hercule Poirot Filmleri

Doğu’da Cinayetin Cazibesi: Ustinov’lu Hercule Poirot Filmleri

 

Büyük polisiye yazarların imza dedektifleri vardır ve bu dedektifler yazarlarla özdeşleşmenin ötesinde sinema sektörünün her dönem ilgisini çekmiştir. Arthur Conan Doyle’un Sherlock Holmes’ü, Patricia Highsmith’in Bay Ripley‘i yaratıcılarının en önemli karakterleridirler ki Bay Ripley kovalayan değil kaçan taraftadır, suçu işleyendir. Söz konusu yazar Agatha Christie ise iki ayrı dedektiften söz edebiliriz Belçikalı Hercule Poirot ve İngiliz Miss Marple (Jane Marple). Marple biraz da cinsiyetinden ötürü amatör dedektif olarak anılırken suçları “dışarıdan” çözmektedir. Poirot ise klasik bir dedektiftir ve Holmes gibi görevlendirilmekten ziyade kendisini olayların ortasında bulmasıyla (izlediğim filmler için böyle) ünlüdür. Kuşkusuz bu dedektifin birçok ayırt edici vasfı bulunuyor; değinmeye çalışacağım fakat öncelikle Poirot’yu hangi filmler üzerinden ele alacağımı belirtmek ve dedektifin sinematelevizyon serüvenini aktarmak uygun olacak. 

Agatha Christie

Polisiye filmler bir yönüyle remake cenneti… Bu türün yanına aksiyonları ve çizgi roman uyarlamalarını da yazabiliriz. Örneğin James Bond veya süper kahramanlar hemen her dönem Hollywood’un radarında. Bu hikayeler mi güncelliğini yitirmiyor yoksa Hollywood mu tükendi, sürekli kendini yineliyor” işin ayrı bir boyutu. İkinci ihtimal yabana atılır gibi değil fakat remake’ler en az yeni yaratılar kadar Hollywood’un seyirciye ulaşma stratejisini yansıtıyor. Hollywood seyirciye hoşlanacağı karakterler veriyor. Bu karakterlerin dedektifler, süper kahramanlar arasından seçilmesi sürpriz sayılmamalı. Hal böyle olunca remaklerde hangi oyuncuların karakteri daha iyi canlandırdığı tartışması doğuyor ve hayranlar bu tartışmalara daha ateşli katılım sağlıyorlar. Onlar için star değil karakterin derinliği, olaylara katılımı, imkânları ön planda... Gösteri dünyasına damga vurmuş karakterler birden çok işlenmiş ve farklı yönetmenlerin anlatılarında farklı oyuncularca canlandırılmışlardır. Bu bakımdan Hercule Poirot da birçok oyuncunun yorumundan geçmiştir. Aynı zamanda müstear isimle aşk romanları ve tiyatro oyunları da yazan Agatha Christie’nin kaleminden çıkan bir öykü ilk kez 1928 yapımı The Passing of Mr. Quin filminde kullanılmıştır. Hercule Poirot karakterini ise Alibi (1931), Black Coffee (1931) ve Lord Edgware Dies (1934) filmlerinde görürüz. Dedektifi ilk kez Austin Trevor canlandırmıştır. Buna karşın Poirot’nun yer aldığı en ünlü seri 1974’te Murder on the Orient Express (Sidney Lumet) ile başlayıp Death on the Nile (John Guillermin, 1978) ve Evil Under the Sun (Guy Hamilton, 1982) filmleriyle devam edip 1988’de Appointment with Death (Michael Winner) ile biten 4 filmlik seridir ve ilki dışında (Albert Finney) dedektif rolünü Peter Ustinov üstlenmektedir. Ustinov bu üç filmin yanı sıra Thirteen at Dinner (1985), Dead Man’s Folly (1986) ve Murder in Three Acts (1986) olmak üzere üç televizyon filminde daha yer alarak öne çıkmıştır. Poirot’ya can veren bir diğer oyuncu David Suchett 1989’dan 2013’e değin tam 70 bölümde boy göstermiştir. Dolayısıyla 24 yılını bir karaktere ayıran Suchett’in Poirot ile özdeşlemesine ses eden pek çıkmayacaktır ancak yazının içeriğini Ustinov’un rol aldığı seriyle sınırlandırdım. Bu sınırlandırmada birkaç unsur etkili oldu diyebilirim. Pera Palas’ta yazıldığı bilinen Murder on the Orient Express (Şark Ekspresinde Cinayet) romanı ülkemizde en meşhur Agatha Christie eserleri arasında… Diğer öykülerin de ağırlıklı olarak Doğu’da geçiyor oluşu ilgimi çekti. Murder on the Orient Express İstanbul’da, Sirkeci Garında açılıyor. Trenin kara saplandığı yer Belgrad… Evil Under The Sun filmi de Tyrania adlı bir hayali ülkede, Adriyatik Denizinde bir adada geçiyor. Geriye kalan iki film ise Mısır ve Ölü Deniz’de geçiyorlar. Seride anlatım yönünden de ortaklıklar kurmak mümkün. Dört film de bir anlamda seyahat filmi, Poirot her defasında olayların içinde buluyor kendini, davaya çağrılmıyor, davanın orta yerine düşüyor. Her bir filmde de kapalı bir kümede aranıyor katil ve şüpheliler ile Poirot bir mekânı mecburen paylaşıyorlar. Cinayetler genellikle filmlerin ortalarına doğru, ilk üçte birlik kısımda işleniyor, ancak hepsinde son bölümler uzun açıklamalara ayrılıyor. Poirot’nun olayları çözüşü de umutsuz bir anda ve beklenmedik bir çıkış sonucunda gerçekleşiyor. Dedektifin çalışma tarzının ve olaylara yaklaşımının filmlerin gidişatını etkilediğine şahit oluyoruz. Poirot filmlerin ikinci üçte birlik kısımlarında yolcuları sorguya çekip topladığı parçaları birleştiriyor ve katile ulaşıyor. Filmlerin finalleri sürprizlere açık olsa dahi yöntemin hiç şaşmayışı heyecan faktörünü kısmen sekteye uğratıyor. Poirot filmleri için dingin ifadesini yakıştırabiliriz. Zira işler son derece sakin ilerliyor.

