Entelektüel” sözcüğü, biraz da aynı anda hem “Batılı” hem de “sofistike” tınlaması sayesinde olsa gerek, gedikli bir kader mahkumunun tespihini maharetle şaklatması gibi dilimizde evirip çevirmeyi sevdiğimiz bir kavram (Buradaki “sevdiğimiz” yükleminin gizli öznesi olan “biz”, “entelektüel” olma, ya da en azından “entelektüel uğraşlarla haşır neşir olma” iddiasındaki kişilere denk düşüyor). Ancak şu sözünü ettiğimiz “en azından entelektüel uğraşlarla haşır neşir olma” kapsamının dışında kalanlarca iğdiş edilerek “entel” olarak kısaltılmasından, üstüne bir de “dantel”le süslenip feminize edilmesinden de bir şeyi çok çok iyi anlıyoruz: “Entelektüel” kavramı “havas”ın dilini tatlandıran bir şekerleme olmanın çok çok ötesinde, (mikro ya da makro) belirli iktidarları oldukça korkutan da bir kavram.

Tam bu noktada bir durup düşünmek faydalı olur: Bir “kavram” neden korkutur? Özellikle de bu kavram – etimolojik kökeniyle bile – yalnızca düşünsel alanında olup biten şeylere işaret ediyorsa? Sahi; iktidar(lar) akledebilen, idrak edebilen birinden neden korkar? Akıl ve idrak süreçlerinin çıktıları nereye ve nasıl uzanır ki iktidar, elinde makas ve dantel, onu iğdiş etmeye uzanır? Burada iktidarı korkutan şey, entelektüel “çıktı”nın yalnızca ve yalnızca kendisi olmasa gerektir: “Çıktı” eldesi (velev ki bu “çıktı” bir sorudan türetilen yeni ve daha zor sorular olsun) entelektüel süreçlerin doğal sonucudur. Burada esas soru, bu çıktıların nereye ve nasıl uzandığı, daha da önemlisi uzanıp uzanmadığıdır.

Bu girizgah, Selçuk Orhan’ın geçtiğimiz hafta K24’te yayınlanan, “entelektüel”in (daha spesifik olarak, edebiyat entelektüelinin) Türkiye’deki güncel rolünü tartıştığı “Hiç Kimseye Gönderilmeyen Mektuplar” yazısına binaen yazıldı. Türkiye’de en iyi ihtimalle Yaban’dan beri tartışılan (ve aydınlardan başka kimsenin de pek umursamaması yüzünden kendi içinde bir paradoks barındıran) “aydın sorunu”na yapılan bu güncel katkı tartışılmayı hak ediyordu. Söz konusu yazısında Selçuk Orhan çok önemli bir noktaya değinerek günümüz entelektüelinin sergilediği aktivizmin “entelektüelin anlama, paylaşma ve tartışmaya açma çalışmasının değerini düşürdüğünü” iddia ediyordu.

Ne var ki yazı bu noktada bir genelleme hatasına düşüyor gibiydi. Günümüz entelektüelinin aktivizmi ile bir bütün olarak aktivizmin neler içerebileceği arasındaki açıyı kıyaslamaktansa, verili pratiği aktivizimin sınırı kabul ediyor ve buradan geri çekilmeyi öneriyordu. “Aktivistin cesareti karşısında reaksiyonunun düşünsel derinliğini sorgulamayı ayıp sayıyoruz,” diyordu örneğin, eylemin kurucu vasfını göz ardı edip onu bir “reaksiyona” indirgiyor, arzu edilen düşünsel derinliğin “kulaç atmadan” nasıl ölçüleceği sorusunuysa yanıtsız bırakıyordu.

Çünkü “aktivizm” verili bir anlamdan neşet etmez, aynı zamanda anlamı belirler de. Daha açık bir ifadeyle, entelektüelin bizatihi kendi “aktivist” pratiğiyle tamamlanmayan bir “anlama ve anlatma” süreci, neyin anlaşılmaya ve anlatılmaya değer olduğunu ve bu anlamın kiminle paylaşılıp tartışılacağını gözden kaçırarak akamete uğramaz mı? Lafı uzatmanın çok da manası yok: Marksistlerin insanları sıkma pahasına tekrardan vazgeçmeyeceği, fakat ısrarla yeniden ve yeniden unutulan 11. Tez’in bir “aforizma” olmaktan öte dahiyane bir metodolojik tespit olduğunu, pratik ile bağı kopan “yorum”un gerçekle bağını daha en başından kaybettiğini yeniden hatırlatmak gerekmiyor mu?

Orhan, aktivizmin düşünce karşısındaki sığlığını, yani “enine boyuna düşünülmemiş bir çeşit ‘gerilla’ eylemi” oluşunu şöyle açıklıyordu: “(Aktivizm) haklı bir gerekçeye tutunuyor, duygusal tonu yüksek, retorik bir reaksiyon yaratıyor.”

Tam manasıyla aktivizm ile yazarın verili kabul ettiği aktivizm arasındaki açıya dair kuşku burada ortaya çıkıyor: “Haklı bir gerekçeye tutunma”nın bir pratiği nasıl ve neden sakatladığı, eylem sahasına geçildiğinde duygusal tonun açmazlarının neler olduğu, hele hele “retoriğin” pratikle ne ilgisi olduğu anlaşılamıyor. Orhan “aktivizm” ile entelektüelin tweet atmak, bildiri imzalamak, röportaj vermek vb. sanatsal olmayan ancak yine de sözel düzeyde kalan, “beyanat”la kısıtlı bir pratiği kast ediyor olabilir mi? Sanki öyle görünüyor. Yoksa bir entelektüelin gerçekten sorumlu olduğu pratiğin, söz gelimi bir fabrika işgalinde sabahlamanın, sokak çocuklarıyla bir gün geçirmenin, bir kahvehane dolusu “yanlış bilinç” ile siyaset tartışmanın bu sayılan defolarla ne ilgisi olabilir ki?

Orhan’ın entelektüel aktivizminin sorunlarını tespit etmek için çok sınırlı bir alana bakmasından, diğer potansiyel aktivizm biçimleri herhangi sorun tespit edecek kadar dahi icra edilmediği için aktivizmin alanları olarak buralardan ümidini kestiği sonucunu çıkarabilir miyiz? Ve acaba esas sorun tam da bu olabilir mi? Yani Türkiye’de entelektüellerin pratikten kaçışının bizzat “entelektüel”i sorunsallaştırılanlara bile onun pratikteki sorumluluğundan ümidi kestirecek düzeye gelmesinde?

Bu anlamda Orhan’ın eleştirisini onaylayalım ve fakat tamamlayalım: Evet, günümüz entelektüelinin “aktivizm”i sorunludur, ancak yapılması gereken çağrı entelektüel alana geri çekilmesi değil, pratik alana doğru ileri atılması yönünde olmalıdır.

***

Entelektüeli bu sorumluluk alanlarına geri çekmek maalesef bugünden yarına olacak bir iş değil, bunun için elimizde bir sihirli değnek de yok. Yalnızca maddi güçlere inananlar olarak da zaten somut durum tespitimiz sihirli değneğe değil, “tesisatın komple değişmesine” ihtiyacımız olduğu yönündedir. Entelektüel alanda bu tesisatın işlerliğinin sigortasının “eleştiri” olduğu hususunda Selçuk Orhan’a katılıyoruz ve hem bu teşhisteki hem de ilgi alanlarındaki ortaklaşma neticesinde biz de “eleştiri sorunu”nun bir örneklemi olarak edebiyata eğilmeyi tercih ederiz.

Orhan’ın yazısı eleştirinin olmayışını üç kriz noktasına bağlıyor:

  1. Entelektüellerin yeterince düşünmemesi (“Entelektüel”in sözlük tanımından bile caymış entelektüeller)

  2. Düşünen entelektüellerin edebiyat çetelerince suikaste uğrama korkusu yaşaması

  3. Eleştirinin alıcısının (yeterli nitelikte) olmaması (Dolayısıyla, entelektüelin “sükut suikasti” korkusu yaşaması)

Ve bu olumsuz koşullar bir ortadan kalksa (yazısının başlığına da çıkarmasından da anlaşılacağı gibi) ideal olarak varsaydığı eleştiriye, yani “adresi belli olan” eleştirilerin yapıldığı bir edebiyat ortamına yakınsayabileceğimizi öngörüyor.

Ne var ki yazıdaki kısıtlı done (yani Irmak Zileli’nin Afili Filintalar eleştirisi ile Semih Gümüş’ün isim vermeden öykücülük eleştirmesi) bu tespitlerden yalnızca ilk ikisine işaret ediyor. Selçuk Orhan’a göre Irmak Zileli Afili Filintalar gibi beş benzemezin bir arada olduğu bir kadroyu isim vermeden homojen (ve üstelik yanlış kullanılan kavramlarla) bir eleştiriye tabi tutarak kendi eleştirisini boşa düşürmektedir, ha keza Semih Gümüş de bir eleştirisinde koskoca bir öykücü kuşağını aynı sepete atarak yine adressiz (ve yine yanlış anlaşılmış bir referansla) bir eleştiri sunarak beklentileri karşılaşmaktan uzak kalmaktadır. Orhan’a göre Zileli ve Gümüş (gibiler) böylece sorumluluktan kaçmış olmaktadır.

