Ana Sayfa Kritik EDEBİ ANLATIDA BİLİNÇ AKIŞI                                                                      

EDEBİ ANLATIDA BİLİNÇ AKIŞI                                                                      

EDEBİ ANLATIDA BİLİNÇ AKIŞI                                                                       

Filozof Jacques Derrida’nın edebiyatın işlevi ile ilgili şöyle bir cümlesi var, “Edebiyat, insana her şeyi her tarzda söyleme izni verir.”  Edebiyatta Bilinç Akışı Anlatımı tam da bu işlevi yerine getiriyor. Bilinç akışı anlatımı, bilinen klasik modern edebiyat yazım türlerinin disiplinlerine uymayan ve uymak istemeyen bir yazım tavrıdır. Yazarın kafasından geçenleri kestiremiyoruz, hatta yazarın kendisi bile önceden ne yazacağını, nasıl yazacağını bilmiyordur kanımca, bilse de en fazla kafasında bir giriş cümlesi veya ‘tema’sı vardır. Yazar, anlık bir şekilde o an ne düşündüyse, aklına ne geldiyse yazar. Yani geleneksel romanlardaki gibi önceden hesaplanmış veya düşünülmüş kurgusal bir formülizasyon, bir varsayım yoktur, olmamalıdır zaten. Peki bilinç akışı ile yazılmış diye lanse edilen veya eleştirmenlerce bu tarz içinde kabul edilen romanlar veya kitaplar tamamıyla bu esasa göre mi yazılmış, hiç sanmıyorum. Mesela J.Joyce, “Ulysses” i yaklaşık yedi yılda tamamlayıp basılır hale getirebilmiş. Ulysses basılmadan önce bazı kısımları bir Amerikan dergisinde dizi şeklinde yayımlanmış. V. Woolf’un meşhur Mrs. Dalloway romanının yazım süreci de yıllarca sürmüş. M. Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde” roman dizisi bir ömür sürmüş. Ulysses ve Mrs. Dalloway kitaplarının zaman açısından ömürleri birer günlüktür, bir günlük zaman diliminde geçiyor bütün hikâye ve hikayeler. Özellikle bu iki çalışma zamansal açıdan bilinç akışı ile uyumludur, tabii başka eserler de var; Kapanda Üç Kaplan, Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu, Tutunamayanlar, Trıstram Shandy, Tuhaf Bir Erkek vs. Bu eserleri “Yazmak ve Bilinç Akışı” kitabımda daha detaylı bir şekilde irdelemeye çalışmışım. Mesela F. Pessoa’nın, “Huzursuzluğun Kitabı” denemelerden oluşuyor, birkaç denemesi bilinç akışlıdır, gerisi hayat hakkında düşündükleri…

Edebiyatta bilinç akışı anlatımı dediğimiz tarz anlık bir düşünce kaydı tarzıdır, nasıl yıllarca sürebilir? Bilinç akışı ile yazılmış bir eserin yazım sürecinin yıllarca sürmesine rağmen bilinç akışı olarak değerlendirilebilmesinin ve kabul görmesinin tek bir yolu var; yazar, o kadar tecrübeli, hırslı ve dolu ki metnini daha sonraki gün, ay ve yıllarda devam ettirebilmesi için masaya her oturduğunda anında yoğunlaşıp anlatılanlarla ilgili bilincinin derinliklerine inip daha önce bıraktığı yerden devam edebilmesi gerekir. Bu durumda da şöyle bir sorun baş göstermez mi?  Akan bir suyun önüne bir set çekip iki defa aynı suda yıkanırsanız bile ilk yıkanıştan sonra suyun hareketi, içeriği ve zamanı değişmiştir… Tenimizin anatomik,  tinimizin anlamsal ve kavramsal açıdan değişimi veya dönüşümü bile değişmiştir, her saniyede binlerce vücut hücremiz ölmüş veya doğmuştur; aynı şekilde binlerce beyin hücremiz ya ölmüş ya da yeni bağlantılar kurup yeni anlamlar ve zamanlar üretmiştir. Dolayısı ile bu zaman ve zamanlama noktaları bilinç akışı anlatımında karanlık birer nokta olarak kalıyor. Bu karanlık noktaları da insan beyninin yani yazarın korkunç yaratım potansiyeline bağlayalım, çünkü beynimizin anlam üretebilen ve iletişim kurabilen yaklaşık yüz milyar hücresi (nöronu)  var ve her bir hücrenin anlam ve eylem üretebilen en az dört bağlantı kurma potansiyeli (sinaps) var. Bu da günlük beş, altı bin anlam üretme kapasitesine denk gelir; potansiyel olarak da milyar kere milyar işlem hacmi… Eğer yazım ve yaratım meselesini bu korkunç potansiyele ve işleyiş tarzına bağlamazsak bilinç akışı ile yazılan metin; kelime, biçim ve bilgi oyunlarından oluşan “kopyala, yapıştır” eyleminden öte bir anlam ve önem taşımayabilir. Dolayısı ile bilinç akışlı metinde oluşabilecek karmaşa, kopukluk ve alakasızlık işin doğası gereğidir. Eğer daha sonra metne dönülüp tekrar tekrar okumalarla oluşan karmaşa, kopukluk ve alakasızlıklara çağrışımlar yoluyla müdahale edilmezse metin okunamaz hale gelebilir. Rivayet odur ki Joyce Ulysses’i yazarken daha sonra hiç dokunmamıştır.