Doğu’da cinayet fikri ya da Batılıların cinayet işlemek için mekân seçimi

Christie’nin bu romanlarında “egzotik” toprakları tercih edişi polisiye türü için de bir kırılmanın izlerini taşıyor. Amerikan yazar Edgar Allan Poe tarafından ilk örnekleri verilen (verildiği kabul edilen) polisiye öykücülük polis teşkilatına ve şehirlere dayanıyor. Polisiye öyküler büyük ölçüde cinayet işlenmesine değil suçun aydınlatılmasını temel alıyor. Suç kentlerde aydınlatılıyor ve düzen sağlanmış oluyor. Nedir ki suçun taşra uzantısı da mevcut. Bazı polisiye öyküler taşrada geçiyor, giderek çiftliklerde işlenen cinayetler ön plana çıkıyor. Trajik bir değişim yaşanmasa bile cinayet atmosferi çeşitleniyor. Gizemi Doğu’da arayan Batılıların egzotizm merakına Sherlock Holmes öykülerinde de yer yer rastlayabiliriz. Doğu, yılanlara, yüzük içinde saklanan zehirlere, peçelerin ardına saklanmış yaralı yüzlere, nereden fırlatılacağı belirsiz oklara ev sahipliği yaparken suç için biçilmiş kaftandır. Öteki dünya inancının Doğudaki gücü bu dünyada işlenen cinayete yansımakta, gizem duygusu körüklenmektedir. Diğer yandan “cehalet” (tırnak içini açarsak, Batının tanımladığı bilgi ve yönteme erişilememesi) ile Doğu, ister cinayet işlensin ister huzur dolu bir tatil geçirilsin her daim çözülmeye, aydınlanmaya muhtaçtır. Esasında dar Avrupa sokakları yerini Doğu’nun tozlu topraklarına bırakmaktadır. Nil Nehri ve Ölü Deniz tercihlerinin ardında yazarın uzun soluklu Ortadoğu macerası ve arkeolog Max Mallowan ile yaptığı evlilik yatmaktadır. Christie bu coğrafyayı yakından tanırken arkeolojiye de ilgi duymaktadır. Appointment with Death filminde Kumran kentinde yapılan kazılar dikkat çekmektedir. Kazı alanında geçen bir sahnede karakterlerden İngiliz Parlamenterin kayıp bir kadını aramak yerine kazı yaptıkları için işçilere çıkışıp kadının eşgalini vermesi metodolojik uzlaşma (ve belki çatışma) açısından not edilebilir. Arkeologlar biraz zorladığımız (arzu ettiğimiz) takdirde dedektiflere benzetilebilirler. Her iki meslek grubu da bulduklarından (delillerden) ilerler ve her ikisinin işi de geçmişledir. Her iki meslek erbabı teknolojiden yardım alır fakat meseleyi aklı ve bilgi birikimiyle sonuçlandırır. Arkeoloji ile dedektiflik bu noktada ayrılmaktadır. Dedektif elindeki vakayı çözdüğünde görevini tamamlar, dosya kapanır, arkeolog ise her zaman yolun başındadır. Arkeolojinin bitip tükenmez enerjisi polisiye romanlarda kuşkusuz vaka düzeyine indirgenebilir fakat Christie’nin bu öykülerinde Poirot suçun tam ortasında kalarak bir mesaj vermektedir. Poirot da arkeologlar gibi yolun başındadır. Tatile çıktığında, seyahat ettiğinde, “rahatsız edilmek istemediğinde” cinayet gelip bulur onu ve yolundan çıkarıp yeni yollara sevkeder. 

Bahsi geçen filmlerde bir başka ortaklığı kısıtlılık üzerinden kurabiliriz. Yolcular (şüpheliler) bir rotaya mahkum kılınmışlardır. Bazen kara saplanan bir tren, bazen bir nehir boyunca seyreden gemi, bazen anakaradan uzakta bir ada şüphelileri ağırlamaktadır. Bir anlamda yolculuğun misafirliğe evrilişi söz konusudur. Evil Under The Sun filminde amaç zaten tatil yapmaktır fakat o tatil de Poirot konuklara adadan ayrılmamaları gerektiğini bildirdiğinde zorunlu misafirliğe dönüşmekte gecikmemiştir. Bu çıkışsızlık gerilimi tırmandırmakla kalmayıp karşıtını da inşa eder. Aynı esareti paylaşmaları yolcuları eşitlerken bu eşitlik filmin sonuna ertelenmiş çözümü bekleyen seyirciyi rahatlatmaktadır. Öte yandan yolcular da bu eşitlikten memnundurlar. Ara ara suçlandıkları için isyan etseler sanki içten içe keyif duymaktadırlar. Bu keyfin nedenleri her filmde farklılık gösterir. Suçlu için böylesi bir ortam kendini saklamasına fırsat tanımaktadır. Suçsuz ise suçlanmanın tadına varır; nasılsa aklanacak, kibirli dedektifin gözlerine güvenle bakarak onu yanıltmanın hazzına kapılacaktır. Bu duyguların açığa çıkmasında paylaşılan esaret pay sahibidir. Seyirci herkesin biraz katil olduğu bir atmosferle karşı karşıya kalır. Buradan bir başka öğeye geçebiliriz. Biraz da “haklı sebepler”den söz edelim.

Herkesin sevindiği ölümler

Poirot’nun düğümü çözdüğü bu filmlerde maktülün pek sevilmediği anlaşılmaktadır. Suçlunun arandığı kümede hemen herkesin cinayet işleyecek sebebi vardır. Daha doğrusu maktüller hep topun ağzındadır. Ya kötülük etmişlerdir ya da kötülük ediyorlardır. Murder on the Orient Express‘de maktülün geçmişinde çocuk kaçırma ve cinayete azmettirme yatmaktadır. Death on the Nilede arkadaşının nişanlısını çalan zengin bir kadın hedef olur. Evil Under The Sun’da ise bir servet avcısını izleriz. Appointment with Death maktüllerin en kötü kalplisini sergiler. Bu kadın kocasının vasiyetini değiştiren zalim bir üvey annedir üstelik baskı kurduğu çocuklar 20’li yaşlarına varmıştır. İlginç olan düşmanların, düşmanlık besleyecek kişilerin aynı kümede buluşmalarıdır. Buluşmalar bazen tesadüf eseri fakat çoğu kez planlıdır. Bu durum cinayetin tüm kümede bir reaksiyon almasına yol açar, sevinenler sevinçlerini gizlemezler. Bu tavırları cinayetin şenlikli bir ifadesi biçiminde yorumlanabilir. Cinayet işlenmiş, ölen ölmüş kalan kalmıştır. Giden masum değildir öyleyse ölümü hak etmiştir! Elbette Poirot’nun işi de güçleşmektedir. Ölümlerden doğrudan yahut dolaylı çıkar sağlayanların sayısı arttıkça katile ulaşmak güçleşir. Christie’nin Belçikalı dedektifine izlettiği yol bu açıdan anlamlıdır. Holmes gibi küçük ipuçlarından hareket etmeye kalksa bir noktadan sonra tıkanacaktır. Poirot analitik düşünmek hatta defalarca yanılmak zorundadır. Filmlerde keyifle yanıldığını, şüphelilerin makul sebeplerini zihninde canlandırdığını ve cinayeti hayali bir düzlemde yeteri kadar tekrarladığını görürüz. Tekrarların işlevi cinayetleri kusursuz kılmaktır. Kusursuz cinayetler planları ve pürüzleri meydana çıkarır. Katile kendi planından ulaşmak daha kolaydır. Öte yandan Poirot’nun adalet duygusu burada devreye girmektedir. Maktüllerin bir kısmından o da pek hoşlanmaz ve sorguladığı şüphelilere kendi cinayetlerini işleme olanağı verir. Şüphelilerin haç görmüş vampire dönmeyişi bundandır çünkü ölümden ve belki de katil olarak anılmaktan rahatsız olmamışlardır.

Zehir, bıçak, ateşli silah, çıplak el… Herkes öldürür sevmediğini, Poirot bulur katilini!

Christie’nin öykülerinde cinayetler sıradan gözükmektedir. Yine seride yer alan filmlerde farklı fakat alışıldık yöntemler kullanılır. Evil Under The Sun’da katil boğazına sarılır hasmının, Death on the Nile’de ilkin korkunç bir suikast tasarlanır. Antik gezide bir tapınağın tepesinden taş yuvarlanır genç çiftin üzerine. Bu başarısız girişimin ardından silahlar patlar. Appointment with Deathde bir zehir şişesi başroldedir. Murder on the Orient Express diğerlerinden ayrılır. Bu filmde maktül zehirle etkisiz hale getirilip bıçak darbeleriyle katledilmiştir. Maktülü etkisiz kılma Evil Under The Sun’da da belirgindir. Kurban başına vurulan taşla bayıltılmaktadır. Oysa tren cinayeti bir intikam tasarısı olduğundan törensel bir hava taşımaktadır. Filme dair daha fazla ayrıntı verip seyir keyfini kaçırmayacağım. Murder on the Orient Express‘i saymazsak filmlerde cinayetlerin işleniş biçimlerini ortaklaştırabiliriz. Araçlar değişse de hedefe varma niyeti taşıyan sadelik filmlerin dingin havasıyla uyum içindedir. Hasımlar öldürülmesi gerektiği için öldürülmektedir ve anlık öfkeyle değil mantıkla işlenir bu cinayetler. Dolayısıyla Poirot’ya varsayımlar yürütecek alan bırakılır. Zekice planlanmış cinayetler işlendikten sonra adeta prodüksiyona dökülmekte karartılan veya “fazlaca” aydınlatılan deliller yardımıyla dedektifin aklı bulandırılmaktadır. Burada iyi bir polisiyede aranan kriterlerin karşılandığı görülür. Akılla işlenmiş cinayet, cinayetin açtığı kapılar, sorgu esnasında elenen ihtimaller ve son ana kadar ne yapacağı kestirilemeyen bir dedektif. Poirot gerek olaylara isteği dışında dahil oluşunun gerek yaşının etkisiyle ilk sahnelerde epey atıl çizilmektedir. Dedektif henüz işlenmemiş suçun kokusunu alırken istifini bozmaz. O da seyir halindedir ve bir yerlere ulaşmak hatta tatil yapmak, dinlenmek hevesindedir. Burnu havada olmasına rağmen hünerlerini sergilememeyi yeğleyecek samimi bir görünüm sergiler Poirot. Cinayetler sadece dar kümenin değil dedektifin de huzurunu kaçırmaktadır. Kader ağlarını örer, Poirot bu ağları toplar; kah talihi yüzüne güler kah kendini katilin yerine koyar ama bir şekilde çözer düğümleri. Poirot’nun konumu adaletin ve devletin olay örgüsündeki tartışmalı varlıkları ile pratiğe yansıyışları hakkında fikir vermektedir. Poirot devletin yerini almaktadır. Bu filmlerde iş yerel otoritelere kalmadan tam yetkiyle görevlendirilir. Batı Ortadoğu’nun ve Balkanların adaletine güvenmemektedir. Dahası imajların sarsılmaması gerekir. Bir tren işletmesi, bir gemi veya bir otel müşteri kaybetmeyi göze almaz. Dedektif bir bakıma kapitalizmin kurşun askerliğine soyunmaktadır. Poirot’nun resmi yetkilileri işe bulaştırmama kaygısı muhtemel işbirlikçilerini ve hesap vereceği kişileri de belirlemektedir. Bu filmlerde sorgu yalnız Poirot’nun tasarrufunda geçse dahi ona yardım edenler eksik olmaz. Murder on the Orient Express‘de bir hekim ve hattın işletme müdürü desteklerini esirgemez, Death on the Nile‘de eski bir dost (Albay Race) dedektife eşlik eder ve yine bir hekimin şüpheli olduğu halde cinayet saatine dair değerlendirmesine başvurulur. Evil Under The Sun ise Poirot’nun yalnız kaldığı bir filmdir. Birkaç önermede bulunan otel sahibesi hariç kimse elini taşın altına koymaz. Öte yandan Appointment with Death ise yerel görevlilerin (sömürge valiliğinin) inisiyatif almasıyla ayrıksı bir yerde durmaktadır. Bu filmde İngiliz Kraliyetinin hizmetkârı albay (Carbury) da soruşturmaya katılırken adli hekimliği şüpheliler arasında yer alan okuldan yeni mezun bir kadın üstlenir. Sonuç olarak Belçikalı dedektifin Holmes gibi sürekli bir yardımcısına rastlayamayız. Doğrusu Poirot’nun bu türden bir yardımcısı vardır, emekli askerdir ve adı Arthur Hastings‘dir ancak bahsi geçen filmlerde boy göstermez. Christie, Poirot’ya bu öykülerinde niçin sabit bir yardımcı vermemiştir? Birçok fikir ileri sürülebilir. Bana kalırsa mesele cinayetin dar alanlarda sorgulanmasıdır. Poirot sahada (bir Batı Avrupa şehrinde) çalışmıyordur, kısıtlı imkanlara sahiptir ve atacağı kurşun sayılıdır. Bu koşullarda dedektifle birlikte deneyip yanılacak bir yardımcı ani çözümün parlamasına mani olacaktır. Holmes’ün Dr. Watson ile ilişkisine baktığımızda bariz bir üstünlük sezeriz. Holmes bu üstünlüğü kompleks öykülerde kurmuştur. Üstelik bazı vakaların çözümüne doktorun parlak zekası öncülük etmiştir. Poirot filmlerde çevresine her ne denli elinden vaka kaçırmayan bir dedektif olarak sunulsa bile rica minnet çözmek durumunda kaldığı cinayetlerle ilgilenirken isteksiz durmaktadır. Bu isteksizlikte burunlarından kıl aldırmayan hayali dedektiflerin titiz vaka seçimi rol oynamaktadır! Cinayetler kıvrak zeka istemiyorsa ne Holmes ne Poirot heves eder. Bu filmlerde de Poirot kolları sıvarken hafif bir pişmanlık duyar, zamanla ısınır ve zevk almaya başlar.

Kadınlardan korkan Poirot

Son olarak Poirot’nun nasıl bir dedektif olduğuna değinerek yazıyı noktalayabiliriz. Poirot kimdir? İnsanlarla iletişimi nasıldır? Her şeyden önce o  Fransız zannedilen bir Belçikalıdır! Bir Fransız kadar kibar ve entelektüeldir. İyi gözlemciden ziyade iyi bir dinleyicidir. Nerde ne zaman olması gerektiğini, kısacası kulak misafirliğinin tüm inceliklerini bilir. Katili aradığı kümelerde konuşmaları dinler ve onları daha sonra lehte yahut aleyhte kullanılmak üzere adeta kaydeder. Şüpheliler bu konuşmalarda verdikleri açığın bedelini suçlandıkları sıra beyanları kendilerine hatırlatıldıklarında ödemektedirler. Poirot’nun bir başka özelliği etrafını sürekli küçümseyen gözlerle süzmesidir. Sıkkın bir tavır takınır. Ustinov’un rol aldığı filmler Akdeniz ve Ortadoğu’da geçtiği için genellikle yüzünü ekşiten, sıcaklardan bunalmış bir Poirot izleriz. Beyaz ve şık kıyafetleri içinde gezinip durur Poirot. Ortamda kamufle olma yeteneğiyle dikkat çeker. Kilosuna ve gösterişine karşın, sıkkınlığını bazen siliklik derececine vardırıp silaha dönüştürür. Dahası dedektif yalnız ortamdan değil olaylardan soyutlanma yeteneği sergiler. Onun bu umursamaz (kendinden emin) davranışları şüphelileri de hataya sürüklemektedir. Poirot’nun sonuca gidişinde en önemli etmen düzenli tuttuğu notlardır. Poirot not tutarak sorguladığı kişilerin dikkatini dağıtırken anahtarı aramaktadır. Her olayda bir tutarsızlık bulan dedektif notlarını o tutarsızlığın etrafına yerleştirir. Kişilerin olay saatindeki tanıkları, makul sebepleri, cinayetin işleniş şekli tamamen o tutarsızlığın hizmetindedir. Christie’nin öykülerinde bir şüpheli işaret edilmese bile bu çalışma yöntemi çoğu kez sürpriz sonları beraberinde getirir. Poirot’nun kurduğu psikolojik baskıdan daha evvel söz etmiştik. Dedektif şüphelileri tutarsızlık vasıtasıyla çözmektedir. O hem olaylarda hem kişiliklerde tutarsızlıklar arar ve cinayete neredeyse ilgisiz bir tavır takınırken her  an her yerden çıkacakmış havasını hissettirir. Nihayet şaşkına dönen şüphelileri gafil avlar.

İsminin telaffuzunu önemseyen, obsesif diyemesek de küçük ayrıntıları başının üstünde tutan dedektif kadınlara yönelik ilginç bir bakış geliştirmiştir. Ona göre kadınlar korkulması gereken varlıklardır. Poirot bu fikrini açıkça ifade etmez. Murder on the Orient Express‘de bir erkek öldürülür ancak diğer filmlerde kurban kadındır. Cinayeti işleyenler cephesinde durum değişmez. Kadınlar orada da ön plandadır. Elbette bu bakışın ardında “aşırı” Avrupalılığın yattığını öne sürebiliriz. Kriz anlarında, “yeniden doğuşlar”da Antik Yunan medeniyetini rehber edinen Batı en popüler destanlarda kadının bozgunculuğunu ve zararını vurgular. Pandora’dan Troia’ya değin kadın masum olsunolmasın topluma (olay örgülerimizde kümeye) bir biçimde zarar vermektedir. Poirot’nun kadın betiminde aşırı saygı ve nezaketin sivrilmesi kayda değerdir. Dedektif kadınlara saygıda katiyen kusur etmez. Önlerinde eğilir, dansa kaldırır, iltifatlara boğar ancak onlarda sinsi bir taraf görmekten alıkoymaz kendini. Death on the Nile kapandığı sıra albay dostuna Moliere’in Le Sicilien ou l’Amour peintre (Sicilyalının ya da ressamın aşkı) adlı eserinden alıntı yapan Poirot şu sözleri sarf eder: “Kadınların en büyük tutkusu aşk ilham etmeleridir”. Poirot burada kendi “femme fatale” tarifini vermektedir. Ona göre kadınlar aşka ve cinayete vesile olmaktadır. Aşk eni sonu cinayet getirmektedir. Poirot Appointment with Death filmindeyse bir başka Fransız yazar Andre Gide’yi anarak tamamlar sözünü: “Önemli olan özgür olmak değil, özgürlüğüyle ne yapacağını bilmek.” Eh, özgürlüğü yanlış değerlendirenleri Poirot bekliyor ne de olsa! Yolculuğun sonunda!

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl