Eleştiri tanıştırır

2 Temmuz 1993 tarihinde bu ülkenin yurttaşları; yurdum dedikleri Anadolu’da bulunan tarihi bir kentte, Sivas’ta, büyük bir kıyıma tanıklık etti. İsyankâr halk ozanı Pir Sultan Abdal’ı anma etkinlikleri kapsamında kentte bulanan aydın ve sanatçılar, bu ülkenin kuruluşundan beri eksik olmayan dinci gericiliğin nefretiyle öldürüldü. Tam 33 insan, büyük bir dinci kitle tarafından kıstırıldıkları otelde, dünyanın gözlerinin önünde yakıldı. 25 yıldır her yıl bu kıyımın, ülkenin kılcal damarlarına kadar açtığı yarayı konuşuyor, toplumsal, tarihsel, simgesel boyutunu anlamaya çalışıyoruz. O kadar insan ve insanlığın kültürel birikimiyle hemhal olmuş bir coğrafyanın ortak olduğu bu yangın, günümüze kadar gelen ve bir daha kapanmayacak bölünme olarak yer etti. Bu kıyımdan hiçbir pişmanlık duymayan, doğru dürüst yargılanmayan suçluların avukatları, dünya görüşlerinin paydaşları siyasal iktidarı ele geçirdi. Bu; yakılanların temsil ettiği veya daha doğru bir ifadeyle, o insanların dünyasını kendilerine yakın hisseden insanların yaşadığı acının toplum büyük bir bölümünce paylaşılmadığı anlamına da geliyordu; çünkü bu acıyı “bir kalkışma” olarak gören İslamcılığın değişik bir kisveyle iktidara taşınmasına destek olunmuştu. Bunun yol açtığı yıkıcı sonuçları ülkece hâlâ yaşıyoruz. Onun için Sivas kıyımı; kapanmayan, kapanmayacak bir yara; sönmeyecek bir yangındır, diyoruz.

Bu kıyımda öldürülen insanların hemen hepsinin ülkenin sanatçıları ve kültür insanları olduğu gerçeğiyse bu yangının bambaşka bir yüzünü gösteriyor bize; o da Türkiye’nin kültür ve sanat dünyasında yarattığı yıkım.

1990’ların başları zaten dünyanın altüst olduğu dönemin başlangıcıydı. Sovyetler Birliği dağılmış, Doğu Bloku çökmüş, sosyalizm iflasını, kapitalizm zaferini ilan etmiş, 60’lardan başlayarak gelen ilerici ve devrimci rüzgâr seksenlerin sonlarında susmuş, doksanların başındaysa sönmüştü. Sivas’ta yakılan ilerici sanatçıların şairi, müzisyeni, eleştirmeni, çizeri bu dünya görüşünü paylaşan, onu üreten ve ortak olan alanlarının da öncü insanlarıydı. Sosyalist kültür ve dünyasının kültürel yıkımına gösterecekleri tepki önemli olacaktı.

Bir yandan da, bugün bütün gelişimiyle, boyutlarıyla içinde yaşadığımız sanal dünya, internet yeni yeni ortaya çıkıyordu. Bu “iletişim devrimi” küresel piyasaların para hareketlerinin hızı için yararlı bir araç olduğu kadar, başta “eleştiri” olmak üzere, bütün yazının, sanatın dilini değiştirecek, piyasa koşullarını hallaç pamuğu gibi atacaktı. Seksenlerin ortalarında dindiğini söylediğimiz ilerici rüzgârın yerine birkaç yıldır Batı sosyal bilim kürsüleri, “internet” ve küreselleşmeyle koşut onun ideolojisini hazırlamaya başlamıştı: Postmodernizm. Aydınlanmanın “totoliter iktidarı”, sorgulanıyor, ilerleyen tarih anlayışı terk ediliyor, Sivas’ta insanları yakan “din ve mezhep” bilgi kaynağı olarak itibar görüyor, bilimin paradigması baskıcı ilan ediliyor, sanat melezleşiyor, çökkültürlü etnik güzelleme liberal sanat piyasasına hâkim olurken “sınıf” büyük yenilgisiyle baş başa bırakılıyordu. Sanatın tek hâkim dili piyasa oluyor; çoksatar olmak, popülerlik, yıvış yıvış bir eklektizm, cehalet övgüsü, evrensellik karşısında yerellik, “yeni dönemin” post-sosyalizm sonrası dünyanın sanat dilinin kavram setlerini oluşturuyordu.

Eleştiriyse kısaca özetlediğimiz bu koşullarda Perestroyka’ya (Mihail Gorbaçov’un Sovyetlerin yıkımıyla sonuçlanan yeniden yapılanma siyasetine verilen ad.) tabi tutuluyordu. Onun görevi sanat eserlerinin piyasada pazarlanmasını kolaylaştırmaktı. Eleştirinin yapısal tartışmaları bile artık geride kalmıştı. “Eleştiri eserden önce midir, sonra mıdır” gibi tartışmaların (Eleştiri eserden sonradır, metin üzerine bir metindir, ama arada sırada da olsa getirdiği eleştirilerle yol gösterici ve sanatçı için ufuk açıcı bir rol oynadığında eserden öncedir.) bir değeri yoktu. Eleştirmen artık bir “estetik yönetici”ydi. Postmodernizm modern sanatın “seçkinciliğini, öncülüğünü” yıkıyordu, ama kendi sanatçılarına piyasa koşullarını, paranın yolunu açan eleştirmen istiyordu. Eleştiride “yöntem” değil “eklektizm” hâkimdi. Eseri, yapısalcı, Marksist estetik yöntemlerle çözümlemek ne demekti! Artık bunlara gerek yoktu. Sonuçta eser de bir metaydı ve bir meta gibi değişim değeriyle işlem görmeliydi. Sanat borsaydı, borsa da sanat. Eleştirmenin “sanat ve sanatçı” yönündeki kaygısı bir değer taşımıyordu.

İşte bu dönemin şafağında, yani 1990’ların başında Sivas’ta yakılan sanatçı ve aydınlar arasında eleştirinin karıncası Asım Bezirci de vardı. O, 1961 yılında şu satırları yazmıştı: “… Son zamanlara değin yazdıklarımı gözden geçirince üzülerek, şaşırarak şunu gördüm: Yıllarca ben kitlelerden çok aydınlar için yazmışım! 1955’lerden beri dergilerde, kitaplarda çoğunlukla sayılı edebiyatsever aydınları ilgilendiren konuları genellikle onların anlayabileceği bir biçimde ele almışım. Gerçi sözü edilen konuları bilimsel sosyalizmin ışığı altında aydınlatmaya, edebiyat alanındaki biçimci, bireyci, gerici davranışlar ile sapmaları, yanılgıları eleştirmeye; elimden geldiğince açık, yalın, duru bir anlatım kurmaya çalışmışım. Fakat yazdıklarımı işçiler de yeterince anlar mı, sever mi, önemser mi diye kaygılanmamışım. Şimdi kaygılanıyorum. Artık kendimi değiştirmek, aşmak istiyorum. Birkaç aydır başka türlü yazmayı deniyorum. …” (Halk ve Sosyalizm İçin Kültür ve Edebiyat, s. 14) Bu satırları yazan bir eleştirmen olarak özetlediğimiz koşullar içinde yaşamdan koparılmış olmasının insani boyutu yanında, düşünsel boyutu da daha büyük bir acı veriyor insana. Asım Bezirci “estetik yönetici, piyasa oluşturucu yayınevi danışmanı” olmayacaktı kuşkusuz.

Kuşaktaşı ve sanata yaklaşımları farklı, eleştiri yöntemleri tabana tabana zıt Tahsin Yücel eleştirinin işlevini şöyle tanımlıyor örneğin: “[B]ir konuşmamda eleştiri ‘tanıştırır’, tanıtıysa (reklam) yalnızca ‘tanıtmakla’ kalır demiştim. Yazık ki, günümüz dünyasında yalnızca tanıtmakla kalmıyor tanıtı, dokunduğu her şeyi bir tüketim nesnesine dönüştürüyor. Gerçek yazın yapıtıysa tüketim nesnesi değildir, tüketilmez varlığımıza eklenir.” (İnsan Yazdığı Şeydir, s. 189) Asım Bezirci’yse eleştiri için şunları söylüyor bir polemik yazısında: “Okurlara ulaşmayan eser tam varlaşmış sayılamaz. Bu ulaşmada eleştirmene de bir pay düşer. Eleştirmen eseri inceleyip değerlendirir. Dolayısıyla, onun anlaşılmasına, tanınmasına yardım eder. Eserle çevre arasında bağ kurar. Bu bağın bir yanı da yazara dayanır: Eleştirmen eseri yargılamakla yazarı da yargılamış olur. Başka bir deyişle eseri yazarına bağlar. Çünkü, yayımlandıktan sonra, eseri uzaklaşır yazarından. Yabancı bir ülke olur giderek. Bu ülkeyi okur gibi yazara da tanıtmak eleştirmene vergidir.” (Çok Kapılı Oda, s. 193) Bezirci tıpkı Yücel gibi eleştirinin “tanıtmadığı, tanıtamayacağını, tanıştıracağını” vurguluyor. Bu iki eleştirmenin bugünkü piyasa sanat koşullarının “estetik yöneticisi” olabileceğini söyleyebilir miyiz? Elbette hayır.

Neden öznel, eleştiri nesnel

Asım Bezirci, bir eleştirmenin nitelikleri şöyle sıralıyor: “[E]leştirmenin bir bilgin gibi kültürlü, bir yargıç gibi nesnel, bir aşık gibi sanata tutkun, Don Kişot gibi yürekli ve hepsinin üstünde, bir sanatçı gibi duyarlıklı, sezgili, sağbeğenili olması gerekiyor.” (Çok Kapılı Oda, s. 191) Onun eleştiri yazmaya başladığı 1950’li yılları ve arkasından gelen sınıf mücadelesinin en yüksek seviyesine ulaştığı dönemi düşünürsek bu nitelikleri sıralamasının normal olduğunu görürüz. Ellili yıllardan itibaren öznel-izlenimci eleştiri karşısında kurmaya çalıştığı nesnel eleştiri anlayışının ilkeleri bunları gerektiriyordu. 50’li yılların ortasında Birinci ve İkinci Yeni’yle giriştiği tartışma için Don Kişot gibi yürekli olmalıydı; çünkü o döneme kadar Nurullah Ataç’ın öncülüğünü yaptığı bir eleştiri anlayışı hâkimdi ve sanatçılar ve okurlar da bu koşullanmanın etkisi altındaydı. O öznel-izlenimci eleştirinin çok kolaycı hata yapabildiğini, eseri haksız yere mahkûm edebildiğini söylerken kendisinin nesnel eleştiriyi kurmaya çalışmasındaki en büyük nedeninse bir çeşit kişisel “ahlak” olduğunu vurgular: “Benim nesnelliğe bağlanışım daha çok öznel sebeplerden geliyor. Bunda bilime bağlılığımın yanı sıra, aşırı denecek bir kişiye saygı ve sevgi var. Bu nitelik, bir çeşit haksızlık yapma korkusu (hatta karmaşası, complex’i) ve sorumluluk duygusu yaratıyor bende. Onun için yargılarımı vermezden önce, uzun boylu çalışıyorum. Kılı kırk yararcasına araştırmalara giriyorum. (…) Sonra sanatçıyı diyalektik bir anlayışla ve bütüncül bir görüşle kavramaya çalışıyorum.” (Çok Kapılı Oda, s. 190) Bu ahlakın, bugünün post-liberal piyasa ahlakıyla bir ilintisi olabilir mi? Bezirci’nin nesnel-eleştirisinin arkasında 60 ve 70’li yılların güçlü toplumcu gerçekçi, sosyalist yükselişinin olduğunu söylemek gerekse de tek nedenin bu olduğunu söylemek doğru değil bu yüzden. O, haksızlık yapmaktan korkan, emeğe saygılı bir ahlakın insanı her şeyden önce.

Sivas’ta yitirişimizden sonra meydanın ne kadar boş kaldığını gördük. Öznel-izlenimci ve eklektik bir eleştiri tekrar hâkim oldu ve son yirmi yılda da postmodern kişiliksizliği de giyinerek bugüne kadar devam etti.

Yapısalcı eleştiri-nesnel eleştiri

Nesnel -Marksist- eleştirinin niteliklerini -daha önce değindiğimiz- belki tam karşıtında sayılabilecek “yapısalcı” eleştirinin bazı ilkeleriyle örneklemek doğru olacak. Bunun için Tahsin Yücel şunları söylüyor:

-Ele alınan nesnenin ‘kendi başına’ ve ‘kendisi için’ incelenmesi,

– Nesnenin kendi öğeleri arasındaki bağlantılardan oluşan bir ‘dizge’ olarak ele alınması,

– Nesnenin ‘kendi başına ve kendi kendisi için’ incelenmesinin sonucu olarak ‘doğa ötesel’ değil, ‘özdekçi’ bir tutum izlenmesi…” (İnsan Yazdığı Şeydir, s. 236) …

Birçok ölçüt daha var, ancak bu kadarı da yeterli. Marksist eleştirmen ve eleştiri için de şöyle söylemiş Yücel: “İnsanı ve yapıtı sınıf kavgasının ayrımlandırdığı çerçeveye oturtmak gerekir. (Marksist eleştirmenleri kastederek) [B]unu yapmaya çalışır, birer çözümleyici olmakla yetinmez, aynı zamanda birer yol gösterici olmak ister, bir başka deyişle yalnızca yazınla toplum arasındaki ilişkiyi incelemekle kalmaz, aynı zaman bugünün toplumunda hem gelecekteki ‘sınıfsız’ toplumda bu ilişkilerin ne olması gerektiği konusunda açıkça belirlenmiş belirlenmiş görüşler ortaya koyar.” (Tahsin Yücel, Eleştiri Kuramları, s. 52-53)

Görüldüğü gibi “yapıtın” kendi başına ve kendi kendisi için incelenmesi Marksist yani nesnel eleştiriye göre mümkün değildir. Bezirci’ye göre de bir eseri, sanatçıyı değerlendirirken, “[E]stetik çözümlemeyle yetinmemek gerekir. Bunu toplum bilimsel çözümlemeyle tamamlamak, sanatçıyı tarihsel ve kültürel evrim içindeki yerine oturtmak gerek”iyor. (Çok Kapılı Oda, s. 13) Evet, yükselen sınıf mücadelesi, tarihsel arka plan Asım Bezirci’nin nesnel eleştirisini oluşturmasında etkendir, ama sadece o değil demiş ve karakterinin önemini vurgulamıştık. Etken olmadığını, 1977 yılında -yani sol rüzgârların fırtınaya dönüştüğü yılda- yazdığını görüyoruz: “1977 yılındaki önemli işçi olaylarının (…) edebiyatımızda pek az yankı bulması bunun kanıtıdır. (…) Grevin (MESS grevini kast ediyor) getirdiği zengin verileri geçicideki sürekliliği yakalayarak, bugünü yarına bağlayarak edebiyat alanında biçimlendiren kimse görülmüyor.” (Çok Kapılı Oda, s. 12)

Evet, kilit söz buradadır. “Geçicideki süreklilik.” Bu Marksist eleştirmenin yapıtta aradığı en önemli özelliklerden biridir; çünkü “güncel” içinde boğulup kalmaktan sanatçıyı bu ilke kurtaracaktır. Peki sanatçı bunu nasıl fark edecektir: Elbette diyalektik düşünüş ve kavrayışla. Önce gündelik olanı, güncel olandan ayıracak ve güncel içinde tipik olanı seçmesini bilecektir. “Tipik” tarihsel uzam içinde, toplumsal evrimle ortaya çıkmış ve sanatçının sanatı yaptığı güne gelmiş “sürekliliktir.” Olguda takılıp kalmayacak onu geleceğe de uzatmasını bilecektir. Böylece Asım Bezirci’nin bir yapıtta çok önem verdiği özellik gerçekleşecektir: Bütünlük. Bir sanat yapıtı ona göre bütün bu unsurları barındırıyorsa ancak “bütün” olabilir, eleştirmende bu “bütün”lüğün kotarılıp kotarılamadığını nesnel bir şekilde saptamakla yükümlüdür.

Tarih ve teori işini yapmaya devam eder

Bugün bir yapıtı değerlendirirken bütün bu ilkelerin geçerliğini yitirdiğini söyleyemeyeceğimiz açıkça görülüyor. Arkasında toplumsal sol direniş, işçi sınıfının şimdilik gözükmeyen mücadelesi, yaşayan bir sosyalist pratik yok diye bu ilkeler geri plana atılabilir mi? Hayır. Sosyalist düşünüş ve teori tarihsel süreç içinde illa toplumsal katmanlarla buluşacak diye bir şart bulunmuyor. Bugün gerçekten Asım Bezirci’nin yazdığı zamanlardan çok daha başka bir zamanlarda mıyız, yoksa o geçicilik içindeki süreklilik hâlâ sürüyor mu? Sanat yapıtı içine doğduğu toplumsal ortamı yansıtıp “aşarak” ilerlemesini sürdürecek gücü kendinde buluyor mu? Buluyorsa Marksist eleştirinin de işini yapmasını engelleyecek bir neden bulunmuyor demektir. Edebiyatımız kolaycı, yalap şalap, estetikten ve bütünlükten uzak, sığ şiirler, romanlar, öykülerle yıvış yıvış dolmuşsa nesnel eleştirinin yapacak çok işi var demektir.

1950’lerde Asım Bezirci nasıl öznel ve izlenimsel eleştiriden bunalmışsa bugün biz de yine öznel-izlenimsel ve bunlara ek olarak piyasacı, şirketçi, işbirlikçi, klanist, bir sanat ve eleştiriyle bunaltılmış durumdayız. Sorumluluğumuz Asım Bezirci’nin mirasını da “aşarak” ilerleyebilmekte. Bugün burada olsaydı, bunu bizden isterdi kuşkusuz.