1979’dan kalma dinlemesi epey keyifli bir şarkı, bir yandan kulağımızda tıngırdarken diğer yandan kısa bir hikâyeyi de anlatır.

1980’lerin meşhur grubu The Police’in vokalisti Sting, bu hikâyede şişeye koyup denize fırlattığı mesajlardan bahsetmektedir.

Mesajlarda ne yazar bilinmez fakat bunları görmezden gelmeye yüz tutmaz; eminim, her biri demir olsa paslanmaz, azar duysa utanmaz mesajlardır. Alıcısı muhakkak pek şanslıdır.

Mevzubahis şarkımız, Message In A Bottle (Şişedeki Mesaj), anlatıcının kaza sonucu ıssız bir adaya hapsolmasıyla başlar. Kahramanımız yapayalnızdır. Kurtuluşu olması umuduyla yazdığı yüzlerce mesajı şişelere yerleştirip denize fırlatmış olsa bile, nafile, bir yıl boyunca hiçbir karşılık bulamaz. Onu hayatta tutan tek şey işte bu mesajların umududur ancak her geçen gün umudunu kaybeder. Fakat hikâyenin sonu epey tuhaftır. Öyle ki kahramanımız kendisini ayakta tutan tek olgunun yoksunluğuna, umutsuzluğa varan bir yılın ardından bir sabah uyandığı vakit kıyıya vurmuş yüz milyarlarca şişe bulur. Şöyle seslenir:

Görünüşe bakılırsa yalnız kalmakta yalnız değilim, yüz milyarlarca kazazede evini-kurtuluşunu arıyor!”

Kıyıya vuran şişeler gerçekten başka adalardaki yalnız insanların mesaj yazıp fırlattığı şişeler midir yoksa daha önce kendi fırlattıkları mıdır bilinmez fakat böyle bir kalabalığın düşüncesi bile kahramanımızın umutlanmasını, hayata yeniden tutunmasını sağlamıştır. Ne de olsa artık yalnız kalmakta yalnız değildir: Hislerinin ve yazdıklarının bir karşılığı vardır.

Nitekim grubun vokalisti Sting (Gordon M.T. Sumner) bu kısa hikâye için şu yorumda bulunmuştur:

Biliyorsunuz, bu bir mesel: Bu adam ıssız bir adada sıkışıp kalıyor, yalnız-izole hissettiği için denize bir şişe fırlatıyor ve ‘Biz de seninle aynı gemideyiz dostum!’ dercesine milyonlarca şişe ona geri geliyor. Bence bu ona biraz iyi-konforlu hissettiriyor…”1

Hasılı ister başkasından ister kendinden olsun, bu “geri geliş”in kahramanımızı mutlu edeceği, umutlandıracağı ve hayata yeniden bağlayacağı daha en başından bellidir. Yazdığı her mektup sanki gerçekten bunun birine ulaşması amacından daha çok duygularını içinden atmak, böylece kendini mutlu, rahat yahut konforlu hissetmek amacını taşımaktadır.

Zaten insan samimi ve duygularına yer verdiği bir mektup yazdığında doğrudan bir karşılık bulmaktan daha ziyade muhatabı bu olan hayali bir kahramanla mesajlaşmakta, düşüncelerini onunla paylaşmakta değil midir?

Öyle olacak ki Parisli Laurence’ın Amerikalı meşhur şarkıcı Iggy Pop ile mektuplaşmasının ardından sarf ettiği sözler neredeyse bu soruyu onaylar niteliktedir.

Laurence zor günler geçirmekte, ailesiyle ve eviyle ilgili sorunlar yaşamaktadır; karanlık bir dönemin içindedir. 1995’te idolü Iggy Pop’a hayatının bu zor dönemini ve duygularını anlattığı, yirmi sayfa uzunluğunda bir mektup gönderir. Her gün milyonlarca hayranından mektuplar alan Iggy’nin bu mektubu okuması ve yanıtlaması kuşkusuz pek olası değildir. Fakat Laurence mektubu gönderdikten tam 9 ay sonra, ailesiyle birlikte evinden tahliye edildiği esnada Iggy’den bir mektup alır. Iggy, Laurence’tan gelen yirmi sayfalık mektubun tamamını okumuş ve ona son derece içten, dokunaklı ve sevgi dolu bir cevap yazmıştır. Dahası, kendi duygularından ve iç dünyasından da minik bir parçayı cevabına dahil etmiş, mektubunda şu sözlere yer vermiştir:

“…21. doğum günümde ben de çok sefil bir hâldeydim ve savaşıyordum. Sahnedeyken insanlar beni yuhalamıştı, başkasının evinde kalıyordum ve korkuyordum. O zamanların üstünden çok geçti ama bu hayatta baskı hiç bitmez…”

