Bu yıl, John Ruskin’in yılı. Doğumunun iki yüzüncü yıl dönümü olan 2019’da anma etkinlikleri devam ediyor. Bu kutlamalar onun için bir dönüm noktası olacak muhtemelen.

Ruskin ömrü boyunca ve sonraki kuşaklar boyunca çok etkili olsa da, onlarca yıldır başarıları görmezden gelindi. Külliyatı 39 cilde ulaşıyor; uzun yaşamı boyunca 250 civarı kitap yazdı. Yazarlığıyla Tolstoy, George Eliot, Proust ve Gandhi gibi çeşitli simaların övgüsünü alan uluslararası bir saygınlığa sahipti. Clement Atlee ve National Trust’ın kurucuları tarafından bir ilham kaynağı olarak gösterilmişti. Fikirleri İşçi Partisi’nin ve refah devletinin kuruluşuna yardımcı oldu. Gladstone ona kraliyet şairi ünvanı vermek istemişti. Buna rağmen günümüzde kitaplarının baskısı yok. Onun hakkında yazılmış kitapları görebilmenize karşın kendi eserlerini sahaflarda dahi bulsanız şanslısınızdır. Çok az sanatçı böylesine bir itibar kaybı yaşamıştır.

Bu sert düşüşün hem kişisel hem de mesleki birçok sebebi var, üstelik bunlar Ruskin’in kariyerinin ortalarında başladı. Kişiseller arasında başı çeken Ruskin’in Effie Gray’le yaptığı başarısız evliliğidir ki sonlanması iktidarsızlık sebebiyle olmuştu. Effie ardından Ruskin’in arkadaşı Ön-Rafaelci sanatçı John Everett Millais ile evlendi ve o zamanlar bu skandal iki taraf için de yaralayıcı oldu. Bu ilişki Emma Thompson’ın 2014 tarihli filmi Effie Gray’de dramatize edildi.

Boşandıktan dört yıl sonra, Ruskin 39 yaşındayken resim öğrencilerinden biri olan 10 yaşındaki Rose La Touche’ye aşık oldu. Rose 18 yaşına basınca 47 yaşındaki Ruskin ona evlenme teklifi yapsa da Rose reddetti. Durum karışıktı çünkü Rose’un annesinin Ruskin’de gözü vardı. Üç yıl sonra Rose’un ölümü – muhtemelen anoreksiyadan dolayı – Ruskin’in hassas olan zihinsel sağlığını bozdu. Ortada iktidarsızlığa dair bir ima yoktu ve bu ikinci romantik facia biten evliliği kadar umuma açılmamıştı, ancak peşi sıra gelen her iki olay eserlerinin o kadar önüne geçti ki bazıları tarafından görmezden gelinmekle beraber bazıları tarafından tamamen reddedildi. 150 yıl evvel tenkitçi aşağılamalarla eserlerinin başı derde girmişti ve sanatçıların yalnızca eserleri üzerinden nadiren değerlendirildiği bir çağda bu yine devam ediyor.

Çalışmalarının kendisi de popülerlikle neredeyse hiç flört etmez. Stili zarif olmakla beraber gereksiz sözlerle dolu ve düzensizdir, cümleler aşırı uzundur. Ahlak dersi vermeye ve okuyuculara vaaz çekmeye eğilimlidir, üstelik kendi döneminde modası geçmiş sayılmıştı. Kırklı yaşlarının başında sosyal adaletsizliği keşfetmişti. Kapitalizmin nasıl ahlaksız olduğunu uzun uzun betimleyerek – ekonomi politik – o dönemin tutuculuğuna karşı koydu. Basının büyük kesimi ve politik sınıf onu yok etmeye koyuldu ve şayet ekonomik bağımsızlığı ve zenginliği olmasaydı başarılı olacaklardı. Neyse ki başaramadılar. John Ruskin’in çizdiklerinin, yazdıklarının, yaptıklarının o zaman önem taşıdığını ve şimdi de taşıması gerektiği anımsamaya değer bir şey.

