Ana Sayfa Litera Abdulrazak Gurnah-Elveda Zanzibar: Sürgünün ve İmkânsız Aşkın Masalı

Abdulrazak Gurnah-Elveda Zanzibar: Sürgünün ve İmkânsız Aşkın Masalı

Abdulrazak Gurnah-Elveda Zanzibar: Sürgünün ve İmkânsız Aşkın Masalı

Tanzanyalı yazar Abdul Rezzak Gurnah, “Elveda Zanzibar” adlı romanıyla, birkaç gün önce, Nobel edebiyat ödülüne layık görüldü.

1948’de Zanzibar’da doğan Gurnah’ın gösterişli freskleri andıran yapıtları küçük Parisli yayınevlerinin özverili çalışmaları olmasaydı, belki de gün yüzüne çıkmayacaktı.

Elveda Zanzibar da, doğru zamanda veya uygun bir siyasi iklimde yayınlanmamış olması yüzünden edebi önemi gözden kaçırılan bir yapıttı.

Mesela Booker Ödülü jürisi tarafından 1994’te yılın romanı seçilen “Paradis” adlı yapıtı, bu fedakâr yayınevi çalışması aracılığıyla keşfedilme olanağı yakaladı.

Şimdiye kadar, Manş’ın diğer yakasındaki, imparatorluk tarihine yoğun bir apoloji şeklinde yazılmış romanların dışında, post sömürgeci çağın kodlarını deşifre eden çok fazla yazar kalmamıştı.

Birleşik Krallığın edebiyat severleri, Londra’nın ünlü Hint bölgesi Brixton ya da East End mahallesinde konuşlanmış olanların abartılı duygusallıkla dolu hafif ve iddiasız çalışmalarını tercih ededursun, Gurnah, Elveda Zanzibar ile bu edebi ezberi bozmayı başardı.

Gurnah ile, emperyal dönemin sona ermesine rağmen, sürgünün ve aşkın bir türlü soğumayan küllerini kalemiyle deşen bir fenomenle karşı karşıya bulunuyoruz.

Bu romanın, mevcut dünyayı, onun akan sınırları ile en derin kaygılarını çalkaladığını söylemek mümkündür.

Swahili efsaneleriyle hışırtılı, büyüleyici bir dille anlatılan ve Afrika Doğusunun sömürge tarihinin derinliklerine kök salmış Gurnah’ın hikayeleri, otobiyografik bir iç gözlemin dolayımında, dramatik insanlık halleri üzerine meditasyon ile ayrılık acılarının keşfi arasında gidip gelen bir yapı arz ederler.

Elveda Zanzibar, aşk, ihanet, sürgün, terk ediliş, firar, intikam ve sorunlu hafıza tematiğinden oluşan, Fransız keki “bin yaprak”ı (mille-feuille) çağrıştıran, çok katmanlı bir edebi deneyim sunuyor.

Okuyucu, daha ilk birkaç sayfadan itibaren, İngiliz maceracısı Martin Pearce ile genç ve güzel sevgilisi Zanzibarlı Rehana arasındaki, eski moda bir romantizmin karakterize ettiği, yasak aşkın kıvrımları arasında kaybolur.

Ağzına yayılan kışkırtıcı gülümsemesi sırasında, onu zevk spazmlarıyla öperdi Martin. Öpüşürken yüzü bir sürü ayrıntıya boğulurdu. Gözlerindeki ışık, ağzının şekli ve dudak kıyısında acısını belli eden o gülümseme, Martin’e o muhteşem anın dışında, her şeyin sonlu olduğu gerçeğini hatırlatırdı. Aşkla alevlenen o çok özel durumlarda, bazen anın uzayıp, zamanın, hatıraların kortejine kaçtığı olurdu. O anları hatırladığı sürece, ölmeyeceğini biliyordu Martin. Dudaklarının tadını ilk kez duyumsadığı, bir elinin ensesinde, diğerinin uyluklarında olduğu o anlar onu ölümsüz kılmıştı, biliyordu bunu.

Bu aşk, çağının sosyal genetiğiyle tepeden tırnağa ters bir aşktı. Çağının ruhuna uyumsuz, onun saldırılarına dayanmayacak kadar kırılganlıklar arz eden bir ilişkiydi bu. Çünkü, bir İngiliz’in, evin efendisinin kız kardeşine, çılgınca âşık olduğu bir durumdan söz ediyoruz.

Gurnah, yerli ve yabancı seslerin iç içe geçmesinden oluşan, şimdiki zamana kurulmuş veya son elli yılda ortaya çıkan şiddetli sarsıntıları, ipeksi kalemi ile yumuşatarak anlattı.

O, “kükürtlü” bir hikâyeyi, ipeksi bir kalemin mürekkebiyle, patlayıcı vasfından sıyırarak yazdı. Aşk ve tensellik meselesinin, zamanın sömürge toplumunda yarattığı yansımalarını, bu ilişkinin sebep olduğu şiddetli manevi ve fiziki sarsıntıları, tüylü kalemi içine emerek dindirmeyi başardı.

Okuyucu, bu tutkulu anlatım nedeniyle, Gurnah’ın çocukluğunun kıyılarını, “yaptırımsız” bir şekilde terk edemeyeceğini fark etti.

Buradaki edebi yaptırım, okuyucuyu girdabına çeken karanlık pathostur.

Üstüne sömürgeci geçmişin kötü mirası sinmiş Martin, mahallede adeta kaybolmuş beyaz bir adamdır. Aşk ve hırs hikayelerinin ve kesişen kaderlerin dolayımında şekil kazanan olay örgüsü, derinde siyasi bir ileti de barındırır.

Kısacası, bu hikayelerde dışarısı ve içerisi girifttir ve hiçbir zaman yapay olarak ayrılmaz. Sürgünün çağrısı, genellikle siyasi kaygılara bulanmış olarak seslenir okuyucuya,

Gerçi bu sürgün, aşırı dozda Veronal yutmaktan ölen Stefan Zweig’inki kadar siyasi değildir, ama çağrısı fazlasıyla samimidir.

Sürgün, ilk bakışta kurtuluşla eş anlamlıdır. Ancak ikinci, daha yakından bir bakış, onun gölgeli diğer yüzünü ortaya çıkarıp, yabancılığı, yalnızlığı, izolasyonu ve en çok bireyin içindeki kıyameti gösterir.

Gurnah’ın hikayeleri, 19. yüzyılın büyük Rus romanlarını andıran bir karakteristiğe sahiptir. Elveda Zanzibar, toplumsal gerçekçiliğin hayal kırıklıkları aracılığıyla bozguna uğratıldığı, melankolinin somutluk kazanmış hali bir eserdir.

Zanzibar adası, çok uzak olmayan başkent Dar-es-Salem, Nairobi ve Mombasa gibi bölgesel metropollerin kapısında, içinde Siyahilerin, Arapların, İngilizlerin ve hatta Hintlilerin yaşadığı kozmopolit, heterojen bir dünyadır.

Çok uzakta olmasına rağmen Londra da, kolonyal geçmiş nedeniyle, varlığı hissedilen bir şehirdir.

Elveda Zanzibar, Martin ve Rehana, Amin ve Jamila, Rashid ve Barbara’nın imkansız aşklarının ve yanılsamalarının hikayesidir. Siyah ya da beyaz, Hint ya da Arap, Hıristiyan ya da Müslüman olduklarına bakılmaksızın bu insan ilişkileri, Zanzibar’dan Londra’ya, bir yığın yasak aşk, kırık hafıza ve sürgün hikayeleri dokurlar.

Elveda Zanzibar, içinde Rehana’nın efsanevi kaderinin yankılandığı, ayrılık ve hayal kırıklarıyla büyüsü bozulmuş bir masal niteliğindedir.

Şiirsel ve çağrıştırıcı bir anlatı gücüyle taşınan insan hal ve şeraitleri, umutsuzluk değilse de bazen yadsınamaz hayal kırıklıkları yansıtırlar.

Okuyucu, sarmaşığı andıran karakter arzının ve ayrıntıların içinde, zaman zaman kaybolduğunu hisseder.

Metnin içinde kaybolma hissi, okuyucunun, belki de, Rehana’nın kaliteli bir eğitime erişme çabalarına, Amin ve Rashid kardeşlerin kendi aşk hikayelerine, Londra’ya yolculuklarına vs. gibi, onların bazen gereksiz detaylandırılan hayat serüvenlerine, okumaları sırasında çok fazla yatırım yapması yüzündendir.

Hikâyenin aksiyonunu zamanın içine yerleştirmek de uzun sürüyor. Hikâyenin zamanının belirsizliği, yazarın kasıtlı bir gizem ve entrika yaratmaya yönelik bir çabası da olabilir.

Gerçi ben, bir zaman penceresinin, 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın ortaları arasına aralanmış olduğunu apriori olarak biliyordum.

Anti sömürgeci mayalanmanın Afrika’da giderek daha şiddetli hale geldiği bir çağın başlangıcında bulunuyoruz. Anti sömürgeci bir entelektüel yeniden gruplaşma akışa girmektedir.

Bu çağ, insanlığın, adeta sanayi devriminin başarıları altında ezildiği ve herkesin, terk edilişin ve sürgünün yanında, kendisiyle baş edebilmek için güç toplamak zorunda kaldığı bir döneme karşılık geliyor.

19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçiş, Afrika için çok önemli bir saattir ve dramatik yoğunluğu bakımından, iki dünya savaşı sonrası Avrupa’sıyla kıyaslanabilecek kertededir.

Ancak, romanda, tarihsel anıştırma ve paralellikler, post kolonyal Şimdi’ye çok fazla itibar gösteren olay örgüsünün hizmetine sokuluyor. Gurnah, dünyanın altüst oluş süreçlerinde, anlatının şimdisinde ısrar ediyor.

Yıl 1899. Zanzibar’ın yerli mahallesinden bir tüccar olan Hassanali, aynı zamanda müezzindir. Her sabah olduğu gibi ezanı okurken, secdeye durmuş hasta, beyaz bir adamı fark eder.

Şafakta bir hayaleti andıran bu beyaz adam mahallede ne yapmaktadır? Gerçi, ilk karşılaşmaları yarattığı gibi, ayrılıkları ve sürgünleri de doğuran kader her yerdedir, ama hiçbir zaman tesadüfi değildir ve en beklenmedik olaylar bile, metafizik bir plan ve hikmet içerirler. Çünkü Tanrı hiçbir şeyi şansa bırakmaz!

Gerçi, bu metafizik bir plan olmaktan çok, Gurnah eliyle inşa edilen ve hikâyenin olay örgüsünün çatısını kuran bir plandır.

Tüccar Hassalani, kocası tarafından terk edilen, kız kardeşi ile birlikte yaşamaktadır. Bu kadın, Hassalani’nin acıyarak yanına aldığı Martin Pearce’ı tutkuyla sevecek olan Rehana’dan başkası değildir.

Gurnah bu aşk hikayesini bir doğu masalı tadında anlatır. Zamanın sömürge ve ataerkil toplumundaki yansımalarından daha sıyrılmaya fırsat bulmadan, okuyucu kendini Pearce-Rehana çiftinin kızı Jamila ile devam edecek olan hayat serüveniyle karşı karşıya bulur.

Elveda Zanzibar’ın, “Sürgün” ya da “Terk Edil” şeklinde tercüme edilen İngilizce adı “Desertion”, olay örgüsünün akışı içinde bir dizi terkedilmeye, sürgüne ve “çölleşmeye” dair tanıklıklara karşılık gelir.

Anahtar kavram “Sürgün”, protagonistleri için emsalsiz bir öz ve manevi cevher kaybı anlamına geliyor.

Terk edilişin etrafında oluşan şey, ruhsal sefaleti ve öz kaybını görünür kılan bir labirenttir.

Martin Pearce, kızı Jamila’ya hamile olan sevgilisini aniden terk edip, bir kucak dolusu söylentiyi peşinden sürükleyerek, kalın sislerinde kaybolmak üzere, memleketi İngiltere’ye geri döner.

Pearce’in ani gidişi, Rehana’nın en büyük kişisel felaketinin başladığı güne tekabül eder.

Başta, Hindistan’a giden ilk kocasının ve ardından onu dönüşün belirsizliği içinde bırakıp giden sevgilisi Pearce’in firarları, Rehana’nın yaşadığı toplumun geleneksel muhafazakâr kodlarıyla mücadelesini boşa çıkarır.

Bir yandan kolonyal miras öte yandan yerel feodalizmin canice fanatizmi, yazarın karşı çıkmak istediği karşıt kutuplar olarak hikâyede yer alırlar. İmkânsız aşk, manevi bir doktrin olarak anlatıda yer alırken, sürgünü ve firarı doğuran sosyal alt yapı fazlaca sorgulanmaz.

Kent Üniversitesi’nde post kolonyal edebiyat ve teori dersleri veren Abdulrazak Gurnah gibi, öykünün baş anlatıcısı Raşit de, İngiltere’ye gitmek için Zanzibar adasını terk eder. Bu gidişler, otobiyografik nitelikte “firar” portreleriyle çağrışım köprüleri kurarken, yazarının manevi saatinin iç işleyişine dair açıklayıcı bilgiler de sunarlar.

Yazar, okuyucuyu, kokular, gürültüler, kesişen sesler ve inançlar aracılığıyla Zanzibar şehrinin yerli mahallelerinin atmosferine sürüklerken, dramatik insan yazgıları etrafında bir olay örgüsü kurmaktadır.

Mahalle, sömürgecilere karşı hoşgörüsüzlükten tutun da, oradan Swahili efsanelerine, ataerki aile geleneklerine, ışıltılı yaşamlara, imkansız aşklara, ihanetlere ve kötücül kaderlere kadar uzanan bir sosyal bulamacı içinde barındıran, neredeyse bir Antik Yunan tragedyasının topografyasıdır.

Mahalle, diğer taraftan çocukluğumuzun mahallesini de çağrıştırır. Bu, yaşlı bilgelerin, sabahın ilerleyen saatlerinde ya da güneş en yakın evlerin arkasında kaybolurken, dükkânının önüne kurdukları iskemlelere oturmak için döndükleri tanıdık bir mekandır.

Bu, gün boyunca kayıtsız bir şekilde gölgeli bir yere göç eden ya da öğleden sonra dükkânın yakınında tekrar ortaya çıkmadan önce kahveye, sonra camiye giden yaşlı bilgelerin mahallesidir.

Bu, Jamila’nın babasının ya da dedelerimizin zamanından beri hep böyleydi. Yaşlı bilge adamlar, onlarla birlikte yaşlanan zamanın labirentlerinde adımlarını bir ileri bir geri sürüyerek birbirlerini takip ettiler, ancak o iskemleler hep yerinde kaldı ve sakinleri hiçbir zaman eksik olmadı.

Hikâye okuyucuyu hem uzak hem de yakın olan bir dünyaya taşırken, onu hâkim kültürle bir yüzleşmeye de zorlar.

Bu hikâye, ebeveynlerimiz Farida ve Amin’in, Jamila’nın, Martin’in müezzinin, kısacası, hepimizin hikayesi biraz da. Bu hikâyede bizden biri var. Bu kişi kâh vatanını terk etmiş bir mülteci kâh imkânsız aşkların kurbanı biri, kâh sosyal sınıfların, kastların ve inançların ayırdığı çiftlerin çocuğu biridir. Sömürgeleştirdikleri Afrika’da, onunla doku uyuşmazlığı içinde bir hayat süren, köklerinden koparılmış beyazların tepkilerini okurken kâh Pearce, ataerkil prangaları kırmak ve yasaklara karşı gelmek yüzünden kendi ülkelerinde sürgüne mahkûm kadınları okurken oluruz kâh Rehana oluruz.

Bu insanların hikayeleri, çeperde problematik bir tarihsel bağlam betimlemesinin yanında, merkezde, kolonyal çağın travmalarının, aslında insan ilişkilerinde, mikro düzeyde, sürdüğüne dair bir ileti taşırlar. Ve bizi ele geçirirken, zamanın kaprisleriyle birleşip, bizi sonsuza dek ortak bir kadere bağlarlar.

Sürgün boyunca, imkânsız aşklarla daha da derinleşen duygusal kopuşlar, ana vatanla bir tülü kurulamayan ses köprüleri olup, varoluşsal krizlere yol açar.

Anlatılan aslında, çocukluklarının büyüsünü hâlâ koruyan bir ülkeden uzaklaşarak hayatlarını sürgünde geçirmek zorunda olanların sürgünüdür. Uzun yıllar sonra, kaybedilen şeyin, dünya haritası üzerinde sınırlı bir toprak parçasından çok daha fazlası olduğunu keşfeden insanların sonsuz sürgünü…

Gurnah’ın romanı, ilginç keşifler eşliğinde okuyucuyu bir yolculuğa çıkarırken, satır aralarında gizlediği insan yazgıları insanı derin bir melankoliye sürükler.

Anlatıda söz konusu olan, hem kargaşa hem de kendini aşma ihtiyacı yaratan büyük şahsi keşiflerdir.

Bu açıdan, Gurnah’ı, belki de aşırı bir savla, melankolinin, sürgünün ve kendine yolculuğun militanı bir yazar olarak tanımlamak mümkündür.

Aşkın ve hoşgörünün üstünlüğü gibi hümanist değerlere olan şüphe götürmez bağlılığına ve bu asil niyetine rağmen, Gurnah, Elveda Zanzibar’da sürgünün ve ayrılığın nihai zaferini ilan ederek, kendi argümanlarını boşa çıkarıyor.

Bu hikayeler, yarım kalmış aşkların anlatılarıdır aynı zamanda. Aşk, burada, suyu en küçük gözeneklerimize nüfuz eden ve içinde adeta boğulduğumuz derin bir göldür; içine girsek bir türlü, girmesek, sanki susuzluktan ya da delilikten ölecekmiş hissi uyandıran bir umman.

Sürgün, terk ediliş savrulma, sürükleniş ve kaybolma ile mühürlenen bir dünya çılgınlığında insanları saf aşka çağırmanın hâlâ bir anlamı var mıdır bilinmez. Firar kalbin seslerini susturup, onu kırbaçlarken, mutlu aşkın acaba insan yazgılarında hala yeri var mıdır?

Elveda Zanzibar, yüce ve ulvi aşk fikrinin yenildiğini gözümüze sokan bir masal. Bu masal, insanı, zımni olarak gözden kaçırılan, kötücül bir tarihin orta yerinde, aşksız ve yarınsız bırakıyor.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl