Kararlı bir hale gelen, oluşan ve mevcudiyet kazanan herhangi bir madde için artık yokluk imkânsız gibidir; o düzensizlik içerisinde dahi bir düzenin/bütünün parçası olarak devam eder. Şeyler aynı zamanda kendi dışındakilerle de bir bütündür. O’nun farklı yapılarda farklı görünümler elde etmesi, başka mekânlarda başka bir manada neşet ve tezahür etmesi var olmadığı anlamına gelmez, o; artık herhangi bir biçimde bir bütünün parçası veya bir parçanın bütünü olarak merkezi olmaksızın var olagelmektedir.

Algı düzeyinde fark edilemediği için yok sayılan veya teorik olarak ispatlanamayan tüm varlıklar için de bu geçerlidir. Galileo Galilei’nin teleskop çalışmalarından sonra ortaya çıkan mikroskoba kadar nasıl ki varlığından haberdar olmadığımız canlılar var olageldiyse, günümüz teknolojisini aşan mevcudiyet için de bilimsel tartışmaların sonucunda kanun hükmünde irade ve herhangi bir “son söz” beyan edemememiz bundandır.

İşte tam olarak bu, Freud’un; “bilinçli olanın reddedilmesi ve uzakta tutulmasından oluştuğu sonucuna varmak zorundayız” dediği bastırmanın geri dönüşü, bilinçli ve eylemli bir harekete dönüşmediği için zamanda ve mekânda yer alamayan varlığın evrendeki kararlı halini temsil ediyor. Çağ açıp, çağ kapatan olaylar ve zaman-aşırı fikirler de böyle. Onların henüz “dil” formunda mevcudiyet kazanamamış olması, “söz” söyleme potansiyeli açısından var olmadığı anlamına gelmiyor. Burada dili de aşarak kapsayan “yokluğu”, varlığa intikal edilebilir bir varlık formu olarak ele aldığımı belirtmek isterim. Öteki türlü dilin ötesine dair bir edinimimiz olmadığı için herhangi bir tahayyülü yok sayıyoruz.

Minimalist mimariye göz kırpan mimarımız Deniz Dokgöz’ün dediği gibi; “Mimarlık çok basittir. Zor olan ise o basiti yapmaktır”. Tanrı fikri de tam olarak bu basitliktedir. O, tam da olduğu gibi, olması gereken yerde, olması gerektiği kadar üstüne düşen işi yapmakla meşgul zaten bir fikir olarak. İnsanın kafasında bir yerlerde sürekli Tanrı ile irtibatlı ve onunla meşgul olan bir mekanizma var ve bu fark ettirmeden arka planda çalışıp durur. Tam olarak “Tanrı’ya teslim olmak” veya “Tanrı’ya direnmek” arasında bir salınımı olan bu gerilim, yaşamın devamlılığını, sürekliliğini ve kararlılığını sağlamaya yarıyor. Adının ne olduğu çok önemli değil, ilkel zamanlardan günümüze kadar Tanrı; sonsuz sayıda farklı görünümde, biçimde, isimde tezahür etti ve karşımıza çıktı.

Gerçeküstücü sanatçılar zihindeki bu nesneye ilişkin çoğu zaman ayna metaforunu atfettiler ve André Breton şöyle dedi; “Zihinde, insanlığın çoğunun içinde kendisini göremeyeceği bir ayna bulunur. Nefret verici kontrol, o kadar da işe yaramaz. Sevdiğiniz insan yaşar. Vahyin dili bazı sözcükleri kendisine söyler, kimilerini yüksek, kimilerini kısık sesle ve hepsini her yönden bir anda. Onu parça parça öğrenmeye katlanmalıyız.”

Breton, bu sözüyle belirsizliğe de bir açık kapı bırakarak sanki “sır” diye bir şeyin olamayacağından, insanın kendisinden bile sakladığı veya bildiğinin farkında olmadığı hakikatlerin bir şekilde gün yüzüne çıkacağından bahsediyor olabilir miydi? Bu bize tam olarak “bilinmeyen bilinenler” olarak bilinçdışı’nın da tarifini vermez mi? Eğer biz bilinçdışı olarak “Tanrı” bilgisine sahipsek bunu bir ayna yardımı ile “bilinç/şuur” düzeyin(d)e nasıl taşırız, bunu daha sık tartışmamız gerekiyor. Elbette dogmaların da bu türden bir bilgi olduğu ve kulaktan kulağa aktarılarak yoğunluğunu kaybettiğini, salt günlük yaşamın sıkıcı kuralları haline geldiğini düşünenlerin tarafındayım.

Bu anlamda yazı da eğer ‘hem belleme tekniği hem de unutma gücü’ ise, bununla şöyle bir metinler arası ilişki kurabiliriz; yazının ‘düzenleyici bir düzen’ düşüncesi tarafından silinerek ortadan kaldırılması, aynı zamanda mutlak bilginin ufku ve sınırıdır. Bu da yazı için demek oluyor ki; bağımsızlığın kaderi, yine kendi dışındaki bir ilke veya düzen tarafından sınırlandırılmaktan ibarettir.

Bir anlamda karmaşanın ve rastlantının tersi diyebileceğimiz ‘düzenleyici düzen’ düşüncesi, nesnenin en üstündeki veya en dışındaki katmanını temsil ederek, rastlantının da ilksel bir neden ve ilke nihayetinde ve kapsamında ancak mümkün olabileceğini anlatıyor.

Eğer oluşmanın, ortaya çıkmanın ve bilmenin kendiliğinden bir yolu varsa unutmanın ve yok olmanın da kendiliğinden bir yolu olmalıydı. Fakat unutmak isteyen insan yeniden hatırlamak üzere unuttuğu yani bastırdığı için bu bilgiler, toprağın kabul etmediği bir ölü gibi bir gün yeniden hayatımıza musallat olmak üzere tekinsiz biçimler kazanarak form değiştiriyorlar, tamamen yok olmuyorlar.

Buraya kadar anladığımız; bir şeyi bilmek, bir şeyin bilgisine sahip olmak aynı zamanda o şeyin varlık kazanması, ortaya çıkması ve bulunması demektir. Bilgiyi yanlışlamak, olumsuzlamak, reddetmek, çarpıtmak veya yine farklı biçimlerde değerlendirmek onun yok olması anlamına gelmiyor. Varlık kazanarak bizi meşgul edegelen bilginin yok olması ancak bir dış ilkenin müdahalesi aracılığıyla yeniden düzenlenmesi ile ancak mümkün görünüyor. Bu yeniden düzenleme işlemi bir bakıma bilginin mevcudiyetinin enerjiye çözülerek anlamını kaybetmesi, kararsızlık göstermesi demektir. Kararsız bilginin ayrışmasıyla gerçekleşen dönüşüm, bir bakıma “unutma” ve “ölüm” demektir.

Bu yüzden doğada “kendiliğinden ölüm” veya “kendiliğinden unutma” diye bir şey yoktur, zamansallık vardır. Zamanı gelince her madde kararsızlık göstererek ayrışır ve dönüşür. Bunun diğer adı tamamlanmaktır. Ölen ve unutulan her şey tamamına ermiştir. Nihayetinde “ölümsüzlük” bir eksikliktir. Eksik olan, “ölümsüz” olandır; kararlı halini arayan, ölümü arzulayandır…