Peki, yazıda eleştiri dünyamızı kısır kılan üçüncü madde, yani eleştirmenin sessizlikle karşılanma korkusu neden tartışılmamıştır? Görülebileceği üzere ikinci ve üçüncü madde birbirini dışlamaktadır: Ya tepki almaktan korkarsınız, ya da tepkisizlikten. Dolayısıyla Zileli veya Gümüş’ün eleştirilerini “Ya eleştirimize ses veren olmazsa?” korkusuyla adressiz bıraktığını düşünmek abes kaçar. Bilakis, eğer adres verilseydi olumlu/olumsuz geri bildirim alabilirlerdi.

Burada, Orhan’ın üçüncü maddesindeki “korku” öğesi eleştirmene işaret etse de, “sessizlik” suçunun faili olarak eleştirinin alıcısını işaret ettiğini görmek gerekir. Orhan, eleştirmen “Ben buradayım sevgili okur, ya sen neredesin?” diye sorduğunda ses veren bir “entelektüel okur” profili hayal eder. Öyleyse soruyu Orhan’ın metninin kendisine yöneltelim ve eleştirinin eleştirisine girişmiş bir ideal eleştiri okuru olarak “ses”ini soruşturalım:

Metin, bugünün pespaye durumunu “edebiyat dergiciliğini otoriter bir tekelcilik olarak dönüştüren süreç”le birlikte okuyup okuyamayacağımı soruyor. Edebiyat dergiciliğinde otoriterlik ve tekelcilik mi? Kim bu otoriter(ler) ve tekelci(ler)? Bu adresleri bilmezsek, ideal eleştiriyi arayacağımız kaynağı neye göre seçeceğiz?

Buradan hareketle aklımıza yeni ve çok haklı bir soru gelsin: Zileli ve Gümüş’ün eleştirilerinin, Türkiye’de eleştirinin genel durumunu layıkıyla yansıttığını tam olarak nereden biliyoruz? Orhan’ın “eleştiri”yi arayış ve bulamayış hikayesi, eleştirisine konu ettiği Semih Gümüş’ün iyi öykücülüğü arayıp bulamama hikayesini andırmıyor mu biraz? Zira mesele isim vermekse, Selçuk Orhan’ın kendisinin de yazıda belirttiği gibi, Semih Gümüş de kendi metninde birtakım isimler veriyordu. Orhan’ın da Zileli ve Gümüş isimlerini vermesinden tatmin olmalı mıyız? Zileli’nin bir mikro-blog sitesi olan twitter hesabındaki yorumlarını teknik olarak eleştirinin içinde saydığına göre Orhan’ın eleştiri için mutlaka akademik mecralara ya da edebiyat dergilerine vb. bakmadığını, eleştirinin izinin okurun metni belirli bir nitelikte ele aldığı her mecrada sürülebileceğini düşündüğünü anlayabiliyoruz. Öyleyse insan merak etmiyor değil: Selçuk Orhan nitelikli eleştirinin olmadığı (daha doğrusu Zileli ve Gümüş ne kadar nitelikli yapıyorsa, o kadar olduğu) kanaatine Eleştirel Kültür’ü, Yeni Gelen’i, Yeni E’yi, Sanat ve Hayat’ı, Birikim’i, Sancı’yı, Duvar’ı tarayarak mı varmıştır (Nispeten daha az etki alanı olan fanzinleri, internet dergilerini ve okurların kendilerine ait bireysel blogları saymıyorum bile)? Şayet bu taramayı yaptıysa, neden yazısındaki örnekleri popüler bir yazarın twitter hesabından ve “tekelci edebiyat dergiciliği” ithamına muhatap olabilecek olan Semih Gümüş’ten yaptığı alıntılarla sınırlı tutmuştur? Şayet yapmadıysa, Selçuk Orhan yokluğundan yakındığı iyi eleştiriyi aktif olarak aradığına sahiden inanıyor mu?

Buradaki eleştiri Selçuk Orhan’ın şahsına yönelik değildir. Eleştiri, “entelektüel”ler aktivizmden geri çekilip kendi üretim alanına yoğunlaşmaya davet edilirken entelektüellerin ve de eleştirel okurun işe edebiyattaki “otoriterlik ve tekelcilik”le mücadeleden başlaması gerektiğinin kaçırılıyor olmasınadır. Otoriterlerden ve tekelcilerden otoriter ve tekelci olmamalarını rica ederek kazanım elde edildiği görülmemiş olması ayrı konu; fakat hiç olmazsa otoriterlerin ve tekelcilerin “adreslerini” vermeyecek ve onlarla nasıl mücadele edeceğini tartışmaya açmayacaksa, bir entelektüelin görevini gerçekten yerine getirdiğinden söz edilebilir mi?