Karafakideki şarap yarılanmak şöyle dursun ,şişenin dibine vurduklarına bakılırsa, beklenen dördüncü kişi gelmeden sofranın tadını çıkarmış olmalılar.

O sırada dördüncü şahıs yaklaşıyor, masanın sol köşesindeki sakız beyazı örtünün altından ona bakan köpeğin bu yeni geleni tanıdığı belli; hırlayan bir ifadesi yok.

O hâlde, sizi bekliyorduk ama biraz geç kaldınız, lakin lütfen geçin böyle buyurun denilebilecektir.

Demek, tanıdık birisidir bu dördüncü şahıs!

Zaten, arkası dönük ve dantelalı üstlüğünde gevşek bağcıklı göğüslüğü dikkat çeken genç kadın masaya dayalı sağ eliyle oturmakta olduğu sıradaki boş yeri, yan tarafı gösterirken, gelene yer açacak biçimde orada bulunan kırmızı renkli bir kumaşı, muhtemelen bir ipek şalı sol eliyle kavrayıp kendine doğru çekmektedir.

Bu kara kaş, kara göz ve yanakları şarap kırmızısı genç kadının karşısındaki, ak gerdanından başlayıp aşağıya doğru yeşil göğüslüğünü dolduran kehribar rengi mercan kolyesiyle süslü öteki genç kadın, şarap bardağını kaldırarak dördüncü şahısın gelişini selamlıyor.

Genç ve davetkâr kadınların yanında biraz mahçup ve fakat biz bunları daha önce de yaşadık diyen bir bilmiş ifadeyle oturmakta olan, yaşı bir hayli geçkin öteki kadın teravetini bozmuş değildir. Tabağını silip süpürmüş olmalı, fakat gözü halen oradadır. Belli ki gelen, beklenmekte olan dördüncü şahıs bir erkektir, sofraya ve genç kadınlara gelecekte ne olacağı belirsiz bir tehdit bu yaşını almış olgun kadına göre işte şimdi sofraya yaklaşmaktadır.

Sofranın şarap, elle koparılmış ekmek parçası ve yarısı kesik biri bütün portakalından başka zenginliği yok; zaten şaraba arkadaşlık eden ekmek ve peynirden, belki biraz zeytin ve yine biraz kuru yemişten başkası olmaz bu masalarda. Bu masaları İtalya’da kırsal alanların han girişlerinde, kasabaların otel benzeri konaklama yerlerinde görürüz. Osteria adını verdikleri atıştırmalık mezelere yazık olmasın diye yanında şarap ikram ederler, halka açıktır, akşam saatlerine kalmaz buraları hemen dolar; akşamın sofrası başkadır.

İstanbul’a ait Türk-Yunan kültüründe öğlen rakısı diye geçen saatlerin İtalya’daki karşılığıdır Osteria.

Tablo kendi günlük zamanını da bize gösteriyor. Kadınların oturduğu sofraya öyle iştahla bakmazsanız, ki iştaha değer bir şey kalmamıştır açıkçası, silip süpürmüşlerdir ve lakin hemen gözünüzü oradan biraz yukarıya ve sağ köşede görülen hayal meyal birkaç kişinin ardından yüksekçe pencereye kaydırdınız mı, güpegündüz olan maviliği fark edecek, muhtemelen saatin 2 sularında olabileceğini dahi iddia edebileceksiniz.

Osteria’yı tablosuna yansıtmazsa, 1836’da gezip görmeye geldiği İtalyan Çizmesi yarımadayı hiç anlatamayacağını düşünen Danimarkalı sanatçı Nicolai Wilhelm Marstrand’ın, burada sırrını bize bıraktığı dördüncü şahsı tahayyül ve tasvir etmeye kalkıştığımız resmin görünmeyen tarafı merak uyandırır.

Marstrand’ın bu eseri bitirince apar topar, yel yepelek soğuk ve kasvetli ülkesine döndüğünü düşünürseniz, heyhat, çok yanılırsınız.

Marstrand, kendisine Danimarka Kraliyet Sanat Akademisi tarafından verilen bir burs ve ödül karşılığı parayı sonuna kadar İtalyan sofralarında bitirmeye kararlıdır ve fazladan dört yıl daha orada güneşlenir, kemikleri ısınır, sonra döner başkenti rutubetli Kopenhagen’a…

O gider yeri boş kalmaz: Bu kez, Danimarkalı bir başka ressam, üstelik Marstrand’ın Akademi’den eski öğrencisi Carl Heinrich Bloch, 1868’de İtalya’ya gelecek, daha Roma’ya adım attığı gün karşılaştığı bir kadına âşık olacaktır: Alma Trepka’yla tanışır.

Alma Trepka’nın sepya kâğıdına çıkarılmış siyah beyaz fotoğrafları var, oralarda daha cazip görünüyor, fakat kocası ressam Bloch, eşini bir asilzade hanım olarak göstermek çabasıyla oturaklı çizmiştir.

Karı koca arasına girilmez, biz Bloch’un resimlerinden başka birisine bakmaya geldik: Bloch İtalya’ya ustası Marstrand’ın tarifiyle gelmiştir, hiç Osteria tablosu yapmaz mı; yapar elbette.

1866’da tamamladığı Romalı Osteria tablosunda yine üç kişi var sofrada; dördüncü şahıs henüz yok ama belli ki birkaç adım mesafede, tablonun dışındadır. Bu kez köpek yerine bir kedi var, iki genç kadının yüzleri dördüncü şahısa dönük ve Marstrand’ın yaşlı kadını yerine bu kez genç bir erkek, üstelik bir parça huzursuz olarak bakıyor. Demek gelen yine bir erkektir. Bir erkek böyle kadınların yanında bir başka erkeği görmekten haz etmez de, ondan biliyoruz bunu…

Bu kez sofrada iki karafaki var, parmak kadar şarap kalmış görünen birinde yansıyan ışık ve görüntüler şöyle böyle seçilir gibi ve biz, belki dördüncü şahıs orada gizlenmiştir diye ressamın bize oynayacağı bir oyun var gibi oraya dikkat kesiliyoruz; yok!

Karafakilerden ötekinin içi dolu mu, boş mu onu da göremiyoruz. Ancak resmin sağ tarafında yarısı dolu bir sürahide berrak suyu farkedip görmek bizi sevindiriyor, aferin ki onlara, şarap yanında su içmek lazımdır.

İki genç kadın ve bir genç erkeğin iştahlı sofrası bu defa kırıntılar, ekmek parçaları ve ortadabir marul salatasıyla dolu. Başı açık, esmer güzeli İtalyan dilberi belli belirsiz bir çapkın; bu apaçık yüzündeki Jezabel’i andıran ifadeden anlaşılıyor. Elindeki kadehi kimseye değil ama gelen dördüncü şahısa, şerefine diye kaldırdığını ressam Bloch ne kadar saklasa, biz gözü açık ve uyanık izleyiciler hemen görüyoruz.

Dördüncü şahıs gelip otursun diye yanı boş olan genç erkek, bir önceki Osteria tablosudaki kadın gibi, hiç de davetkâr değildir. Üstelik, gören göz lazım, kemer yerine kullandığı bel kuşağına asılı bir kın içinde Malta çakısı biraz da meydan okuyor. Zaten sol eliyle kavradığı çatalı tutuşu ibret-i alemdir; marula saplar gibi, yaklaşan dördüncü şahısa sert bir sesleniştir.

Bloch’un resminde zamanı gösteren açık penceremiz yok, ama biliyoruz ki Osteria vakitleri hep gündüzdür. Bu gündüz saatlerinde iş de konuşulur, şarap da içilir. Nitekim dördüncü şahsı bekleyenlerin arkasındaki masada üç beyzade oturmakta, koyulaşmış bir sohbetin resmini ressamına çizdirmektedir.

Osteria’da dördüncü kimdi, hiç bilemeyiz ama iki davetkârın yanında üçüncü şahıslar ressamlara göre huzursuzdur. Biz bu huzursuzluğu unutulmaz bir şiirden de hatırlıyoruz.

Attilâ İlhan söylerdi, Üçüncü Şahsın Şiiri’ni yazıyor ve diyordu ki, ¨akşamlar bir roman gibi biterdi…¨, zira böyle gündüz vakitlerinin şarap sofraları da geçer, aksi ise resimde kalır.

Davetlerin de bir istiap haddi olmalı, fazlası sofrayı bozar.

Üç, bir sofra için iyi bir sayıdır; çift sayılara pek güvenmemeli.

 

TEILEN
Önceki İçerikBÜYÜLÜ TOPRAKLAR: ERCAN KESAL BELGESELİ
Sonraki İçerikBöyle şey olur mu? Okuyana göre, belki olur, belki olmaz! 
Mahmut Şenol
1958 yılı, İstanbul doğumludur. Üniversite yıllarında, 1978’de, Cumhuriyet gazetesinde gazetecilik mesleğine başladı. Yedek subay olarak tamamladığı askerlik görevi sonrasında bir süre serbest ticari faaliyette bulundu, ardından 1998’de ABD’ye ailece göç etti. CBC-TV kanalının Indiana Eyaletindeki haber dairesinde çalıştı ve bu arada, Purdue Üniversitesi’nden almakta olduğu siyasal bilgiler üzerine non-credit doktora derslerine devam etti. Şenol, Gazi Üniversitesi Ekonomi Fakültesinde lisans eğitimden sonra, İstanbul Üniversitesi SBF’de yüksek lisans ve doktora eğitimlerini tamamlamıştır. 2010 yılında Kanada’ya taşınan M.Şenol’un yaşamı, 2016’dan beri, bu ülkeyle Türkiye-İstanbul arasında geçmektedir. 2008-2009 yıllarında Kadir Has Üniversite’sinde üç sömestir boyunca sosyal bilimler/iletişim kuramları üzerine dersler veren M.Şenol’un yedisi roman olmak üzere basılı 12 kitabı bulunmaktadır; Türkiye’nin Altın Kitaplar, Papirüs, Alfa, Ayrıntı gibi seçkin yayınevlerince basılıp yayınlanmıştır. Uluslararası Pen Yazarlar Birliği üyesidir. Serbest olarak hâlen yazılarıyla Cumhuriyet’te gazeteciliğe devam etmektedir; edebiyat, siyasal bilim ve kültür dergilerinde pek çok sayıda makalesi yer almıştır.