2014 yılıydı. Yönetmen dostum Durmuş Akbulut ilk uzun metraj filmi, Bekçi’yi çekecekti. Senaryo, yer/mekan, oyuncular üzerine uzun uzun konuşuyorduk. Aklında filmin sadece bir tek sahnesinde olmayan, diğer bütün sahnelerinde oynayacak bir oyuncuyu arıyordu. Durmuş’un aklından geçen oyuncular vardı. Ama aklına bir türlü, ‘Bekçi’ karakterine uygun bir oyuncuyu tam olarak oturmuyordu. Bir gün Durmuş telefon edip, Turan Özdemir’le rastlantı sonucu karşılaştıklarını ve senaryosundan söz ettiğini ve filminin başrol oyuncusu olmasını teklif ettiğini söyledi. [Hayatta, tesadüflere inanırım.] Bu arada şunu söylemeden geçmemeliyim; Durmuş’la, Turan Özdemir’in tanışıklıkları uzun bir geçmişe dayanıyordu.

Turan Özdemir’le, kişisel bir tanışıklığım yoktu. Kendisini, çoğu sinema izleyicisi gibi Yüksel Aksu’nun senaryosunu yazdığı ve yönettiği, Dondurmam Gaymak filminden tanıyordum. Ama o filme gelene kadar, Turan Özdemir o kadar çok projede yer almıştı ki. Uzatmayayım; film öncesi kendisiyle tanıştığımızda o kadar çok ortak yanlarımız, yönlerimiz olacağını hiç tahmin bile edememiştim.

İnsan ve Aktör Olarak Turan Özdemir

Kanımca; insan olabilmek için kendi kendisiyle içinde o yaşta, olağanüstü bir savaş veriyordu. İnsanlığın/insanın her halini görmüş ve bunu bir türlü kabullenmeyen ‘bir ruh hali’ne sahipti. Onunla konuşurken her defasında çok şaşırıyordum; hayatta karşılaştığı bütün kabalıkları/kalabalıkları, ‘ruhunda’ o kadar inceltmişti ki. Konuşmalarımızda kötü hatırladığı ve kızgın olduğu bir olayı anlatırken birden, muzip bir tebessümle, “Aman boş verelim bunları Ertekincim” derdi. Ertekincim, derken nasıl güzel bir incelik kokardı anlatamam.

Bilenler bilir; İzmir’in rakımı en yüksek yerlerinden birisi, Buca’nın, Kaynaklar Köyü’dür. Bekçi filmini Kaynaklar Köyü’nde, bir mezarlıkta çekiyorduk. Dahası filmin sahnelerinin yüzde doksanı mezarlıktaydı ve geceydi. Ekim ayıydı. Gecenin o soğuğundan, sabahlara kadar karınca gibi çalışılırdı. Kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış, eski bir Kızılderili kabilesi şefi gibi etrafına bakınır, bir Orta Çağ keşişi gibi düşünürdü o rakımı yüksek Kaynaklar Köyü mezarlığından. Rolünü o kadar benimsemiş ve içselleştirmişti ki, sanki gündelik hayattaki Turan Abi’den eser yoktu. Onunla çoğu zaman, sanki bir mezarlık Bekçi‘siyle konuşuyor gibiydim. Tuhaf ama gerçekti de.

Turan Abi’ye bir gün, halk ozanı Özay Gönlüm’e ne kadar çok benzediğini söylemiştim. “Haşa, haşa, O bizim, pirimizdir. O’nun ruhunun bir zerresi olmak için daha çok insan olmalıyız” demişti. Film çekimlerinde, bir kutu Foça yoğurdu, bir de Adonis’in Kör Kâhin kitabını hediye etmişliğim vardır. Canım, benim. Geri dönüp bakıyorum da, Turan Abi’yle kısa ve ne çok özel zaman/lar geçirmişiz.

Şu cümleleri Karın Karakaşlı’nın, Agos gazetesinde Ülkü Tamer için yazdıklarından birebir uyarlıyorum; “Turan Abi’yle muhabbet etmek, bir terbiyedir… Bana da, o terbiyeden geçmek kısmet oldu… Onun sofrasından geçmek kısmet oldu.. Fark ettiğim şeylerden biri de şu; gitgide teşekkür edecek insan bulmakta zorlanıyorum. Teşekkür, bütün bunların yanında ne kuru bir kelime.

Biliyor musun Turan Abi, geçen hafta sonu kitaplığımın tozlarını alırken, Sina Akyol’a, benim için imzalattığın ve armağan ettiğin o üç kitaba tekrar baktım. Bir defa daha, seninle konuşmalarımızı ne çok özlediğimi düşündüm. İyi ki, bu hayattan geçtin. Dertleştik, hayata kızıp küfür ettik. Edip Cansever, Turgut Uyar, Nazım Hikmet’ten, Yaşar Kemal’den, Neşet Ertaş’tan konuşurken gözlerimiz doldu. Onları çok özlediğimizi, yad ettik. Biriciksin. Son nefesime kadar.

Ekim ayı geliyor, Kaynaklar’ın soğuğunda aktörlük virtiyözü yaptığın Bekçi filmin vizyona giriyor. Biletimi alıp, en arka koltukta sana bakacağım. Ağlarsam, üzülme olur mu?