Ruskin’in yayımlanan en eski çalışması (‘Skiddaw ve Derwent Suyu Üzerinde’ şiiri dışında) daha henüz 15 yaşındayken Loudon’un Magazine of Natural History’sinde (Doğa Tarihi Dergisi) yer alan jeoloji hakkındaki üç makalesidir. Bir yeniyetme olarak bir mineral sözlüğü derledi ve zamanla 2000’i aşkın mineral örneğinden oluşan bir koleksiyon topladı. Ruskin taşları çizerdi: Onları estetik olarak hoş, duyumsal ve ruhsal buluyordu. Teolojik bir jeologdu, ayrıca manzaranın jeolojik anatomisini resmeden ilk büyük sanatçıydı.

Oxford Üniversitesi’nde Klasikler üzerine öğrenim gördükten sonra Modern Painters: Their Superiority in the Art of Landscape Painting to All the Ancient Masters’ın (Modern Ressamlar: Manzara Resmi Sanatında Eski Ustaların Hepsine Üstünlükleri) 1843’deki ilk cildiyle adını duyurdu. Eserine başlaması için onu teşvik eden şey, büyük hayranlık duyduğu Turner’ın çağdaş eleştirmenliğiydi. 1860’a kadar dört cilt daha yayımlanacaktı. Ruskin’in birinci ciltteki temel dayanağı, sanatın doğaya sadık olması gerektiği ve Turner’ın manzaranın, ışığın ve atmosferin güçleri hakkında herkesten daha ayrıntılı bir kavrayışa sahip olmasıydı. Ruskin genç ve haşindi; Turner’ın şiddetli savunucusuydu ve kendinden emindi. Onu hiç terk etmeyecek nutukçu bir tarz oluşturdu.

Daha ateşli bir arzuyla size söyleyeceğim hiçbir şey yok… Sanatın daha iyi yansıttığını sevene dek, sanatı tamamen sevmiş olmayacağınıza inanmanız gerektiğinden başka.’

Kitap ona çağdaş entelektüellerin desteğini, özellikle Royal Academy (Kraliyet Akademisi) içerisindekilerin desteğini kazandırdı. Birinci ciltten sonra mimarlık hakkında yazmaya başladı. Ruskin’e göre eski binalar kendilerine has bir kutsallığa sahipti. Geometrik düzene karşıydı, restorasyona da karşıydı, hatta taş ustalarını protesto etmek için Venedik’teki yapı iskeletlerine çıkıyordu. Ruskin tarafından hiçbir yer Venedik’ten daha fazla sevilmedi. Buraya birçok defa geri döndü, ayrıca buranın binalarının çizimleri çizdiklerinin en güzelleridir.

The Seven Lamps of Architecture (Mimarlığın Yedi Lambası) 1849’da yayımlandı ve çağdaş Gotik dirilişini özetleyerek hem eleştirel hem de popüler bir başarı kazandı. Ruskin’in yedi lambası mimarlığın karşılaması gerektiğini düşündüğü taleplerdi: Fedakârlık, hakikat, güç, güzellik, yaşam, bellek ve sadakat. Endüstriyel Devrimden beri süregelen inşaat yeniliklerinin mimarlıktan ruhaniliği attığını iddia etti. 1851 ile 1853 arasında The Stones of Venice’in (Venedik’in Taşları) üç cildi yayımlandı – Venedik sanatı ve mimarisi üzerine bilimsel bir inceleme. Burada Ruskin, sanatçının rolünü tanımlar ve emeğin tüm şeylerde artan bölünüşünü eleştirmesi başta olmak üzere toplumsal reform üzerine fikirlerini de geliştirmeye başlar.

Bir insanın her zaman düşünmesini ve bir diğerinin her zaman çalışmasını istiyor ve birine beyefendi derken diğerine amele diyoruz; oysa işçi çoğu kez düşünmeli, düşünür ise çalışmalı ve böylece ikisi de en iyi anlamıyla beyefendi olmalıdır. Bu şekliyle biri kıskanan, diğeri kardeşini küçümseyen olmak üzere her ikisini de kabalaştırıyoruz; sonrasında toplumun kitlesi hastalıklı düşünürler ve sefil işçilerden ibaret oluyor. Artık düşüncenin sağlıklı hâle getirilebilmesi sadece emekle ve emeğin mutlu hâle getirilebilmesi sadece düşünceyle mümkün; ikisi birbirinden fütursuzca ayrıştırılamaz.’

1862’de Unto This Last (Bu Sona Doğru) ile Ruskin, sanat eleştirisinden çarpıcı bir şekilde uzaklaştı. Kitaplarının en kısasıydı bu ve en iyisinin bu olduğunu düşünüyordu. Kitap, 19. yüzyıldaki kapitalist ekonominin temellerinin ve bunların insanlar ile doğal dünya üzerindeki etkisinin eleştirisidir:

‘… Mademki zenginin mülkiyeti üstünde fakirin hiçbir hakkının olmadığı uzun zamandır bilinmiş ve beyan edilmiş, umarım fakirin mülkiyeti üstünde zenginin hiçbir hakkının olmadığı bilinir ve deklare edilir… Ticari ekonomi, ötekilerin emeğinin üzerinde yasal ya da ahlaki hak talebinde bulunan veyahut üzerinden güç kazanan bireylerin ellerindeki birikime işaret eder; buna benzer her talep bir tarafta yoksulluk ve borcu beraberinde getirdiği gibi öteki tarafta zenginlik ya da ötekinin üzerindeki hak sahipliğini getirir.’

Ruskin çabucak tehlikeli olarak addedildi. Politik sınıfın çoğu, onu yok etmenin doğru yanıt olduğuna karar verdi. 2 Ekim 1860’da Manchester Examiner ve The Times’daki bir başyazı şunu iddia etti: ‘Eğer onu ezmezsek, vahşi kelimeleri kimilerinin yüreğindeki eylem kaynağına temas edecek; biz fark etmeden önce ahlaki bendin kapakları açılabilir ve hepimizi boğabilir.’

Sanki şımartılmış bir estet işçi sınıfını az önce keşfetmiş ve katlanmak zorunda oldukları şeylerden dehşete düşmüştü. Herhangi bir işverenin bir çocuğu çalıştırmadan önce kendi çocuğunu aynı işe koyup koymayacağını kendine sorması gerektiğini söylemişti. Ruskin kıtayı bir ucundan bir ucuna gezmişti ama İngiliz şehirlerinin arka sokakları buna dahil değildi. Bir seferinde komünist olduğunu beyan etti – öte yandan arkadaşı Oscar Wilde benzer şekilde devrimci bir sosyalist olduğunu beyan etti ve her ikisi de duruşunu devam ettirdi. Ruskin’in sosyalizmi paternalist ve ülkücüydü; bir rakibi onu ‘deli mürebbiye’ olarak tanımlamıştı.

Ruskin, ‘yönetim ve işbirliği her şeyde vardır ve yaşamın ebedi yasalarıdır. Anarşi ve rekabet her şeyde vardır ve ölümün ebedi yasalarıdır,’ diye yazmıştı. ‘Yaşamdan başka servet yoktur. Sevginin, neşenin ve hayranlığın tüm güçlerini içeren yaşam. Bu ülke, asil insanların en fazlasını besleyen en zengin ülkedir.’

Ruskin’in saldırdığı ekonomi politik o dönemin ortodoksluğuydu. Sosyalizm bir fikir olarak emekleme evresindeydi ve Avrupa’nın çoğu 1848 devrimleriyle yeni sarsılmıştı. Thomas Carlyle hariç meslektaşları ve arkadaşları onu terk etmişti. Unto This Last’da ifade edilen fikirler, ‘İngiltere’nin işçi ve emekçileri’ üzerine bir konferans dizisine dönüşerek 1870’lerde risale olarak yayımlandı. Red Lion Meydanı’ndaki işçiler derneğinde emekçilere ders verdi. Kendi cebinden verdiği 1000 £ ile St George Loncası’nı kurdu ve insanların kooperatif şeklinde çalışabileceği araziler edindi. Lonca, sanat, zanaat ve kırsal ekonomi için bir hayır kurumu olarak bugüne kadar geldi.

Sheffield ile özel bir bağı vardı; buradaki çatal bıçak işçilerini dünyadaki en iyi metal işçileri olarak nitelendiriyordu. Kadınların eğitiminin iyileştirilmesinin/geliştirilmesinin savunucusuydu ki bu başka yerde bulunmayan bir eğitim sağlayan Queenswood Kızlar Okulu’nun kurulmasına yol açtı. Özellikle işçilere yönelik olan Oxford Yüksekokulu’na ölümünün ardından ismi verildi, ayrıca bir zamanlar her yerde Ruskin Toplulukları vardı.

Birinci Dünya Savaşı sonrasının modernist kültüründe Ruskin’in düzyazılarına yer yoktu ama günümüzde ve iki yüzüncü yıl dönümünün ötesinde dikkate almamız gereken çok şey var onda. Artık çok azımızın yaptığı şekilde doğal dünyaya bakmıştı. Her şeydeki güzelliği yakalayacak gözü ve bunu aktaracak yeteneği vardı. Çizimleri sadece güzelliklerinden dolayı değil, aynı zamanda kaybolmuş bir zanaatın dilini konuşmaları sebebiyle sarsıcıdır. Dini inancı bir yana, doğayı daha iyi anlamak için çizimler yaptı: Bir yaprağı kıvır kıvır yapan, bir yengeci ağır ağır yürüten şeyi. Zamanımızın telaş çağında bizi bakmaya ve beklemeye davet ediyor. Bir sanat galerisine gittiği zaman bir resme saatlerce bakar, gidip onun hakkında yazar ve sonra geri dönerdi. Görüşünde bir şehvet vardı ama çıplak tene değil – manzaraya.

Doğanın Tanrı tarafından insanlar için yaratıldığına ve tüm büyük sanatların birer methiye olduğuna inanıyordu. Yaratıcı yaşamının çoğunu başkalarını eğitmek ve cesaretlendirmek için harcadı. Kendi çalışmalarını sergilemedi – değerli olduklarını düşünmüyordu. Ölümünden sonra çalışmalarını sergileyip sergilememe kararı başkalarına düştü. William Morris onun hakkında “diğerlerinin geçmesi gereken yeni bir yola işaret etmiş görünüyor,” demişti. Hal böyleyken, Ruskin’in yapıtlarının çağdaş değerlendirmelerinin her birinde hâlen 1850’lerde onu inciten Effie Gray skandalı sıkça yer alıyor – ve genelde bazılarının onu kınaması ya da hepten reddetmesi için bir gerekçe olarak. Aynı eski Viktoryen tenkitçiliği yeni bir kılık altında geri dönüyor.

Sanat, sanat içindir’ bugünün sanat kurumlarının mottosu değil. Hem İngiliz hem de Amerikan sanat dünyasında sanatçıları, ölü ya da diri, politik doğruculuğun kuşkulu temelleri üzerinden denetlemeye çalışan neredeyse fanatik bir yaklaşım mevcut. Gerçekten de, yapıtlarının yalnızca sanatsal değeri üzerinden değil yapıtlarının sözde politikliği üzerinden – ister uygun şekilde ilerici olsun ya da olmasın – değerlendiriliyor artık sanatçılar. Bu bir çeşit yeni Stalincilik. Hylas ve Su Perileri’ni duvardan kaldıran* ya da Huckleberry Finn’deki kelimelerin üzerini çizen** yeni bir cahillik ve zevksizlik bu. Ruskin üzerine yapılan iki yüzüncü yıl dönümü etkinlikleri ve sergileri müthiş gidiyor. Yılın sonuna kadar devam edecek; fırsatınız varken kaçırmayın. Ama Ruskin’i önümüzdeki ya da ondan bir sonraki yıl unutmayın. Bir kitap aldığımızda veya bir resme baktığımızda meyveyi daha istekli değerlendirmeliyiz, ağacı değil.

*: Yazar, 2018 yılında Manchester Sanat Galerisi’ndeki sergi duvarından galerinin kararıyla kaldırılan John William Waterhouse’un “Hylas ve Su Perileri” (1896) adlı eserinin başına gelenlere gönderme yapıyor. (ç.n.)

**: Yazar, Amerikalı bazı yayınevlerinin Huckleberry Finn kitaplarına uyguladıkları müdahaleleri kastediyor. Huckleberry Finn Amerika’da en çok sansürlenen kitaplardan. (ç.n.)

Çeviri: Onur Civelek

Kaynak: https://www.spiked-online.com/2019/09/06/in-praise-of-john-ruskin/