İntro

 “Yeme isteği olmadan sevmek, anoreksik bir durum olsa gerektir.”

Jacques Derrida

 

Et insan ruhunun kabuğu ya da örtüsüdür ve insanın et ile ilgili problemi tarih boyunca çözülememiştir. Başkasının etini yeme hasreti; doymak bilmez şehvetin son durağı ya da ötekinin meziyetlerinin iliğine dek sindirilerek sömürgeleştirilmesi imgelerinde sürekli dirilir.

 

George Bataille, Dali resmindeki “göz” imgesini üzerine çözümleme yaparken “yamyam yemişi” ifadesini kullanır ve kuşkusuz Bataille da bu zevkin sadece ilkel topluluklar ile sınırlı olmadığının farkındadır. Şehvet ve onu besleyen insan ruhunun karanlık köşelerinde boy veren tatmini imkânsız kalan bazı eğilimler (hırs, kıskançlık, sahip olma, yok etme), kolektif hafızamızda sürekli yinelenen yamyamlık imgesi üzerine düşünmek için oldukça geniş bir alan açarlar.

 

Yamyamlık insan türünün çok uzak geçmişine ait ve türün uygarlık öncesi vahşi karakterini anımsattığı için hatırlanmak istenmeyen bir pratiktir. Özellikle tek tanrılı dinlerin belirleyiciliğinde şekillenmiş insan uygarlığı kriterlerine göre insanın yemesi için doğada hayvanlar ve bitkiler vardır (doğa sebildir); artık insanın insanı yemesi kültürel ve moral değerler açısından asla onaylanamayacaktır.

 

Batı uygarlığının özel mülkiyet, devlet, toplum, din, aile üzerinden geliştirdiği ideoloji, perhiz ya da bir çeşit bastırma pratikleri üzerine şekillenir. İnsan toplulukları kendi kendilerine (tanrısız, efendisiz ve bürokrasisiz) bırakıldıklarında, bilinçdışlarında gizli en vahşi kodlar güncellenebilir; her an herkes birbirini kesecek, sikecek ya da yiyecek hale gelebilir. Zaten kamu, onun belirlediği aktöre, kurumlar, kanun, düzen ve polis devleti bu yüzden vardır.

 

Avrupa merkezli uygarlık Aydınlama Çağına paralel gelişen kolonyalist politikalar ile dünyanın uzak köşelerinde yaşayan vahşi halkları uygarlaştırma(?) girişimlerinde bulunur. Afrika savanalarında ya da Latin Amerika’nın yaban nehirleri boylarında yaşayan batı medeniyeti kıstaslarına göre insan sayılmayan halklar arasında süre giden yamyamlık eğilimlerine dair söylenceler sömürgeleştirme politikalarına paralel olarak anlatıla gelmiştir. Batı medeniyeti sömürgeleştirilen toprakları önce kılıçla, tecavüzle, talanla uygarlaştırmıştır; ardından bu yaban toplulukların adetlerini psikanaliz ya da antropoloji için birer araştırma sahasına çevirmiştir.

 

Tüm ilerlemeci söylemlerine rağmen uygarlığın; kültür, bilim ya da teknoloji de kat ettiği gelişmelerin insan tininde bir tür olgunlaşma ya da bilgelik yarattığını iddia etmek imkânsızdır. İnsan doğası hala taş ile avlanan ve gece mağarada saklanan atalarının eğilimlerini sürdürmektedir. Modern kent hayatı, teknoloji ve tüketim toplumunun rehavetinde gizlenen vahşiliği gündelik hayatın akışında işlenen vahşi lokal suçlarda ya da savaş (ya da iç savaş) adını verdiğimiz total vahşette yeniden ve yeniden gün ışığına çıkmaktadır.

 

Uygarlık tarihi aynı zamanda Neron’dan Kazıklı Voyvoda’ya, Caligua’dan Polpot’a insana vahşet uygulayan iktidarların tarihidir.

 

Kapanmayan Vahşet Sergileri

 

Özellikle 2. Dünya Savaşının toplu imha, soykırım ve toplama kampı gerçeklerinde gün yüzüne çıkan insan türünün barbarlığı, savaş sonrası toplumu kendini bu vahşetin bir daha yaşanmayacağı dair bir küresel bilinçle ehlileştirilmeye çalışılmıştır. İnsanlığın bir çeşit akıl çağına evrim geçirdiği şeklinde bir söylem hâkim kılınmaya çalışılsa da, insan topluluğunun olgunlaşmasına dair bu mitin ömrü kısa sürmüştür. Cezayir, Laos ve Vietnam savaşlarından dünyaya servis edilen vahşet görüntüleri karşısında batılı insanın dehşeti izleyemeye saplantılı iştahı, yazar ve kuramcı J.G.Ballard’ın “hissin ölümü” olarak adlandırdığı olguya neden olmuştur. İnsanın vahşet ve dehşet görüntülerine kitle iletişim araçlarıyla yabancılaşmasına paralel,  1962 yılında gerçek vahşet görüntülerinden kurgulanan Mondo Cane belgeseli, ardından gelen gerçek (ya da gerçekmiş gibi kurgulanan) şiddet görüntülerinden oluşan snuff film adı verilen türün doğuşunu tetiklemiştir.

 

70’li yıllarda Latin Amerika da CIA destekli ölüm mangaları, muhalif hareketle ilişkili gördükleri insanlara karşı toplu imha, tecavüz, ceset parçalama, organlarını yeme, ölü bedenlerden enstalasyonvari sunaklar yapıp bu görüntüleri birer bastırma pratiği olarak servis etme eylemlerinde bulunmuşlardır. Bu vahşi eylemlerle eşzamanlı olarak 70’li yıllarla birlikte snuff film türü yanında yamyamlık temelli filmlerde bir patlama olmuş, vahşi kapitalizmin yeni sömürgeci politikalarına paralel bir çeşit istismar sineması sektörü gelişmiştir.

 

Zaman içinde kült statüsüne çıkmış Cannibal Holocaust (1980) bu türün en belirgin özelliklerini taşır; uygarlığın henüz erişemediği vahşi topluluklarının alanına giren batılıların maruz kaldığı dehşetler, tolere edilmesi güç bir görsellikle aktarılır. Bu filmde tıpkı Mondo Cane gibi el altından yayılarak, toplumsal bilinçdışında gizli yamyamlık imgesini yeniden gün yüzüne çıkarır. 80’li yıllara geldiğimizde Amerika da Roland Reagan ve İngiltere de Margaret Thatcher kişilikleriyle özdeşlemiş yeni muhafazakâr yükseliş koşullarında yamyamlar dünyanın uzak çeperlerinde değil, batının kent merkezlerinde ortaya çıkarlar.

 

Yeme Eylemi Hiçbir Zaman Masum Değildi!

 

Modern yamyamlık imgesi ve pratiklerinin derinine girmeden insan türünün yemek yeme alışkanlıkları üzerine düşünmemiz gerekir. İnsan için yemek hiçbir zaman salt bir karın doyurma, hayatta kalma pratiği olarak yaşanmamıştır; aksi halde insan toplumları devasa bir mutfak kültürü yaratamazdı. Doğada yemek pişiren bir hayvan türü yoktur, o bir tek insandır.

 

İnsan; hayvanların yaptığı gibi bir canlıyı avlayıp/canını alarak ve bitki ya da meyve kopararak karnını doyurmak yanında; yemek eyleminde damak tadı, estetik görünüm, çekicilik yani haz da aramaktadır. İnsan evladı bu özelliklerini daha yolun başında psikanalizin oral dönem olarak adlandırdığı yeni doğan evresinde (0-1 yaş arası) deneyimler. Emme, çiğneme ve ısırmayı içeren bu eylemler S. Freud’a göre beslenme yanında zevk almayı da içerir.

 

Bunun yanında yemek ile cinsel güç arasında hep güçlü bir ilişki kurulmuştur ki afrodizyak adını verdiğimiz bir mutfak kültürü de zaman içinde sürekli büyümüş ve gelişmiştir. Zaten yemek eyleminin iki temel organı (yemeğin vücuda girdiği ağız ve vücuttan çıktığı delik) da cinsellik eylemin de temel elementleridir; vücut yerken de ve çıkartırken de haz peşindedir. Yemeğe eşlik eden, yemeğin hazmını ve tüketim lezzetini arttıran sıvılar (şerbetler, şaraplar, meyve suları) da ağızdan alınıp yine tenasül organları(ya da cinsel organlar) aracılığıyla dışarı atılırlar. Bu itkiler o kadar belirgindir ki insan uygarlığının mekânı planlamasına değin (her yapının içinde mutfak ve tuvalet) etkili olmuşlardır.

 

İnsan türünün yemek alışkanlıklarında estetik ya da haz gibi parametreler kadar sınıflı toplumsal düzenin normları da belirleyici olmuştur.

 

Yemeğin ekonomi-politiği üzerine hızlıca düşürsek:

 

Açlık rejimi – sefillik düzeyi, hayatta kalma savaşı.

Karın tokluğu – eski işçi sınıfının ya da yeni mülksüz sınıfların yeme zorunlulukları.

Küçük burjuva zevkleri – küçük yemek hazlarından çıkan büyük fanteziler üzerine kurulu bir rejim.

Orta sınıf dengesi – sağlıklı beslenme politikaları, dengeli-iyi beslenme uğraşı ve aynı zamanda vegan ya da vejetaryen mutfaklar.

Üst sınıf hazcılık – ayrıcalıklı gurme sofraları(av etinden fetüs yiyiciliğe değin).

 

Yemek eyleminde öne çıkan eğilimleri özetledikten sonra şimdi ekstrem bir beslenme biçimi olarak yamyam mutfağı imgesini yorumlayabiliriz. Yamyamlık evrimin ilk basamaklarında zorunlu bir beslenme pratiğiyken zaman için de farklı kültürel kodları içine katarak genişler.

 

Şimdi belirgin bazı yamyamlık imgelerini konuyu ele alan bazı önemli filmler ve kitaplar üzerinden analoji kurarak örneklemeye çalışalım:

 

-Bir kıtlık fenomeni olarak yamyamlık ya da yiyecek et yokluğundan kaynaklı yamyamlık eylemleri. Etin temel olduğu beslenme biçimleri “yemek yoksa insan ye” düsturunu hep kendi içinde saklar.

 

En belirgin örnekleri: Jeunet & Caro’nun Şarküteri (1991) filminde, post-apokaliptik bir yokluk zamanı alegorisi, hayvan etinin yokluğunda, el altından yürütülen insan etinin kasaplığı üzerinden işlenir. Harry Harrison’un Yer Açın! Yer Açın! adlı bilimkurgu romanının biraz serbest bir uyarlaması olan Soylent Green (1973), Şarküteri filmindeki lokal vakanın genel bir sistem politikası olarak uygulanmasını ele alır.

 

Bulut Atlası romanının sinema uyarlamasında genetik kopya işçilerin aynı zamanda çalıştıkları hamburger dükkânının et arzını karşılarlar. Margaret Atwood’un hatırı sayılır disütopik romanı Tufan Zamanı’nında da yoksul etini malzeme yapan bir yeraltı hamburger zinciri vardır.

 

(Etin temel beslenme olması mantığı kendi içinde de çelişkilidir. Tıpkı doğada etçil hayvanlar gibi otçul hayvanlar varsa; insan kültürleri arasında da uzak doğu vejetaryen inançlarından çağdaş vegan pratiklerine değin eti dışlamış mutfakların tarihi de insan türünün tarihi kadar eskidir).

 

 

-Afrika da bazı kabileler içinde yaygın bir gelenek olan; çok akıllı, zengin ya da cinsel açıdan çok güçlü kişileri yiyerek onun ruhunu, aklını ve özelliklerimi de bünyelerine kattıklarını düşündükleri totemik yamyamlık türleri.

 

  1. Bölge filmindeki uzaylın kolunu yemek isteyen Afrikalı çete lideri figürü ya da Bataille’ın “yamyam yemişi” metaforuna düz bir karşılık olan Neon Demon (2016). Filmde en güzel ve genç manken, rakiplerince hedef seçilir, öldürülüp gözü bedeninden ayrılır. Önce yutulup kusulan ve kusulduğu yerde yeniden bir başka et meraklısınca yeniden yenen en güzelin yemişi.

 

Genç ve güzel kalmak için cenin’den yapılan mantının yendiği Dumplings (2005- Three Extremes içinde) adlı kısa film, sanırım bu başlığın en radikal örneğini oluşturmaktadır.

 

Ve bu durumun ironi içermeyen- düz okuması ya da sosyal darwinist ve yüksek burjuva uyarlaması olarak Hannibal karakteri; onun sinema ve TV serileri.

 

-Jonathan Swift’in  “Alçak Gönüllü Bir Öneri” başlıklı hiciv (daha doğrusu kara mizah) metniyle ortaya çıkan,  yükselen sömürgeci ve sınıf ayrımcı politikalara karşı eleştirel bir metafor olarak yamyamlık.

 

“İrlanda’daki yoksulların, çocuklarının ailelerine veya ülkelerine yük olmalarını önlemek ve onları topluma yararlı kılmak üzerine, mütevazi bir öneri”  alt başlığını taşıyan metin, dönemin İngiltere’sinde artan ayrımcı politikalar ile yoksul İrlandalı azınlığın nüfus artışı sorununa ironik bir çözüm bulduğu iddiasındadır.

 

“Londra’da tanıdığım çok bilgili bir Amerikalı, bana, bir yaşında sağlıklı, iyi beslenmiş bir çocuğun; buğulama, kızartma, fırınlama veya haşlama olarak, çok lezzetli, besleyici, yüksek değerde bir besin olduğunu söyledi. Yahnisinin de aynı lezzette olacağından eminim.” (Kara Mizah Antolojisi- içinde, hazırlayan Enis Batur, çeviren Dara Çolakoğlu, Hil Yayın, 1987)

– Ekmek şarap ritüelini besleyen ve İsa’ya atfedilen “bu benim etimdir, bu benim kanımdır” söylemi; Hıristiyanlık ve onu laikleştirip devam ettiren burjuvazinin yamyam arzusu içten içe barındırır. Ortaçağ boyunca cadılık ve büyücülük ile itham edip cezalandırılan kişilerin yakılması( yani ateşte kızartılması) insan türünün et pişirme pratiğiyle ilişkisi üzerine de ayrıca düşünülmelidir.

 

-İçgüdüsel insan eti yemeye yönelik saplantılı tutku ya da patalojik yamyamlık halleri. Bu psiko-patalojiye yenik düşmüş kişi insan yemeye karşı engel olunamaz bir açlık ve şehvet duyar.

 

En belirgin örnekleri Trouble Every Day (2001) ve Raw (2016) filmlerinde işlenen saplantılı tutku. Raw; vejetaryen olduğunu söyleyen bir aile içindeki kalıtsal yamyamlık durumunu işlerken aynı zamanda alt zeminde ensest tabusunu da tartışır. Trouble Every Day de insan eti yemeden duramamak aynı anda zincirlerinden kopmuş bir cinsel arzudur.

 

Cinsel eylem içinde tatmin edilemeyen cinsel dürtü, cinsel organın ısırılarak yenmesi ile sonuca gitmek ister.

 

-devam edecek-