Bunun üstüne aslında en başından beri Iggy’den bir cevap alamayacağı gerçeğini tahmin eden Laurence sadece bir cevap almakla kalmayıp aynı zamanda karşılığı belirsizce ortaya döktüğü duygularına da böylesi bir karşılık bulunca kuşkusuz pek şaşırmış, bu şaşkınlığını şöyle ifade etmiştir:

Bitirdiğim esnada gözyaşı içindeydim. Iggy Pop ona 9 ay önce gönderdiğim mektubu sadece teslim almamış, aynı zamanda yirmi sayfanın tamamını okumuştu…”2

Laurence’ın aslında karşılık beklemeden yazdığını gösteren bu şaşkınlığı üzerine: Bir mektup çoğu zaman alıcısının gerçekte vereceği tepkilerden değil, o esnada hayal edilen hâlinden; bu boşluğa dökülen duygu ve düşüncelerden, samimiyetten oluşur desek yeridir.

Nitekim Iggy’nin cevabında da olduğu gibi bu samimiyet çoğu kez bulaşıcıdır, ulaştığı kişide de benzer etkiler yaratmaya meyillidir fakat yine de bu belirsiz karşılığa güvenmek, bir hayale, boşluğa yazmak ve bunu gerçek alıcısına göndermek pek de akıl işi değildir… Ne de olsa insan milletine güvenilmez; fazla samimi davranılınca hemen havaya girer, mektubun yazarını gerçekle yüzleştirir, sonra bütün samimiyet dert olur, vallahi üzer, billahi utandırır, yerin dibine sokar.

O hâlde bizim Laurence deli midir ki karşılık almayı hiç beklemediği birine mektup yazıp yollamıştır? Deliliğin üstüne çok laklak edilir lakin Laurence’a bir deli yakıştırması yapmak da epey haksızlık olacaktır. Nitekim üzümün üzüme bakıp karardığı gibi deli de deliye bakarak delirir, sonra bir bakarsınız ki ortalık deliden geçilmez olmuştur; kim deli kim akıllı anlaşılmaz…

Bu delilerden ise İngiliz gazetesi The Guardian’ın başlattığı “A Letter To…” (…’a Bir Mektup) 3 serisinde bolca bulunmaktadır. Hepsi bir araya gelmiş, gerçek bir alıcısı olmayan mektupları mevzubahis gazete sayfasında ardı ardına paylaşmışlardır. İntihar eden oğluna bir mektup yazanından tutun evine girip gizlice külotunu çalan tacizcisine yazanına kadar birçok paylaşım vardır. Kimisi artık ulaşılmaz olan kişiyle konuşurmuş gibi yaparak veya onun bu mektuba denk geleceğine inanarak vicdanını rahatlatmakta, kimisi ise duyduğu korkuyu ve hiddeti yazarak öfkesini dindirmeye çalışmaktadır yahut çoğunluk tarafından desteklendiğini hayal ederek kendini güçlü hissetmektedir.

Her mektupta hiç kuşkusuz farklı konular, duygular ve isimler yer almaktadır fakat neredeyse hiçbirinde karşısındakinin durumunu öğrenme çabası yoktur veya varsa bile kendisininkini aktarma arayışının yanında devede kulak kalmıştır hani …

Bilhassa Dostoyevski’nin ilk eseri olan ve tamamının iki ana karakterin, Devuşkin ile Varenka’nın mektuplaşmasından oluştuğu İnsancıklar’da mektubun bu bencil tarafı gözükmektedir. Ne Devuşkin ne de Varenka birbirlerine durumlarını neredeyse hiç sormazlar; bu daha çok karşısındakinin duygularını hızlıca yatıştırarak konuyu kendine getiren iki kişinin mektuplaşması gibidir.

Böylece hem Devuşkin hem de Varenka belki de gerçek alıcısına yazılmış bir mesajdan daha çok birbirlerinin kendilerine en iyi hissettirdikleri hâlleri ile kendi izdüşümleri arasında yarattıkları ideal bir olguya bu samimi mektupları yazmaktadırlar…

Öyle olacak ki çeşitli toplumsal kurallar ve diyaloğun getirileri yahut birden fazla insanın karşı karşıya gelmesiyle başlayan iktidar mücadelesi nedeniyle öyle her aklımıza geleni konuşamayacağımız gerçeğine atfen Devuşkin mektubun bu hayali, ideal ve akla gelenin yazılabileceği kadar samimi-içten tarafını on iki Nisan tarihli mektubunda şu cümleyle dillendirmiştir: “Varenka, doğru dürüst bir üslubum yok. Keşke olsaydı biraz! Aklıma ne gelirse yazıyorum, sırf sizi biraz eğlendirebilmek için…”4

Fakat bu sözler mektubun akla gelenin yazıldığı ve samimi tarafını tarif etmekle yetinmez, bize bir de üsluptan bahseder; nitekim orada bizi bir sürpriz beklemektedir.

Dostoyevski’nin ilk eserini alışılagelmiş bir romanda olduğu gibi dengeli, stabil ve düzenli bir üslupla değil, tek ve sabit bir üslubun olmadığı mektuplarla sunması bize Devuşkin-Varenka mektuplaşmasını; yazanından hayali okuyucusuna sunulan samimi-içten yekpare bir mektubu anımsatmaktadır sanki…

Nitekim kitabın sonunda, Devuşkin’in yazdığı son mektupta şu satırlar dikkat çekmektedir:

“…sahiden, kesinlikle en son mektup bu! Ama olamaz, ben yazacağım, siz de yazacaksınız…Benim üslubum da daha yeni şekillenmişti…Ah, bir tanem, ne üslubu! Zaten artık ne yazdığımı bile bilmiyorum işte, hiç bilmiyorum, tekrar okumuyorum da, üsluba da özen göstermiyorum, yazıyorum sırf yazmak için, sırf size daha çok yazmak için…”5

Son mektup ile üslubun şekillenmesi bir ilişki içerisindedir. Üsluptaki düzensizlik mektubun devamlılığını; üslubun şekillenerek belirli bir düzene ulaşması ve stabil-sabit oluşu ise mektubun sonlanışını anımsatmaktadır. Böylece üsluptaki dengesizlik ve belirsizlik samimiyet ve içtenliği, düzen ve sabitlik ise bunun tam aksini akıllara getirir. Ne yazık ki zavallı Devuşkin üslubu koyuverip mektuplaşmaya devam etmek istese bile, işte mukadderat; farklı sebeplerden ötürü Varenka’ya mektup yazamaz olur fakat bu başka bir yazının meselesidir.

Uzun lafın kısası, mektuptaki içtenlik ve üsluptaki hareketlilik bize insanın genellikle çevresinden sakladığı, hani bazen davranışlarıyla örtüşmeyen düşüncelerini, gelgitli yanını anımsatır…

Bir mektupta açık açık, rahat ve içten bir şekilde paylaşılan birçok duygu ve düşünce o kişiyle gerçekte karşılaşıldığında aynı şekilde paylaşılamayabilir.

Çoğu zaman kendi hayali ve ideal dinleyicilerinin değil, gerçek dinleyicilerin olduğu karşılıklı bir konuşma mektubun aksine kişilerin sabit olmayan bir tutumla davranarak birbirlerinin davranışlarına yön verdikleri ve değiştirebildikleri, böylece birbirlerinin davranışsal hatalarından-boşluklarından yararlandıkları, iktidar mücadelesinin olduğu bir savaş alanıdır…

Burada kişinin üslubu yani ifadeleri, bir mektupta olduğu kadar içten-samimi ve şahsi değildir; tam aksine senkron ve karşılıklı olarak biçim değiştirmekte ve hatta belki de gerçekte olduğundan farklı bir hâl almaktadır.

Francis Bacon, Yapmacıklık ve İkiyüzlülük Üzerine isimli denemesinde bu savaş alanında kullanılan silahları adeta kulağımıza fısıldar.

Bacon bu denemesinde yapmacıklığın ve ikiyüzlülüğün nerede, kime, nasıl ve ne zaman davranması gerektiğinin ayrımına varan birine ayak bağı olacağını ancak kimisi bu değerlendirme beceresine sahip olmadığında veya gerek duyulduğunda ikiyüzlülüğe ve yapmacıklığa medet umulacağını fakat bunun kişinin iyi niyet ve dürüstlüğüyle ilgili şöhretini görünmez kılacağını söyler.

Bacon’a göre bu nedenle düşünceleri saklamanın 3 türü vardır:

Ağzı sıkı kişi hislerini ve düşlerini baskı altına almakta ve dengede tutmaktadır böylece kimse ne tarafa ağır bastığını anlayamaz. Olumsuzlayıcı anlamda ikiyüzlü biri davranışlarıyla gerçekte olduğu gibi biri olmadığını düşündürür. Olumlayıcı anlamda yapmacık biriyse kendisini aslında olmadığı biri gibi gösterir ve süsler.

Bacon ayrıca bu üç türün üç avantajı ve dezavantajından da bahseder. Yapmacıklık ve ikiyüzlülük kişiye; karşısındakini savuşturabilme ve ona üstünlük sağlama, geri adım atabilme, böylece niyetini açık etmediği için kaygıdan uzaklaşabilme ve başkasının düşüncelerini anlayabilme imkânı verir. Öte yandan kişinin hedefine hızlı bir şekilde ulaşmasını engelleyebilir, kişiyi yalnızlaştırabilir ve insanı güven ve inançtan mahrum bırakabilir.

Bu üç silah çelişkili bir ilişki içerisindedir.

Bacon’a göre gerçekte tamamen sessiz kalmak ancak bir yere kadar mümkündür. Nitekim başkaları tamamen sessiz ve nötr birini bir tarafa çekmek uğruna köşeye sıkıştırabilir ve hatta sessizliğine bile bir anlam yükleyebilir bu sebeple kişi sessizliğini bozmak ve bir tarafa adım atmak zorunda kalabilir.

Böylece belki de en az iki kişinin olduğu her ortamda bu üç silah görülebilir. Her üç tür de savaş alanında karşılıklı olarak birbirlerinden etkilenip birbirlerine dönüşebilirler.

Bacon son olarak şöyle söyler:

En iyisi insanın, dürüstlüğüyle ün salmışsa, ağzını sıkı tutma alışkanlığının ortasını bulması, gerek duyduğunda, ikiyüzlülük ve yapmacıklık yeteneğini geçici olarak kullanmasıdır.” 6

Bilakis, kişilerin sürekli karşılıklı olarak saldırı altında oldukları savaş alanında bunu en iyi hâliyle gerçekleştirmeleri pek mümkün olmaz. Fakat bir mektup bu dengenin en mükemmel, ideal biçimde sergilendiği yer olabilir. Öyle ki kişi bir mektupta bu saldırılara pek maruz kalmaz dolayısıyla karşılıklı saldırı durumu de en aza indirgenir. Çünkü orada dengeli, ortak bir dinleyici; kendisiyle karşısındakinin ideal bir karışımı vardır.

Bu karışım ideal midir değil midir elbet tartışılır fakat bir mektup eşzamanlı ve karşılıklı bir konuşmanın gözettiği unsurlardan sıyrılmıştır. Zaman ve yer unsuru bile ortadan kalkmış; tamamen hayali bir zamanda, hayali bir yerde, hayali bir kişiye tek taraflı olarak yazılmaktadır bu mektuplar.

Mesele şu ki, insan cinsi yalana şerbetlidir.

Bu sebeple olacak bazen bu hayale, ideale bile yalan söyleriz fakat artık yakalanmamız pek zordur; ne de olsa gerçekte olduğu gibi karşımızda bize saldıran biri yoktur…tabii bu değerli mesajı WhatsApp’tan göndermiyorsanız…

Aman diyelim; tam gönderdiğiniz esnada karşınızdaki kişi çevrimiçi olur, bir yandan yazıyor gözüküp diğer yandan sol üst köşedeki profil fotoğrafından sizi izlerse ya havaya girmesinden ya da yalanlardan olsa gerek, mesele döner dolaşır yine Bacon’a gelir.

Sonra “Tencere dibin kara, seninki benden kara” mevzubahis olur, benden söylemesi…

Halbuki içten bir mesajı hoş karşılamamak pek ayıptır.

Aksi takdirde okuyanın kabahati yazandan daha büyük olur. Ne de olsa sarhoşun mektubu okunmaz çünkü gece yazar, sabah utanır, unutur…

En iyisi biz e-postadan yazalım.

Epustula non erubescit!

Mektubun yüzü kızarmaz!

-Cicero

4 DOSTOYEVSKI Fyodor, İnsancıklar, Çev.: Sabri Gürses, Can Yayınları, İstanbul 2020, s.39

5 DOSTOYEVSKI Fyodor, İnsancıklar, Çev.: Sabri Gürses, Can Yayınları, İstanbul 2020, s.175

6 BACON Francis, Denemeler: Güvenilir Öğütler Ya da Meselelerin Özü, Çev.: C. Cengiz Çevik, Melike Çakan, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2020, s.26

TEILEN
Önceki İçerikZAMANSIZ DERGÂH
Sonraki İçerikBİR ADALET ÇAĞRISI OLARAK POLİTİK FELSEFE
1996, İstanbul, Kadıköy doğumlu. Zaman zaman ormanlarda tın-tın gezinen, ne dinlediği belirsiz, orta hâlli bir okur-yazar. 2020’de Özyeğin Üniversitesi Mimarlık bölümünden mezun oldu. Yazıları mezuniyetinden bu yana çeşitli mecralarda yayımlanmaktadır.