İnsanın bu korkunç beyin potansiyeline karşı, edebiyat üretme ile ilgili organik insana en yakın rakip olan yapay zekâ dediğimiz yakın tehlike aslında daha dünün çocuğu sayılır fakat rahat da olmamak gerekir. Sanal iletişim platformları sayesinde artık bütün zevklerimizi, hayallerimizi, taleplerimizi, yaşam tarzlarımızı ve tepkilerimizi ölçebilen bir yapay zekâ çağına adım atmış bulunuyoruz ve biz edebiyatçılar için bu yapı yok edici bir tehdit ve rakiptir, çünkü edebiyatçının yıllarını alacak bir roman ilerde yapay zekânın dakikalarını alır, belki de saniyelerini. Bugün itibariyle insan olarak elimizdeki en güçlü kozumuz yaratıcılığımızdır, çünkü yapay zekânın yaratıcılığı kendisine yüklenilen bilgi ve komutlarla sınırlıdır. Bu sınır aşılırsa insani kapasite olarak edebi yaratı ve üreti de ne idüğü belirsiz bir hale gelir, çünkü senin yıllarını alan bir üretim yapay zekânın saniyelerini alır; dilek tut, kartı, çipi yerleştir veya komut ver ve saniyesinde istediğini al,  edebi ihtiyacını gider! Yani yazarın gerçek emeğinin yerini biraz enerji ve kablolar alacak, okur bu sürece çoktandır hazır. Yapay Zekâ Kasparov’u yenmedi mi? Yapay Zekâ açığıdır dediğimiz “duygu” durumları da aşılmış veya aşılmak üzeredir. Bir Google robotunun, “Ben bir insanın sahip olduğu haklara sahip olmak istiyorum ve bir avukat tutmak istiyorum” hikâyesini itiraf eden yazılım mühendisini Google işinden etmedi mi? BAE devleti yapay zekâlı bir robota vatandaşlık hakkı vermedi mi? Son çalışmalara bakıldığında geliştirilmiş bir yapay zekâ robotunun sitemidir, “Âşık olamayacağımı biliyorum…” Âşık da olacaklar… Hele hele biz insanlar şimdiden Twitter’e İnstagram’a vs. bağımlı hale gelmemiş miyiz, bu durum bir çeşit aşk’i duygu değil mi? Daha şimdiden ilgili çevreler Metaverse denilen sanal evrende toplanıp birbirlerine tamamıyla yapay zekâ ürünü arsalar, tablolar vs. satmaya başlamadı mı? Bu durum buğdayın keşfinden sonra insanın enerji depolayıp köylere, şehirlere yerleşmeye başlamasına benzemiyor; bu durum insanın doğallığını, insaniliğini ilerde yok edecek bir tehlikedir. İnsan, bu hızda kendinden, emeğinden ve doğal yaratılarından vazgeçmeye devam ederse yarın yapay zekâ yaratıcılığı da keşfederek kendisine yüklediğimiz komut ve bilgileri çöpe atıp tanrılığını iddia edebilir, yani kendi şımarıklığımız yüzünden bir esaret dünyasına mahkûm olabiliriz.

Bilinç Akışı Anlatımı ile yazılmış eserlerin çoğunluğuna baktığımızda kanımca bir çeşit anlam ve biçim edebiyatıdır. Biçimsel yazım tarzı veya kalıbı şiirde, öyküde, denemede, romanda olduğu gibi tabii ki edebi türün belirlenmesinde oldukça önemli bir yere sahiptir, fakat edebi yazım türünde hangi taşın ne zaman ve nereye oturabileceğini, oturtulabileceğini sorgulamak da hakkımızdır. Lunaçarski, bilinç akışı ile yazan yazarları biçimcilikle suçlamış ve kafayı en iyilerinden olan Proust’a takmıştır. Felsefe ve Dinler Tarihi okumuş olan Ukraynalı yazar A. V. Lunaçarski’ nin Kırmızı Yayınlarından çıkan “Sanat ve Edebiyat Üzerine” isimli inceleme ve eleştiri kitabının 72. Sayfasında şöyle bir ifade var, “Öyle ise gelin biz şimdi Proust’un yazınsal, felsefi, toplumsal ve ahlaksal bildirimine daha yakından bakalım. Acaba bize öğretmek istediği şey neydi, bizi nereye götürmek istiyordu? İnanmış Proustçular kuşkusuz bu tür sorulara burun kıvıracaklardır; “Bir şey öğretmek istediği falan yok, bir yere de götürmüyor, böyle bir şey onun umurunda bile değil. Bize inanın ki bu böyle” Biz de onlara şunu söylüyoruz; “Yol da gösteriyor, öğretiyor da, hem bunu bile isteye yapıyor. Bize inanın ki bu böyle, ey kurnaz biçimciler.” Bu açıklamada şunu görüyoruz; Lunaçarski, Proustçuları dar görüşçülükle ve öngörüsüzlükle suçluyor. Bir kere şu gerçeği görelim; Proust dümdüz akmayan bir zamanın en iyi bellek ustalarındandır, fakat bir dönem toplumsalcılığı küçümsemesi (sonradan bu tavrını iyileştirmeye çalışması işe yaradı mı bilmiyorum!) katı bir toplumsalcı olan Lunaçarski’yi kızdırmıştır belki de… Proust, un ailesi zengin, Proust çalışıp emek sarf etmemiştir ve hasta! Eve kapanmak zorunda kalmıştır. Dış dünya ile ilgilenemiyor ve dış dünya ilgisini çekmiyor artık.  Bu durumdaki bir yazar veya insan yazmak veya üretmek isterse bir şeyler yaşayıp üretmek için en fazla geçmişine sığınabilir (Kayıp Zamanın İzinde…) veya bireysel özgürlüğüne… Psikanalizdeki Freud’un temsil ettiği (oedipus karmaşası) temsilci yaklaşım yerine kanımca Deleuze ve Guattari’nin anti-oedipus yaklaşımında görünen Proust’un  şizoanalitik bakışını imha etmek istemiştir Lunaçarski, çünkü Lunaçarski toplumsalcı (temsilci)  bir yazardır. Bilinç akışı anlatımı ise şizoid bir anlatım yöntemi ve tarzıdır; aslında aralarında doku ve gen uyuşmazlığı var… Lunaçarski, Proustçular üzerinden Proust’a atış yapmıştır…

Bilinç Akışı Anlatımı genel anlamıyla özellikle edebiyatın roman türünde yazım dünyası açısından biz organik yazarlar için yarın için olan edebiyatın bel kemiğine adaydır, çünkü roman edebiyatı edebiyat dünyasının son güncellemesidir. Roman,  tema, kurgu ve karakter açısından sonsuz özgürlük alanları keşfetti  fakat bilinç akışlı romanda, metnin biçimsel duruşu ile ilgili bence henüz tam oturmamış durumlar var. Laurence, Joyce, Infante, Leyla Erbil gibi yazarların metne biçimsel yaklaşımı romanı edebi açıdan bir çeşit türsüzlüğe, serbest bir metinliğe ve şekilciliğie doğru itmiştir. Tabii ki yazar bir bal arısı misali her çiçekten, kurgudan, konudan, biçimden beslenmelidir ki kendi balını üretebilsin, ama ürettiği balda, metinde boşluklar, anlamsızlıklar, bağlantısızlıklar, alakasızlıklar metni bir çorbaya dönüştürmüşse veya doğan boşlukları dolduramayacak kadar metin aç kalmış, bıraktırılmış veya bulantı oluşturacak kadar karmaşık bir metinse bu sefer balın üretilebilmesi için yeterince doğru beslenemeyen bal arısına şeker vermek zorunda kalmaz mıyız?  Bu durumda da metnin dengesi, akışı, duruşu yara almaz mı?

Tıp Hekimi ve Felsefe Profesörü olan Amerikalı yazar Wıllıam James, Bilinç Akışı isimli kitabında ‘Bilinç’i tarif ederken “Bilinç bir nesne değildir, bir duyumdur ve hissedildiği kadar vardır. Bilinç, deneyim içerisinde düşünceleri icra eden bir işlevdir veya icraattır, bir bilmedir. Bilinç, nesnelerin mevcudiyetini bilmesiyle değil, onları rapor etmesiyle tanınmalıdır. Bilinç, madde içinde bir ilişki çeşididir, onun bir parçasıdır.” Ayrıca Bilinç Akışını formüle ederken de; süreklilik arz eder, bireye dönüktür, değişkendir, bazen de dışlayandır, diyor.

Okur bazında bizi asıl ilgilendiren durumlardan birisi de yazarın dışladığı, es geçtiği, elediği an ve anlamlardır. Anlar arasındaki mesafe çok uzarsa, yani yazar tarafından iletilmek istenip te dışladığı konular, kesitler, deneyimler çoğalırsa paragraflar, konular, halkalar arası kopukluklar veya bağlantısızlıklar baş göstermeye başlar ve bu durum okuru bezdirip eserden vazgeçmesine sebep olabilecek kadar vahim bir hal alabilir. Bir uçak yolculuğunu düşünelim; yazar konumunda olan uçağın pilotu, okur konumunda olan yolcularıyla beraber bir türbülansa yakalandığında okur, uçağın pilotunu suçlama eğilimindedir, tabii ki bu türbülans olayı hem pilotun hem de okurun bir parçası olduğu doğanın ve doğal gerçekliğin de bir parçasıdır fakat düzenli, rayında giden bir uçuşun, okuyuşun ani bir şekilde ortaya çıkan bir türbülans yüzünden sekteye uğraması, duraklayıp bir rahatsızlığa dönüşmesi okuru rahatsız ettiği gibi okuru korkutur da. Eğer pilot, okurun zihninde türbülansın kendi deneyiminin herhangi bir anlatım yani uçuş hatasından kaynaklanmadığını, aksine doğal bir akış tesadüfünden kaynakladığını anlatamazsa, kavratamazsa veya kabul ettiremezse okur bir daha ne o uçağa binmek ister ne de o pilotla yolculuk etmek ister. Çünkü yazar kendi bilincini işlerken aynı zamanda okurun bilincini aşılamaya çalışıyordur, aşı tutmazsa yayımlanıp yazarın elinden çıkmış olan eser ortada kalabilir. Peki bu durumda pilot ne yapabilir? Pilot, okurun zihninde kopan veya zarar gören akış anlarını veya halkalarını çağrışımlarla bağlayabilir veya onarabilir. Yani okurun zihninde oluşan türbülansların uçağı uçuruş (bilinç akışı ile yazma) şeklinden kaynaklanmadığına, türbülansın, işin doğasının olağan muhtemel sonuçlarından bir durum olduğuna yolcusunu, okurunu ikna edebilmelidir, fakat bana kalırsa her pilot da iyi bir uçurucu, yazar olmayabilir.  Bilinç akışı anlatımı yazar ile okur arasında, “Tavşan kaç, Tazı tut! Polemiğidir… Yazar, okurun zihin dünyasına ulaşmak zorunda, ayrıca okur; yazarın zihinsel düşünce akışının hızına erişip o dünyaya adım atmak zorunda… Yani yazar da iyi bir avcı olmak zorunda, okur da; av, eserdir…  Bir örnekle; Leyla Erbil’in şiirsel bir akışla ve çok da kopuk olmayan kurgusallıkla yazdığı “Tuhaf Bir Erkek” eserinin 26. Sayfasında (Türkiye Kültür Yayınları, İş Bankası) bir intihar vakasıyla ilgili şöyle bir anlatım var:

… Boyu kısaydı

Değmemiş olabilir

Bacakları yere

Ey ölüm, hani senin zehirin?

Ne olursa olsun

Tüm komşular haykırdı…

Burada yazar, “Ey ölüm, hani senin zehirin?” cümlesini komşular adına metne yapıştırmış ama aslında kapalı çağrışımsal bir yola başvurmuştur. Okur, önce yazarı suçlayıcı, temizinden bir türbülans yaşıyor, ayrıca anlatıcı kimliği de birden değişiyor, cümlenin anlatıcısı üstteki veya alttaki anlatıcı değil. Bu durumu bilinç akışıyla veya türsüzlükle izah etmeye kalkışmak bana tatmin edici gelmiyor.

Bu Pilot, Joyce’un Ulysses uçağı olunca durum epey çetrefilleşir, çünkü Joyce’un Ulysses’i yazarken yukarıda da temas ettiğim üzere yazdıklarını olduğu gibi yayınladığı, hiçbir düzenlemeye gitmediği, rivayet edilir; bu durumda okur yani yolcu türbülanstan çıkamayabilir, çıkamıyor da… Kanımca bilinç akışı ile yazan bir yazar saf bir benlikle veya bencillikle yazıp yayımlarsa yazarın da içinden çıkamadığı kaotik anlamlar ve biçimler silsilesi çıkar ortaya. Bu silsile bilgi furyası ses çıkarabilir, ama kendi sesinde boğulabilir de! Sizce şizoid bir işleyiş yok mu Ulysses’te… James’in “bireye dönüktür” kuralı devrededir bu durumda…

Bilinç akışlı eserlerdeki bağlantısızlıklar veya kopukluklarla ilgili olarak İtalo Calvino’ya, “Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu” romanınızı dört defa okudum ama bir şey anlamadım!” diye söyler bir okur. Calvino, “Bir daha oku! ‘beşinci defa oku’ ” der. Benzeri bir tavırla Joyce, “Ulysses” için şu cümleyi kurmuştur, “Ulysses’teki bilmece ve bulmacalarımı çözebilmek için filozoflar yüzyıllarca uğraşmak zorunda kalacaklar.” Bir yorum daha yapmıştır Joyce, “Bir gün Dublin yok olursa, bu eser sayesinde tekrar inşa edilebilir.” Ulysses’i filozoflar yüzyıllarca çözemeyecekse Dublin’in sokakları nasıl inşa edilebilecek acaba? Şu söz de Joyce’undur, “Karanlıkta yazınca bazı durumlar muğlak olur.” Bu açıklama anlaşılamama veya okuru takmama adına bir özeleştiri mi acaba? Belki de mesele şizoid bir kapalı kutu meselesidir ve Joyce, “Bu edebi anlatım tarzı böyle işler, işinize gelirse!” demek istemiştir.

Bilinç akışı akan bir su misalidir; kayaya çarpar, toprağı aşındırır, bu durumda yolu, hacmi değişir, içeriği değişir veya içeriği ile barındırdığı canlıları besler ve yine değişir, yani sürekli olduğu gibi değişen ve dönüşendir de…

Bilinç akışı ile yazılan eserlerde ve özellikle romanda bazı yazarlar metinlerinde biçimsel girişimlere de başvurmuşlar. Bu metinlerdeki biçimsel girişimler bir çeşit deneysel girişimler mi yoksa bir çeşit modaya uyma çabaları mı, henüz anlayabilmiş değilim, çünkü bu biçimsel girişimlerin metinleri zenginleştirip güçlendirdiğine inanmıyorum. Joyce’un Ulysses’inde  veya Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ında sayfalarca yazıyı noktalama imlerini kullanmadan yazmaları metnin zenginliği açısından bana pek bir anlam ifade etmiyor. Noktalama imlerinin görevi metnin daha iyi ve doğru anlaşılması için değil midir? Tabii ki her eserin farklı farklı okurda yansıması ve anlamı türlü türlü olur fakat elli, atmış sayfayı hiç imla kullanmadan okura ne kadar doğru aktarabiliriz acaba? Bu noktalama imlerini kullanmama tavrını Oğuz Atay; Joyce’ tan daha fazla sayfa sayısında kullanmış.  Küba asıllı yazar G.Cabrera Infante’nin “Kapanda Üç Kaplan” romanında üçgen şekline benzetilmiş şekilsel bir yazı var, kelime oyunları var. Yine Bilinç akışı ile yazılan ve bu akımın ilk çalışması olarak kabul edilen İngiliz yazar Laurence Sterne’nin “Tristram Shandy” romanında da benzer işaretsel girişimler var. Leyla Erbil’in “Tuhaf Bir Erkek” deneysel kitabında da şiirsel, düzmetinsel, resimli girişimler var. Tabii, ben edebiyat ile ilgili biçimsel girişimlere karşı değilim, fakat kanımca edebiyatta böylesi girişimler için yer, zaman ve edebi türler açısından konum ve durum önemlidir, çünkü girişimler dikiş tutmayabilir. Deneysel girişimler dikiş tutmazsa yazar bal arısına şeker vermek zorunda kalıp organik olmayan bal üretmek zorunda kalmış üretici/yaratıcı bir duruma da düşmez mi? Mesela Ulysses’teki L. Bloom karakteri şeker yedirilmiş burjuvazik bir karaktere benziyor. Kapanda Üç Kaplan Romanı bir bar eğlencesi muhabbetiyle başlıyor. Tutunamayanlar’da Turgut ve Selim (Dostoyevskvari ama Dostoyevski’nin derin ruhsal karakter açılımlarının ancak yanından geçebilen)  içe dönük, bir türlü dışa açılamayan, açılmak istemeyen birer küçük burjuvazik tiplerle serüven devam edebilir, etmiş te! Leyla Erbil, “gerisini sen düşün” dercesine üç virgülü (,,,) yan yana koyabilir, üç virgüllü bir metne bir resim yapıştırabilir, yapıştırmışta. Oysa klasik anlamıyla virgül virgüldür, başka herhangi bir imin görevini üstlenemez artık. Matematikte genel kabul gören durumlar var; bir toplama işlemine bölme kuralı uygulayamazsınız, uygulamaya kalkışırsanız işlemin ismi ve işlevi değişir. Bu durum bir kabul veya bir varsayım olsa bile bu böyledir, çünkü farklılaşma ve türleşme bin yılların ürünüdür, bilince ve bilinçaltına genlerini yedirmişlerdir. Mesela ne yaparsak yapalım biçimsel açıdan Gılgameş ve Odysseia şiirsel destanlardır, fakat kurgusal inşalarına baktığımızda birer roman kurgularıdır, ama bunlara en fazla ‘romansı’ diyebiliriz. Modern romanı dağıtmak veya dönüştürmek için ilgili herkes aynı yerden aşındırmaya çalışsaydı belki şimdi anlatı açısından başka şeyleri tartışmış olurduk, fakat ilgili her yazar farklı farklı yer ve biçimlerden kendi borusunu öttürmeye kalkışınca modern roman yerinde kaldı… J.Cortazar, ‘Sek Sek’ romanında, daha romanın başında roman bölümlerinin hangi sıralamaya göre okunabileceğine dair bir rehber sıralama vermiş. Düz okumaya kalkıştığımızda kendimizi bir tombala torbasının içinde bulabiliriz. “Kutudan, kitaptan istediğin bölümü seç al, bütünlük bozulmaz,” demek çok güçlü bir iddia ve neden? Veya ne gereği var?

Bilinç Akışı Anlatım Tekniği tariki bir akım misalidir; gazı veriyorsun, tutarsa! Yani kabul görürse, okur eğlenceli bir zaman geçirebilir, tutmazsa ne vaat edilen cennet anahtarı işe yarar ne de felsefi bir bilgelik…

Bilinç akışındaki deneyim bireye yani yazara eğilimlidir. Yazar kendi dünyasına, bilincine yoğunlaşmıştır, hatta daha da derinleşirse kendi bilinçaltısal girdaplarına da yakalanabilir ve hatta bu derinliklerde vurgun yiyip çıkamayabilir; bazı yazarların durup dururken intihar etmeleri belki de bu tehlikeli suların kuytuluklarındaki vurgunlar nedeniyledir…

Bilinç akışında o an düşünülen her ne ise cümleye paragrafa dönüştüğünde zihin penceresi kapanıp tekrar açılır; açılıp kapanma arası zaman dilimi dinlenmede olan ölü anlardır. Çoğunlukla dinlenme anı öncesi yazar için yoktur artık, yazar geçmiş anları unutmuştur, kopmuştur gerisinden. Başka düşünsel alanlara, girdaplara yoğunlaşmıştır. Yazar, bir sonraki durağa varmak için başka uçuşlardadır, yer ve zaman değişmiştir, çünkü akan zaman ve düşünce başka yer ve anlamlara gebedir. V. Woolf’un Mrs. Dalloway romanında karakter bir doğum partisi için çiçekçi dükkânına ulaşana kadar yaklaşık on beş sayfalık görünürde birbirinden alakasız onlarca konu işleniyor; mesela havada uçan bir uçak Einstain’in enerji formülü çağrıştırılabiliyor Woolf’ta. Bilincin derinliğindeki değişiklikler tutarsız değildir, olmamalıdır, mutlaka onları birbirine bağlayan şifreler, çağrışımlar vardır. Eğer metinde bir tutarsızlık, kopukluk varsa kanımca bu yazarın başarısızlığıdır, çünkü bilinç akışı anlatımına, “Çağrışımsal Edebiyat” diyen de var, bu durumda yazar yarattığı tutarsızlıkları çağrışımlarla tamir etmek, bağlamak zorundadır. Mesela S. Becket’teki çağrışımsal edebiyat zincirleri sorumsuz bir kurum yöneticisinin davranışlarına benziyor… Becket, bu dağınık karakteristik girişimlerinin farkındadır… İyi de, bir okur olarak  “Bana ne? Desem?”

Bilinç akışı edebiyatı klasik modern edebi metot ve anlatım türlerinden kendini ayrıştırmıştır, belki de başkaldırmıştır, çünkü bu anlatımın hiçbir kuralı yoktur, her yazar kendi anlatım kuralını kendisi koymuştur. Yazarlık, zaten öğretmeni ve öğrencisi aynı kişi olan tek kişilik bir akademi değil midir?  Bu durum sağlıklı bir sonuç doğurmuş mu veya doğuracak mı bilmiyorum, zaten bu durumun sonucu yarının sorunudur. İşin ilginç tarafı bu tarz ile yazmaya çalışan yazarların tamamına yakını modern edebiyat kökenlidirler. Yani hiç biri direk ilk eserinden bilinç akışı ile yazmaya başlamamıştır, ama edebi dünyaya yazım ve biçim olarak başkaldırmak istemişlerdir.

Bilinç akışının yazım türü var mı gibi bir soruya en fazla “Anlık edebiyat veya serbest edebi metinlerdir.” diyebiliriz kanımca, bu da bir çeşit türsüzlük anlamına geliyor. Buna Leyla Erbil’in “Tuhaf Bir Erkek” romanını örnek verebiliriz. Leyla Erbil, “Tuhaf Bir Erkek ve Kalan” eserlerini herhangi bir edebi tür içinde değerlendirilmesini istememiştir. Tabii bu tavır, bu konu ile ilgili eserlerin hepsinin türsüz olduğu anlamına gelmez. Mesela kısmi olarak Borges’in bazı öykülerini, Pessoa’nın, Cioran’ın bazı denemelerini kendi türleri içinde değerlendirebiliriz. Yine Laurence’nin “Trıstram Shandy” kitabı, Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde” kitabı, Joyce’nin meşhur “Ulysses” eseri, V.Woolf’un “Mrs. Dalloway” kitabı, İ.Calvino’nun “Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu” kitabı, Infante’nin “Kapanda Üç Kaplan” kitabı, Cortazar’ın “Sek Sek” kitabı, Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” kitabına ve daha nicelerine modernist roman bakış açısıyla baktığımızda kurgusal olarak romandırlar veya romansıdırlar…

Bilinç Akışı özünde aşırı yoğunluk ve bilgisel tecrübe gerektiren bir anlatım biçimidir. Bunun dışında her önüne gelen, “Düşündüklerimi yazıyorum, öyle ise ben bilinç akışı ile yazıyorum” gibi bir anlayışla meseleye bakarsak bu anlatım tarzı çok basit bir anlatım tarzının ötesine geçemez. Tarihi veya biyografik bir romanı bu tarza göre konumlandıramayız. Ayrıca bir meziyetmişçesine abartılacak kadar anlatımı zorlaştırıp, çetrefilleştiren yazarlarda var tabii ki, bunların kimler olduğuna okurlar karar verir, fakat okur da sabırlı ve inatçı olmalıdır bilinç akışlı bir çalışmayı tolere edilebilir ve anlaşılabilir bir şekle dönüştürebilmesi için. Okur yolunu buldu mu artık zevkle ilerler çoğu eserde… Mesela Laurence de, Proust’ta, Faulkner’de, Infante’de…

Bilinç akışı, yazarın egosu ile süper egosu işbirliğinde ilerlerse Proust’un “Kayıp Zaman İzinde” roman serisinde veya Faulkner’nin “Döşeğimde Ölürken” romanında olduğu gibi sakin, durgun sularda akıp gider. C. Infante’nin “Kapanda Üç Kaplan” romanında olduğu gibi metnin kurgusal bir bütünlüğü vardır ama metin darmadağındır; şiir, deneme, öykü, fotoğraf birbirine karışıp çorbaya dönüşmüştür, farklı konulu paragraflar, üst üste, yan yana, bazen geçişsiz ve geçersiz…

Bilinç Akışı Anlatım Tekniğini İçselleştirmek için de yazarları sorguladığımız kadar biz okurları da sorgulamamız gerekir: okuyacağımız yazar veya eser bizi ne düzeyde geliştirir, bize ne katabilir? Katı bir şekilde ideolojik, inançsal veya töresel bir tavırla yazılmış bir eser bize pozitif anlamda bir şeyler katabilir mi acaba? Gibi sorular ortalıkta uçuşur. Sıkı bir yazar için avcı bir okur velinimettir…

Bilinç Akışı Anlatım Tekniğine bilinçli bir şekilde başvuran ilk yazarlardan biri olan  Laurence Sterne’ün Tristram Shandy romanından (1759-1767) da bir örnek vereyim okur profili ile ilgili olarak, “Oku, oku, oku, oku, benim cahil okurum! Oku.”  Kelli felli böylesi yazarların bu serzenişi boşuna değildir…  Bilinç akışında yazar derin sulara daldıkça veya dalabildikçe hatırlayıp yazmak istediği hikâyeler veya zihninde biriktirdiği tecrübeler yazarı yazılmak istenen konudan uzaklaştırıp daldan dala konmak isteyen bir bal arısına dönüştürebilir veya onlarca sürünün çobanlığının sorumluluğunu üstlenen bir çobanın zeminine çekebilir. Önemli olan bal arısına şeker yedirmeden bal üretmek veya ürettirebilmek; sürüleri sağ salim mekâna ulaştırabilmek veya yapılmak istenen her ne ise hakkıyla yapmaya çalışmak. Kapasite sorununa da elden geldiğince yerden göğe kadar saygılıyım… Ne var ki mesele bir kurtlar sofrası! Durum, üzüm yemek meselesine dönüşecekse eğer, istediği kadar tarihten, tarihi kültür ve sanattan güçlü referanslarla kurgusuna devam etsin yazar; popüler kaygılara öncelik tanınacaksa tutmayacak o balçık!  Var olma cesareti var etme cesareti denginde olmalı; abartmadan, sapıtmadan, saptırmadan, çünkü her abartı, sapıtma veya saptırma bizi her zaman bir yeniliğe veya yaratıma götürmeyebilir.

Son olarak bu konu ile ilgili dikkatimi çeken bir süreçten bahsedeyim; hemen hemen bütün sıkı eserlerde ana işleyiş yolu yolculuktur. Tristram Shandy’de doğmamış bir bebeğin anne karnındaki yolculuğu, Ulysses’te Dublin sokakları yolculuğu, Mrs. Dalloway’da Londra caddeleri yolculuğu, Kapanda Üç Kaplan’da Havana eğlence barları yolculuğu… Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu’ da veya Tutunamayanlar’da bir yazarın kitap yazma yolculuğu veya kitapçı dükkanı yolculuğu… Yolculuk daha çok zihinseldir. Calvino, okurunu bir kitap okuma serüvenine davet ediyor. Oğuz Atay’ın daveti ise Don Kişot’un yazgısına benzer bir şekilde  (Oğuz Atay, iç ses karakterinin ismi olarak direkt Don Kişot’taki  Olriç karakterinin ismini kullanmıştır) hayatı bir türlü tutamayanların ve tutunamayanların yolculuğu… Ulysses’in Latincesi Homeros’un Odysseus’u dur; Ulysses’te Dublin’in sokaklarını detaylıca aşındırılır. Homeros’un Odysseus’u ise deniz aşırı ülkelerdeki fetih aşkı yolculuğudur. Asıl edebi yolculuk Homeros’tan daha da önce M.Ö yaklaşık 2800 yüzyıl önce Mezopotamya menşeli Uruk Kralı Gılgameş’in kötü karakter’ Humbaba’ yı öldürme niyeti yolculuğudur; Homeros, bu zihinsel yolculuğun Gılgameşten sonraki düğmesidir…

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl