Yeni felsefe muğlak kıldı her şeyi

Öğelerden ateş büsbütün sönüp gitti

Güneşle birlikte dünya da yitirildi; ve artık hiç kimse

Söyleyemiyor bize nerde arayacağız dünyayı (…)

Parçalar halinde her şey, tekmil tutarlılık yitip gitti.

Adil ölçü kalmadı, hiçbir şey tutmuyor birbirini.”

John Donne, 1611.

“…Eğer insan veya düşünen ve gözlemleyen varlık yeryüzünden kovulursa, bu etkileyici ve yüce doğa hüzünlü ve sessiz bir sahneden başka bir şey olamaz…Varlıkların varoluşuna anlam veren insanın varlığıdır.”

Diderot (1713-1784)

Başlarken

Aydınlanma Çağı olarak adlandırılan 17. ve 18. yüzyıllarda bilim ve felsefe alanındaki gelişmeler, mevcut düzeni bir daha geri dönülemeyecek bir şekilde değiştirdi. Her yerde Tanrı’nın varlığına delalet eden mükemmel kozmos anlayışı, Kilisenin bilim üzerindeki iktidarı, geleneksel düzene meşruiyetini veren düşünce yerle bir oldu. Eleştirel akılla temasa gelen her şeyin parçalandığı bir dönemde yalnızca birey bir bütün olarak kalabildi. Şüpheye direndiği için artık kendisinden şüphe edilemeyecek olan birey, yeni politik, toplumsal, ahlaki, felsefi ve bilimsel sistem için güvenilir bir dayanak noktası haline geldi. Böylece Tanrı-merkezli geleneksel düşünce yerini insan-merkezli moderniteye bıraktı. Aydınlanma, rasyonel insanın bilim ve felsefenin ışığında ilerleyeceğine ve nihayetinde eşitlik, özgürlük ve refaha erişeceğine dair güçlü bir söylemle yeni dönemin kapısını açtı.

Aydınlanma Düşüncesinin Gelişimi Çerçevesinde Bireyin Yükselişi

Antik dünyanın merkezi Roma’dan çok uzakta bir şehirde, Küdüs’te, köleliliğin olağan olduğu bir dünyada İsa eşitlikten söz etti. Kendisi söylemiş olsun veya olmasın “Tanrı’nın oğlu” olduğuna inanılan İsa’nın gelişi insanın mertebesini yüceltmiştir. Onun yaşamı Tanrı’nın insanı kendi suretinde yaratmasının bir tezahürü, çarmıha gerilmesi de insanın günahlarının kefaretinin ödenmesi demekti. Onun öğretisi insanın iç dünyasının keşfi anlamına geliyordu. Max Horkheimer, “bir iç ışık olarak, Tanrı’nın barınağı olarak” tanımladığı ruh kavramının Hıristiyanlıkla ortaya çıktığını ve bununla karşılaştırıldığında “Antik Çağ’da her zaman bir boşluk, bir soğukluk öğesi bulunacağını” ifade etmiştir.1 İnsanı her taraftan kuşatan Hıristiyanlığın ışığı içini ısıttığı insanların ruhunu ele geçirecek, bir sarmaşık -ki Nietzsche olsa buna zehirli sarmaşık derdi- gibi dolandığı Roma İmparatorluğu’nun her bir tarafını saracaktı.

Roma “barbar” kavimlerin saldırılarıyla yıkıldığında, Kilise, teşkilat yapısı ve düzenli hiyerarşisi sayesinde, fatihlerle ile halk arasında ilişkilerin kurulmasını sağlayarak, bunların nezdinde güvenilir ve itibarlı hale geldi. Eşitlik vaadini unutup hiyerarşik topluma entegre olan Kilise ve Ruhban sınıfı, monolitik bir açıklama becerisinin de etkisiyle yeni düzenin siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel, bilim ve felsefe alanında hâkim öğesi oldu. Belki Avrupa’da siyasi bir birlik yoktu ama, Kilisenin tüm Avrupa’da toprakları vardı, vergi toplayabiliyordu ve eğitim kendi tekelindeydi. Asırlarca süren Kilisenin iktidarı, öylesine bir bütünlük sağlıyordu ki, bunun ne anlama geldiği, Bilimsel Devrim ve Aydınlanmanın, adeta gezegene çarpan birer gök cismi gibi her şeyi paramparça ettiğinde anlaşılacaktı. Öyle ki, bu, dünyanın büyüsünün bozulması olarak tanımlanacaktı. Hikaye son derece uzundur, ancak biz mümkün olduğunca en kısa haliyle aktarmaya çalışacağız.

15. yüzyıldaki coğrafi keşifler, Kutsal Kitabın ve Kilisenin bilmediği yeni bir kıtanın, Amerika’nın varlığını haber veriyordu. Antik Yunan ve Roma dönemleri eserlerine yönelik büyük ilgi, matbaanın icadı ve tüm Avrupa’ya yayılması büyük değişimlerin habercisiydi. Birçok sanatçı, Medici ailesi gibi geleneksel aristokrasinin yanında gittikçe yükselen büyük ticaret burjuvazilerinin koruması altında Kilisenin hışmından korunabilmekteydi. Başlangıçta aristokrasi ve burjuvazi sanatçılara hamilik yapmaktaydı. Daha sonraları burjuvazi, gücünün arttığı nispette bu hamiliğini genişletecek ve yeni düzenin ana unsuru haline gelecekti.2

Hümanizm Latince dışındaki yerel dillerin yazın alanında kullanımına alan açtı. İlkin Dante İtalyanca ve Shakespeare İngilizce yazdı. 16. yüzyılda Luther ve Lutherci vaizler çok daha ileri giderek Kutsal Kitabın yorumlanmasına dair Kilisenin tekeline karşı çıktı ve İncil’i Almanca gibi yerel dillere çevirdi. Kendisini koruyanlar ise Kilisenin her yere uzanan ellerinden rahatsız olan prensler oldu. Sonuç ise Kilise açısından tam bir felaketti. Bütün Avrupa, Katolik Kilisesinin ruhaniliği altında yekpare bir yapıdayken, Protestanlık hareketinin yol açtığı mezhep savaşları bu düzeni altüst etti. İngiltere artık Protestandı ve Katolik İrlanda ile arasına bir de mezhep ayrımı girmişti. Kıtada Fransa, İtalya, İspanya, Portekiz, Polonya, Avusturya ve onun etkisindeki Güney Almanya Katolik olarak kalırken, Kuzey Alman Prenslikleri, Hollanda gibi Kuzey Avrupa ülkeleri Protestanlığı benimsedi.3

Bütün bu çalkantılar doğmakta olan yeni bir dünyanın sancılarıydı. Yekpareliğin yitimi ve parçalanmışlık yeni dönemin en belirgin özelliğiydi. Değişen siyasi, ekonomik ve toplumsal koşullar karşısında Kilise ve onun temsil ettiği değerler bir engel oluşturuyordu. Artık küçük bir kıtaya sıkışıp kalmış, bununla yetinmek zorunda kalan insanlar yoktu. Keşifler “Yeni Dünya”nın kapılarını açmış, servet birikmeye başlamış, yeni üretim biçimleri ortaya çıkmıştı. Böyle bir ortamda bu dünyayı boş vermelerini salık veren Kilisenin veya çalışmayı aşağı gören aristokrasinin ahlak anlayışı gözden düşüyordu. Bunun karşısına çalışmayı bir ibadet olarak gören Protestanlık ve servet biriktiren burjuvazi yeni düzene ruhunu veriyordu. Daha da önemlisi her ikisi de, önceki düzenin cemaat benzeri dayanışmacı yapıları değil, doğrudan bireyi esas alıyordu. Protestanlık ile değişen zihniyet dünyasının analizi en iyi ifadesini daha sonraları Max Weber’in Kapitalizmin Ruhu ve Protestanlık Etiği başlıklı ünlü eserinde(1905-1906) bulacaktır. Weber, Protestanlığı benimseyen ülkeler ile geri kalanı arasındaki zihniyet farkını ve bunun sonuçlarını ortaya koyacaktır.

Nihayet 17. yüzyıla gelindiğinde Galileo’nun İki Dünya Sistemi Üzerine Diyalog’u (1632), Descartes’ın Yöntem Üzerine Söylem (1637), İlk Felsefe Üzerine Meditasyonlar (1641), Felsefenin İlkeleri (1644) adlı eserleri ve Newton’un Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri (1687) başlıklı eseri modern fizik ve felsefenin ilkelerini ortaya koydu. Daha önce geleneksel kozmolojik görüşü reddeden Bruno’yu yakarak idam eden Kilise, Galileo’yu tezlerini inkâr etmeye zorladı, ancak bu hiçbir şeyi geriye döndürmeye yetmedi. Kilisenin evren hakkındaki hâkim söylemi yerle bir oldu. Antiklerden miras alınan mükemmel kozmosa dair düşüncenin koca bir yanılgı olduğu ortaya çıktı. Evren tam bir kaos halindeydi ve uyumdan eser yoktu. Üstelik dünya ne düzdü ne de evrenin merkeziydi ve güneş dünyanın etrafında değil, dünya güneşin etrafında dönüyordu. Bilimsel çalışmalar evrendeki uyumu ve onda Tanrı’nın varlığını teyit edecek kanıtları aramayı amaç edinen skolastik düşüncenin gölgesinden böylece kurtulmuş oldu. Büyük itibar kaybına uğrayan Kilise ve onun temsil ettiği değerler sistemi devasa bir yıkımla karşılaştı. Vaziyeti mükemmel bir derecede tasvir eden İngiliz şair John Donne (1572-1631) oldu. Donne, 1611 yılında ‘Kopernik devrimi’nin ilkelerini öğrendikten sonra şu dizelerle tepkisini gösterdi:

“Yeni felsefe muğlak kıldı her şeyi

Öğelerden ateş büsbütün sönüp gitti

Güneşle birlikte dünya da yitirildi; ve artık hiç kimse

Söyleyemiyor bize nerde arayacağız dünyayı (…)

Parçalar halinde her şey, tekmil tutarlılık yitip gitti.

Adil ölçü kalmadı, hiçbir şey tutmuyor birbirini.”4

Yitirilen, aranan şeyin ne olduğunu çoğu kez daha iyi söyleyebilir. Tanrı bütün evreni bir arada tutuyordu, ona mükemmel bir ahenk ve nizam veriyordu. Doğa korkunç yüzünü gösterdiğine sığınılan varlıktı ve düzeni ayakta tutan oydu. Üstelik hiçbir şey yapmasına gerek yoktu. Kıtlıklar, savaşlar, hastalıklar, hayatın bütün zorlukları hiçbir zaman eksik olmadı. Yine de bir felaket Tanrı’nın cezalandırması, bolluk veya kurtuluş onun cömertliğinin bir göstergesiydi. O, her şeye yetiyordu, hakikatin kaynağıydı. Öyle ki, hayatın zorluklarına karşı koymada ondan daha teskin edici bir şey henüz keşfedilememiştir. Ancak Descartes’ın şüphesi insanın aklını ele geçirecek, ruhu teskin edici bu güçten mahrum edecekti. Büyü bozulmuştu ve kutsalın gizemi artık hiçbir şeyi perdeleyemez hale gelmişti. Aydınlanmanın ışığı bütün çatlaklardan sızıyor, duvarların ötesine geçiyor, her yere ulaşıyor ve hiçbir şeyi karanlıkta bırakmıyordu.

Burada sözü edilen geleneksel düşüncenin dünya tasavvurudur ve onun ardındaki gizemlerin açığa çıkmasıdır. Yoksa bilinmezliklerle dolu sonsuz ve kaotik bir evren hala keşfedilmeyi beklemektedir. Bununla birlikte, Aydınlanma düşüncesinde insanın bu keşfi yapacağına şüphe yoktur. Her şey matematiksel bir kesinlikte hesaplanabilir, öngörülebilir ve nihayet insan için yararlı hale getirilebilirdi. Bu görev, elinde cetvel her şeyi ölçüp biçen, ansiklopedilere kaydeden, sonsuz bir ilerleme inancına kendini adayan insana verilecekti. Zira John Donne’ın “Parçalar halinde her şey, tekmil tutarlılık yitip gitti.” diye tarif ettiği yeni dönemde bir bütün olarak kalabilen tek varlık insanın kendisiydi. Modern felsefenin kurucusu Descartes’in, her şeyi ilkesel olarak eleştiriye tâbi tutarak vardığı sonuç düşünen bir varlık olarak, artık kendisinden şüphe edemeyecek olmasıydı. Böylece ünlü “Düşünüyorum, öyleyse varım” sözü, şüpheye karşı direnen ben’i(dolayısıyla insanı) hakikatin ölçütü haline getirdi.

Aydınlanma düşüncesinin insana yüklediği sorumluluk son derece ağırdır, fakat insanlığın refahı, mutluluğu ve ilerlemesi gibi “yüce” idealler uğruna bu sorumluluğu almaya değerdir. Diderot’un (1713-1784) Encyclopédie’deki şu cümleleri Aydınlanmanın bireyi için adeta bir görev tanımıdır:

“Bu ansiklopedinin amacı, yerküreye yayılmış olan bilgiyi toplamak, çağdaşımız olan insanlara bu bilginin genel sistemini açıklamak ve bunları bizden sonra gelecek olanlara aktarmaktır; böylece geçmiş yüzyılların çalışmaları gelecek yüzyıllar tarafından kullanılacaktır; böylelikle çocuklarımız daha iyi eğitim alacak ve aynı zamanda daha erdemli ve mutlu olacaklar; ve bizler de insan ırkına hizmet yapmış olmadan ölmüş olmayacağız…”5

Ancak bundan daha fazlası vardır. Diderot’un sonraki satırları insanın mertebesini en yükseğe çıkarır:

“…Eğer insan veya düşünen ve gözlemleyen varlık yeryüzünden kovulursa, bu etkileyici ve yüce doğa hüzünlü ve sessiz bir sahneden başka bir şey olamaz…Varlıkların varoluşuna anlam veren insanın varlığıdır.”6

Bu, Tanrı’nın ölümü değilse bile onun aradan çekilmiş olmasının ilanıdır. Tanrı, belki doğrudan hedefte değildir, ama hayata bir anlam verme noktasında görmezden gelinmiştir. Ancak hemen belirtelim ki, Aydınlanma Çağı kesinlikle bir ateizm çağı değildir. Aydınlanma filozoflarının büyük çoğunluğu dini veya Tanrı’yı reddetmezler. Hedefledikleri, Tanrı’yı mevcut politik, ekonomik, bilimsel, felsefi ve sanatsal alandan çıkararak merkeze insanı koymaktır. Böylece insanın düşüncede, eylemde ve inançta özgür olması, kendi kaderini tayin etmesi ve aklını kullanarak vesayetten kurtulması gerçekleşebilecektir. Yoksa John Locke, doğal haklardan “Tanrı’nın verdiği haklar” olarak bahsedecektir. Ondan çokça etkilenmiş olan Amerikan Devrimi, Bağımsızlık Bildirgesi’nde “…bütün insanlar eşit yaratılmıştır; yaratıcıları tarafından devredemeyecekleri kimi haklar verilmiştir” ifadelerine yer verir. Devamında bu hakların arasında yaşama, özgürlük ve mutlu olma hakkı zikredilerek Tanrı’ya atıf yapılacaktır.7 Yine de bundan daha fazlası var. Evreni yaratırken fizik ve ahlak yasaları oluşturan Tanrı’nın artık evrene müdahale etmediğini düşünen bazı Aydınlanma düşünürleri, Descartes ve Newton’dan etkilenmişlerdir, ancak Tanrı’ya bu ikisinden daha az aktif rol vermişlerdir. Yine birçok Aydınlanmacı düşünür ve yazar, “Tanrı tarafından verilen aklın” doğa yasalarını önünde sonunda keşfedeceğini düşünüyordu.8

Spinoza’nın düşüncesinde de Tanrı’nın özel bir yeri vardır. Ona göre, Tanrı ile doğa, yaratan ile yaratılan, zihin ile madde aynı şeydir. İnsanın özgür iradesi yoktur, ancak insanın evrendeki yerini anlaması halinde zihinsel özgürlüğe ve entelektüel Tanrı sevgisi olan mutluluğa erişebilmesi mümkündür. Her şeyin bir sebebi vardır ve Tanrı iyi olduğu için her şeyin iyi bir sebebi vardır.9 Spinoza’nın iyimserliği Leibniz’e de bulaşacaktır. Ancak 18. yüzyılda meydana gelen iki önemli olay iyimserlik havasını bulandıracaktır. 1755 yılında büyük yıkıma yol açan Lizbon Depremi doğanın gücünü ve insanın bunun karşısındaki çaresizliğini göstermiştir. Yedi Yıl Savaşları (1756-1763) ise Avrupa’da insanın sebep olduğu felaketleri ortaya koymuştur.10 Bu yüzden Voltaire’in Candide veya İyimserlik Üzerine adlı eserinde attığı taşlardan birinin hedefi kendisine bunca anlam atfedilen insandır. Daha ağır olanı, Spinoza’nın felsefesinden etkilenmiş olan Leibniz’edir. Leibniz’e göre, Tanrı, olası bütün dünyaların arasından en iyisini yaratmıştı ve “bu dünyada her şey en iyiye ulaşmak içindi.” Voltaire bu görüşü alaya alır. Bununla birlikte Voltaire, Tanrı’nın dünyadaki rolünün öylesine farkındadır ki, “Bir Tanrı yoksa bile onu yaratmak gerekir” demekten kendini alamamıştır. Bu örneklerden belki de en çarpıcı olanı evrensel ahlak yasasını insan aklına dayandıran Kant’ın bir Hıristiyan olmasıdır. Rousseau ve Hegel ile bu liste uzayıp gitmektedir.

Aydınlanma düşüncesi, Tanrı inancına doğrudan saldırmadığı gibi, onu ortadan kaldırmak için de açıkça bir çaba içine girmemiştir. Ancak kutsalın perdesini kaldırmış ve bütün gizemleri açığa çıkarmıştır. Dahası geleneksel yapının dizginlediği eleştirel aklı serbest bırakmıştır.

Bu hadise, Sanayi Devrimi ve Fransız Devriminin politik, ekonomik ve toplumsal sonuçlarıyla birleşince çok daha fazla yıkıcı oldu. Böylece “sanayileştikçe mekanikleşen bir dünyada, modernitenin getirdiği sarsıcı büyü bozumu karşısında” birey yabancılaşmıştır.11 Marx bunu “kutsal olanın dünyevileşmesi”, Weber “dünyanın büyüsünün bozulması” olarak tanımlarken, Nietzsche manşeti atacaktır: “Tanrı öldü.” Şen Bilim’in 3. Kitabında deli bir adam gündüz vakti elinde bir fenerle pazar yerine iner ve Tanrı’yı arar:

“Tanrı nerede?” diye bağırdı. “Söylüyorum. Onu öldürdük – siz ve ben. Hepimiz onun katilleriyiz. Fakat bunu nasıl yaptık? Denizi nasıl içip tüketebildik… Bu dünyayı güneşinin zincirinden kurtarınca ne yapmış olduk? Şimdi nereye doğru hareket ediyor? Ya biz şimdi nereye doğru hareket ediyoruz?”

“…Deli adam sonunda fenerini yere fırlattı, kırılan fener söndü. “Çok erken gelmişim” dedi, “zamanım henüz gelmemiş. Bu muazzam olay hala yolda, hala başıboş geziniyor – insanların kulağına henüz ulaşamamış.”12

Nietzsche bu olayı, değerlerin değersizleşmesi olması bakımından bir felaket gibi resmetmektedir. Yine de bu olayın anlaşılması için henüz erken olduğunu düşünmektedir. Nietzsche 19. yüzyılın insanıdır ve bu dönem için bile erken olan bir olgunun, daha öncesindeki Aydınlanma dönemi için yaygın olmasından söz edilemez. Nitekim filozofların Tanrı inancına sahip olması bu anlamda yadırganacak bir durum değildir.

İki yüzyılı kapsayan geniş bir dönem olarak Aydınlanma düşüncesinden ne kastedildiği önemli bir sorudur. Kuşkusuz, Aydınlanma filozofları arasında görüş farklılıkları veya çeşitliliği Tanrı ve din alanıyla sınırlı değildir. Locke ve Hume ampristken Descartes, Spinoza, Leibniz rasyonalistti ve doğru bilgiye nasıl ulaşılacağı konusunda farklı düşünceleri vardı. Daha önce değinildiği gibi, Descartes eleştirel aklı öne çıkarıyordu. Locke, amprist olmakla birlikte, aklın rolünü kabul ediyordu. Radikal bir amprist olan Hume, doğru bilgiye yalnızca duyular yoluyla ulaşılabileceğini düşünmekle birlikte bu bilginin de mutlak kesinlikte olamayacağını ileri sürüyordu. Tümevarım yöntemini eleştiren Hume, her bir deneyin sadece kendisini doğrulayabileceğini, milyonlarca kez aynı sonuca ulaşılsa bile, hiçbir zaman bir sonraki deneyin aynı sonucu getireceğine dair bir garantinin olmadığını savunuyordu.13 Hume’un Kartezyen felsefeyi adeta “baltalayan” bu görüşünden sonra Kant Saf Aklın Eleştirisi’nde, hem ampristlerle rasyonalistler arasında bir sentez sağlayacak hem de bilimsel bilgiye olanak tanıyacak formülü buldu: “Apriori sentetik” bilgi. Kant, Hume’un şeylerin zaman ve mekânla sınırlı tikellikler olduğu ve bunlar arasında nedensellik olmadığı yönündeki görüşünü kabul ediyordu. Ancak kaos halindeki doğada nedensellik olmasa da, zihnimiz tikel olaylar arasında bağlantılar kurarak bunlara nedensellik atfedebilirdi. O halde deney ve gözleme dayanan sentetik bilginin yanına önceden verili olan apriori bilgiyi eklemek gerekliydi.14 Kant böylelikle evrensel bilgiye erişmenin yolunu açmış oluyordu.

Egemenliğin kaynağının toplumsal sözleşme olduğunda uzlaşan Hobbes, Locke, Rousseau’nun da ayrıldıkları noktalar vardı. Hobbes’a göre güvenlik ihtiyacı, Locke’a göre ise mülkiyeti korumak güdüsü insanları toplumsal sözleşme yapmaya sevk etmiştir. Hobbes egemene isyan edilmesine kesinlikle karşıdır; Locke ise mülkiyetin ihlali durumunda isyan hakkı tanımaktadır. Her hâlükarda ikisi de doğa durumuna karşı toplumsal sözleşmeyi olumlamaktadır. Rousseau tersini düşünmektedir. Toplumu insan özgürlüğünü kısıtlayan bir şey olarak gören Rousseau’ya göre “İnsan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur.”15 Her ne kadar doğa durumuna dönmenin bir yolu yoksa da doğadan öğrenilecek çok şey vardır.

Rousseau, Antik Yunan’dan beri rasyonel bir varlık olduğu düşünülen insanı, kendisine en yakın tür olan hayvanlarla kıyaslayarak tanımlamaya çalışmıştır. Ona göre, insan da, tıpkı hayvanlar gibi, doğal bir varlıktı, ancak hayvanlardan farklı olarak kendi doğasının ötesine geçebilir ve seçim yapabilirdi. İnsan kendi doğasının ötesine geçebildiği için mükemmelleştirilebilir, seçim yapabildiği için de özgür ve ahlaki bir varlıktı. Dolayısıyla eğitim, Rousseau’nun düşüncesinde insanın kendi potansiyelini gerçekleştirebilmesi açısından son derece önemlidir. Rousseau insan ile hayvan arasında yaptığı kıyaslamasında her iki varlıkta da rastlanan kötülük fenomenine eğilir. Hayvanlar güdüleriyle hareket ettikleri için eylemlerinden sorumlu tutulamazken, özgür seçimler yapabildiği için insan bu sorumluluktan kaçamaz. İnsan mutlak kötülüğe veya mutlak iyiliğe yönelebilen “aşırı özgür” bir varlıktır. İnsan kötülüğü bilinçli olarak amaç edinebilir, ondan zevk alabilir ve onu sistematik hale getirebilir.16 Her şeyin insanın konumuna göre yeniden inşa edildiği bir dönemde insana yönelik bu düşünceleriyle Rousseau’nun hem bir Aydınlanma filozofu hem de bir Aydınlanma eleştirmeni profili çizdiğini görmek mümkündür.17

Rousseau’nun bu düşünceleri Kant’ın ahlak felsefesi için son derece önemli bir hareket noktası olacaktı. Kant “evrensel ahlak yasası”na ulaşmak için tüm insanlarda eşit olan insan aklını esas alacaktı. Rousseau’nun ortaya koyduğu gibi özgür insan, bilinçli olarak mutlak iyilik ile kötülük arasında seçim yapabilirdi.18 Böyle bir potansiyele sahip olan bir varlık için Kant, dinsel ahlakın ödül ve ceza sistemine dayalı anlayışı yerine, iyi niyet ve çıkarsız eyleme dayanan hümanist ahlak anlayışını koyuyordu. Kant’ın buyruğu kesindi: İnsan, kendi aleyhine de olsa, sırf ödev gereği hareket etmeliydi ve doğasından kaynaklanan bencil yönlerini kontrol edip ortak iyiye ulaşmaya çabalamalıydı.19 Yeni ahlak anlayışı, doğuştan hasletleri insanlar arasındaki hiyerarşinin kaynağı olarak kabul eden aristokratik ahlak anlayışının yerine liyakate dayanıyordu. Bu görüş Rousseau’nun genel irade düşüncesiyle birleştiğinde demokrasinin ilkeleri de yavaş yavaş şekillenmiş oluyordu.

Aydınlanma düşüncesinde benzerlikler, farklılıklar, çeşitlilikler pek çok farklı bağlamda sınanarak daha da arttırılabilir. Son derece açıktır ki, Aydınlanma için sınırları belirgin, ortak bir düşünce, bir doktrin veya sistematik bir felsefe diyemeyiz. Yine de iki yüzyıllık uzun bir döneme yayılan Aydınlanma düşüncesinde yüzeye çıkan ortak noktalar vardır. Barındırdığı tüm farklılıkları, karşıtlıkları akılda tutarak ilerleme, özgürlük, eşitlik, toplumsal sözleşme, doğal haklar düşüncesi; deney, gözlem ve akla dayanan bilimsel bilgi ve insanı merkeze alan hümanizmi Aydınlanmanın genel görüşü veya kazanımları olarak tanımlayabiliriz. Bunlar o günün dünyası için son derece ilerici ancak hepsinden öte “tehlikeli” fikirlerdi. Bilim ve felsefe açısından Aydınlanma Çağı demek olan 17. ve 18. yüzyılın siyaset arenasındaki karşılığının Mutlak Monarşiler Çağı olduğunun hatırlanması bunun ne anlama geldiğinin anlaşılması için yeterlidir. Hobbes, İngiltere İç Savaşının da etkisiyle belki monarkın mutlak egemenliğini savunuyordu, ancak 1688 Görkemli Devrimini gözlemlemiş olan Locke mülkiyet haklarının ihlali konusunda otoriteye karşı isyanın bir hak olduğunu ileri sürüyordu. En tehlikeli fikirler Rousseau’nun kaleminden çıkacaktı. Cumhuriyetçi bir düşünür olarak Rousseau için genel irade karşısında hiçbir şey duramazdı.20 Öyle ki, Napolyon Fransız Devrimi için “Rousseau’nun suçu” diyecekti.21 Ancak fikirler bir kez dile getirilmişti ve hiçbir güç onları geldikleri yere gönderemeyecekti.

18. yüzyılın sonlarından 20. yüzyıla uzanan toplumsal ve siyasal hak mücadelelerinin neticesinde insanların doğuştan eşit ve özgür varlıklar oldukları yönündeki doğal haklar düşüncesi ile toplum sözleşmesi yeni siyasi, hukuki ve toplumsal yapıların temeli haline gelecekti. Egemenliğin Tanrı’ya değil, toplumsal sözleşmeye dayanması fikri anayasal ve demokratik rejimlerin önünü açarken, aynı zamanda kitleleri yurttaşlara dönüştürerel sorumluluk almaya davet ediyordu. Bu çağrı Aydınlanmanın “Aklını kullanma cesareti göster” buyruğunun bir sonucuydu ve “vasiler”, çok yakında kapılarına dayanacak olan kitlelerle boşuna çarpışacaklardı.

Aydınlanma hareketi eşitlik, özgürlük, evrensel insan hakları gibi ideallerle Ancien Régime’nin kurumlarını yıktı. Britanya ile rekabeti nedeniyle önce Yedi Yıl Savaşları sonra da Amerikan bağımsızlığına para akıtan Fransa’da sefalet içinde yaşayan halk yönetime karşı ayaklandı. O güne değin güçlü saray aristokrasisi ile iyi geçinmek zorunda kalan burjuvazi, ayaklanmaya memnuniyetle önderlik etti. Eşitlik, özgürlük, kardeşlik söylemi öylesine basit, açık ve etkiliydi ki, önce Avrupa’ya, ardından tüm dünyaya yayılarak politik ve toplumsal devrimlerin önünü açtı. Eski düzenin temsilcileri, her ne kadar gönüllü bir devir teslime yanaşmasalar da, Aydınlanmanın idealleri uğruna çapışacak ya da açlık ve eşitsizliğe katlanamayan kitleler karşısında tutunamadılar.

***

Aydınlanma düşüncesinin yaşamın her alanında yer edinmesi Fransız Devrimi ve hemen öncesindeki Sanayi Devriminin eski düzenin politik, toplumsal ve ekonomik yapısını altüst etmesiyle mümkün oldu. İnsanlığa büyük bir eşik atlattırdığına şüphe olmayan bu devrimler, aslında uzun yüzyılların ardından gelen bir birikimin yol açtığı ani patlamalardı. Burada asıl üzerinde durulacak olan nokta bu birikimin oluşma sürecidir. Gerçekten de bütün bir tarihin genel karakterinin “kısık ateş” olduğu düşünülürse, devrimler, bu ateşin ani harlamalarından başka bir şey değildir. Gözler ikincisinin parlaklığına çoğunlukla karşı koyamazken, bu genel karakteristiğe odaklanmakta güçlük çeker. Yine de, burada uzun sürece yoğunlaşmaya çalışılacaktır. Bu, aynı zamanda yukarıda sadece bir kısmına değinilen filozofların fikirlerinin hangi yollarla yayıldığına da açıklık getirecektir.

Avrupa’da ticaretin gelişmesi yalnızca sermaye birikimi ve bankacılık sistemi için değil, aynı zamanda posta teşkilatının ve dolayısıyla iletişim ve haberleşmenin önünü açtı. Matbaanın üretim gücü ve bütün Avrupa yayıldığını düşünürsek, mektup, gazete, dergi ve kitapların bu sayede hızlı bir dolaşıma girmesi olanaklı hale geliyordu. Yerel dillerin ulusal dillere evrildiği bu dönemde Latince hâlâ en yaygın entelektüel dil olarak bütünlük ve etkileşim kolaylığı sağlıyordu. Bu, fikirlerin kıtadaki entelektüeller arasında kolaylıkla akmasını sağlıyordu. Bununla birlikte basın ve yayın faaliyetlerinin yaygınlaşması ve ucuzlaması okur-yazarlığın artmasını ve ulusal dillerin gelişimini mümkün kılıyordu.22

Sanki her şeyin birbirini tamamladığı, bir sonraki dönemin önünü açtığı ve nihayet bir noktaya ulaştığı bir yönelim var gibidir. İnsan bu dönemdeki gelişmelere bakarken, tarihin belli bir yöne aktığına daha çok inanmak istiyor. Bu açıdan Aydınlanma düşünürlerinin tarihte bir gelişme, bir ilerleme görmelerinde şaşılacak bir şey yoktur. Yine de, bu dönemde eski ile yeni henüz yan yana, iç içe ve bir aradadır. Latince bütünselliği ve dışa doğru açılmayı sağlarken, ulusal diller parçalanmışlığı ve kendi içine dönme eğilimini besliyordu. Burjuvazi yükselişteydi, ancak saray ve aristokrasisi hâlâ yerli yerindeydi. Servetini lüks ve şatafat uğruna tüketen aristokrasi veya bu hayatı boş vermeyi öğütleyen ruhban sınıfı servet biriktiren burjuvaziden hazetmiyordu. Aradaki gerilimi azaltan hoşgörü değil, karşılıklı bağımlılıklardı. Burjuvazinin, iktidarı elinde tutan bu geleneksel sınıflar karşısındaki pozisyonu zayıftı. Servetini korumak ve güvenli ticaret yapmak için bunlarla iyi geçinmek zorundaydı. Nitekim başlardaki bu güvensizlik durumu, onun mülkiyetin korunmasını en önemli değerlerden biri haline getirmesinde etkili olmuş olmalıdır. Burjuvazi, kilise yapımından birtakım sosyal yapıların inşasına kaynak aktarak meşruiyet sağlamaya çalışıyordu. Bununla birlikte Burjuvazinin işini kolaylaştıran bir dizi gelişmeler de yaşanmıştı. Protestanlık Katolik Kilisesinin otoritesini zayıflatıyor, çalışmayı ve tasarruf yapmayı salık veriyordu. Devletler, gelişmekte olan ticaretin zenginleştirici rolünü fark etmişlerdi ve merkantilist bir ticareti desteklemeye başlamışlardı. 17. yüzyılda İngiltere, Fransa ve İspanya’daki monarklar kaynaklarını genişletmek için parayla soyluluk ünvanı dağıttılar.23 Fransız Devrimi olduğunda soyluların çoğu parayla ünvan satın almış kişilerdi. Üstelik burjuva aristokrasiyi bazı yönlerden taklit ediyordu. Norbert Elias’ın Uygarlık Süreci adlı eserinde24 Fransa’da Bujuvazinin Saray Aristokrasisinin kültürünü, davranış ve görgü kurallarını içselleştirdikten sonra topluma yaydığını ortaya koymaktadır.

Bütün bunlar aynı zamanda burjuva ahlakı ve kültürünü de şekillendiriyordu. Kentler giderek burjuvanın verdiği bir biçime kavuşuyor, kamusal mekânlar ve ilişkiler yavaş yavaş gelişiyordu. Ortaçağ’da siyasi otoritenin bir temsilinden ibaret olan kamusallık, burjuvazinin yükselişiyle birlikte sivil bir alan olarak ortaya çıktı. Jürgen Habermas, kamusal alanın nihai gerçekleşmesini 18. yüzyıl sonlarına tarihler.25 Bununla birlikte, kamusal alanı önceleyen resmi ve gayrıresmi kurumlar daha önce ortaya çıkmıştı.

Hükümdarlar, soylular ve zengin din adamlarının geleneksel hâmilik sisteminin yanı sıra, yeni ortaya çıkan toplumsal ve kültürel kurumlar sanatçı, yazar ve düşünürleri desteklemeye başladı. Bu kurumlar sarayların, kiliselerin ve üniversitelerin geleneksel entelektüel çevrelerinin dışında oluştu. Bunlar arasında bilim ve edebiyat dernekleri, dergiler ve gazeteler, üye olmak için para ödenen localar ve kulüpler gibi resmi kurumlar sayılabilir. Çoğunluk ise salonlar, kahvehaneler, tavernalar gibi gayriresmi kurumlardı.26

Paris’teki seçkin kadınlar, evlerinin salonlarını kendi belirledikleri konularda kendi belirledikleri konuklarının tartışmalarına açtılar. Varlıklı soylular, meslek adamları ve din adamları kendilerinden daha az varlıklı olan yazar, sanatçılarla tartışıyordu. İngiliz ve Alman kadınları da böyle salonlar açtılar. Salonlar, 18. yüzyılın sonlarında Aydınlanmanın felsefi ve siyasal düşüncelerinin geliştirilmesi ve yayılması açısından çok önemli mekânlar haline geldi.

Akademiler, bilim cemiyetleri, mason locaları da benzer şekilde etkili kurumlardı. Bunlara katılmak için belli bir entelektüel düzeye sahip olmak gerekliydi. Ancak kamusal alanın imkanları bununla sınırlı değildi. Her düzeyden insanın bir araya gelebileceği çeşitli mekânlar da vardı. Bu, Burjuva kamusunun demokratik rengini belirgin kılmaktadır. 17. yüzyılda Avrupa’da kahvehanelerin yaygınlaşmasıyla insanlar bir araya gelip tartışma imkânı buldular.27 Buralarda gazeteler okuyabiliyorlar ve tartışabiliyorlardı. 18. yüzyılın başında Londra’da yaklaşık 3000 kahvehane vardı. Kötü hıfzısıhha koşulları su kaynaklarının çoğunlukla kirli olmasıyla birleşince yoğun miktarda olan şarap ve bira tüketimi28 nedeniyle publar ve şarapçıların sayısı oldukça yaygındı. Kırk bin nüfusu olan Edinburgh şehrinde içki içilebilen 600 mekân olduğu tahmin edilmektedir.29 1767 yılında İngiltere’de yıllık gazete tirajı 13 milyon 300 bindir. Yaklaşık bir yüzyıl bu sayı yıllık 120 milyona çıkacak, aynı yıllarda okuma yazma oranı yüzde doksana çıkacaktı.30 19. Yüzyılın istatistiklerin burada zikredilme sebebi Aydınlanmanın nasıl bir dinamizm taşıdığına işaret etmektir. Seçenekler oldukça fazladır. Tiyatro, okuma yazma bilmeyi gerektirmediği için her kesimden insanlar için kamusal alandaki sanatsal etkinliğe katılma imkanı sağlıyordu. 18. Yüzyılda Fransa ve İngiltere de seyirci kapasiteleri 1750-2000 arasında değişen tiyatrolar mevcuttu.31 Burjuva kentleri, Ortaçağ kentlerinin aksine, son derece genişti ve çok daha fazla çeşitlilik barındırıyordu.

Böyle bir kentte kişi kolaylıkla cemaat bağlarından sıyrılabiliyor, kendini farklı bir şekilde inşa edebiliyor ve topluma o şekilde dâhil olabiliyordu. Cemaatin kalıplaşmış ahlâki değerleri, neredeyse otomatikleşmiş davranış kalıpları ve dayanışmacı yapısının sağladığı “güven” ve stabil yaşantı yerine, her bir sokağı farklı bir kültürle donatılmış, yabancı yüzler ve değerler arasında belirsizliklerle dolu artık çok daha geniş bir alana yayılmış bir mekân ortaya çıkmıştı. Şehir hayatında insan girdiği her yere yabancıdır, girdiği her alana uyum sağlamak zorundadır ve sürekli rol ve kabuk değiştirmektedir. Her an bir keşif halindedir ve adeta maceradan maceraya koşmaktadır. Şehir yalnızca insanın rahatça girip çıkabileceği kamusal mekânları değil, her an karşılaşabilecek fahişeleri, dolandırıcıları, yankesicileri, gaspçıları, dilencileri de bağrında taşımaktadır. Kuşkusuz, Sanayi Devriminin etkisini bütünüyle hissettireceği 19. yüzyılda bu özellikler kentler için sıradanlaşacaktır. Elbette bu dönüşüm, moderniteye yönelik eleştirileri de beraberinde getirecektir, ancak bu, başka bir yazının konusudur.

Belli bir entelektüel düzeye sahip insanlar bilim ve edebiyat cemiyetleri, akademiler, localar ve kulüplerde bu fikirleri tartışmakta ve onları geliştirmekteydiler. Basın ve yayın yoluyla da fikirler yayılmaktaydı. Bu fikirlerin halkta karşılık bulması ise belli bir filtreden geçirilmesiyle mümkündü. Zira sanat, bilim, felsefe, siyaset, hukuk ve ilahiyat konuları her zaman seçkinlerin uğraşı olagelmiştir. Bunlar halka indikçe anlaşılır olması için basitleştirilir ve sloganlaştırılır. Burada akıldan çok duygulara seslenilir ve bunda neredeyse sıradışı hiçbir şey yoktur. İlk bakışta, bu, aklı yücelten Aydınlanma düşüncesi açısından bir tezat olarak görülebilir. Yine de realiteye son derece uygundur ve rasyonel bir tavırdır. Zira Aydınlanma, aklı yüceltmekle birlikte rasyonel bir birey olmanın gereklerini sağlamak için eğitimin önemine de vurgu yapıyordu.

Bütün bunlar Aydınlanma düşüncesinin hakim düzen olmasıyla mümkün olabilirdi ve bunun ilk provası Amerika’da gerçekleşti. Başta Locke olmak üzere Aydınlanmanın fikirlerinin etkisiyle, kıtadaki on üç İngiliz kolonisi Kraliyete karşı ayaklanarak bağımsızlığını elde etti. Fransa monarşisi, rakibi İngiltere’yi zayıflatmak isterken kendi altını oyacak bir hamle yapmıştı. Ülkeyi ekonomik çıkmaza düşüren monarşinin bu politikası, halkın sefaletini ve öfkesini daha da arttırdı. Böyle olunca, büyük filozoflar gibi ünlü olmak isteyen ve salon hayatına katılmak için hünerlerini sergileyen yazarlar, kralı ve özellikle Kraliçe Marie Antoinette’yi küçük düşürücü içerikler daha çok rağbet görüyordu. Çoğunlukla pornografik olan bu eserler bel altı ve hakaret dolu yazılar barındırıyordu ve Hollanda ve İsviçre gibi yerlerde basıldıktan sonra gizlice sokuldukları Fransa’da çokça okunuyordu.32 Böylece sansürün perdesi yırtılıyor, kraliyet ailesi insanların dedikodu malzemesi haline geliyor ve monarşi itibardan düşüyordu.

Bütün koşullar hazır gibiydi. Açlık ve sefalet içindeki halk günden güne bilendiği yönetime karşı ayaklandı. Genelde yıkıcı olan ancak iktidarı bir benzeriyle değiştirebilecek kadar ileri gidebilen halk ayaklanmalarının düzeni kökünden değiştirmek gibi bir kapasitesi yoktu. Ancak bu sefer burjuvazinin önderliğinde ve Aydınlanmanın düşüncelerinin ışığında yeni bir sistemin kurulması mümkündü. Devrimciler arasında radikal fikirlere sahip olanlar vardı ve bunların ne kadar ileri gidebileceğini koşullar belirleyecekti. Nitekim kraliyet ailesinin kaçmaya çalışması bunların elini güçlendirdi. Kral ve kraliçe yakalanıp geri getirildiklerinde saray muhafızları onlara sırtlarını döndüler. Kralı öldürmek düşüncesinin zihinlere düşmesi artık an meselesiydi. Nihayet bütün Avrupa’yı dehşete düşüren hadise gerçekleşti ve Kral XVI. Louis giyotine gönderildi.

Sonuç Yerine

Fransız Devrimi ve ona eşlik eden Sanayi Devrimi, Aydınlanma idealleriyle kuşanmış bireyin mücadele sahnesine açılan perdeyi ardına kadar açtı. Eşitlik, özgürlük ve kardeşlik “sloganları” Napolyon’un atından daha hızlı ve onun atının vardığı Moskova’nın çok ötesine ulaştı. Dahası, Napolyon’un aksine, gittikleri yerlerde kalıcı olacaklardı. İnsanlar, bu fikirlerin taşıdığı dinamizm sayesinde bütün 19. yüzyıl boyunca ve 20. yüzyılın ilk yarısında eski ve köhnemiş rejime karşı mücadele edecek motivasyonu buldu. Sonunda Ancien Régime önce Avrupa’da, ardından Osmanlı’dan Rusya ve Çin’e dek birçok yerde tümüyle çöktü. Ancak Aydınlanmanın bireyinin kendinden çok şey yitirdiği ortaya çıktı. Bireyin yükselişi çoktan tersi yönde seyretmeye başlamıştı.

Kaynakça

Anderson, Benedict, Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, Metis Yayınları, 2. baskı, İstanbul 1995.

Aksakal, Hasan, “On Dokuzuncu Yüzyıl Britanya’sına Dair Bir Panorama Denemesi”, Https://Www.Ekdergi.Com/Zamanlarin-En-İyisiydi-Zamanlarin-En-Kotusuydu/ Erişim Tarihi: 15.04.2022.

Aksakal, Hasan, Dünyayı Yeniden Büyülemek: Avrupa Romantizminden Portreler, Beyoğlu Kitabevi, 1. baskı, İstanbul 2021.

Berman, Marshall, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, çev. Ümit Altuğ, Bülent Peker, İletişim Yayınları, 21. baskı, İstanbul 2021.

Callinicos, Alex, Toplum Kuramı:Tarihsel Bir Bakış, çev. Yasemin Tezgiden, İletişim Yayınları, 8. baskı, İstanbul 2020.

Dellaloğlu, Besim F., Poetik Ve Politik: Bir Kültürel Çalışmalar Ansiklopedisi, Timaş Yayınları, 1. baskı, İstanbul 2020.

Elias, Norbert, Uygarlık Süreci I, çev. Ender Ateşman, İletişim Yayınları, 3. baskı, İstanbul 2004.

Ferry, Luc, Gençler İçin Batı Felsefesi, çev. Devrim Çetinkasap, Türkiye İş Bankası Yayınları, 9. baskı, İstanbul 2020.

Gözkan, H. Bülent, Kant’ın Şemsiyesi: Kant’ın Teorik Felsefesi Üzerine Yazılar, Yapı Kredi Yayınları, 2. baskı, İstanbul 2020.

Habermas, Jürgen, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, Çev. Tanıl Bora, Mithat Sancar, İletişim Yayınları, 14. baskı, İstanbul 2017.

Horkheimer, Max, Akıl Tutulması, çev. Orhan Koçak, Metis Yayınları, 3. baskı, İstanbul 2018.

Le Goff, Jacques, Jacques Le Goff, Avrupa’nın Doğuşu, çev. M. Timuçin Binder, Literatür Yayınları, 1. baskı, İstanbul 2005.

Merriman, John, A History of Modern Europe : From the Renaissance to the Present, 3rd Ed., W. W. Norton & Company, New York-London 2009.

Roney, Patrick, “Aşkınlık ve Yaşam: Nietzsche ve ‘Tanrının Ölümü’ Üzerine”, çev. Elis Şimşon, Kaygı, 2013/20, s.305-322.

Rousseau, Jean-Jacques, Toplum Sözleşmesi, çev. Vedat Günyol, Türkiye İş Bankası Yayınları, 24. baskı, İstanbul 2019

Uslu, Ateş, Siyasal Düşüncelerin Toplumsal Tarihi II: Özgürlük, Güvenlik ve Birey(1300-1789), Yordam Kitap, 1. Baskı, İstanbul 2021.

Wiesner-Hanks, Merry E., Erken Modern Dönemde Avrupa 1450-1789, çev. Hamit Çalışkan, Türkiye İş Bankası Yayınları, 5. baskı, İstanbul 2017.

1 Max Horkheimer, Akıl Tutulması, çev. Orhan Koçak, Metis Yayınları, 3. baskı, İstanbul 2018, s.159.

2 Jacques Le Goff, Avrupa’nın Doğuşu, çev. M. Timuçin Binder, Literatür Yayınları, 1. baskı, İstanbul 2005, s.205-206, 208-209.

3 John Merriman, A History of Modern Europe: From the Renaissance to the Present, 3rd Edition, W. W. Norton & Company, New York-London 2009, p. 81.

4 Aktaran Luc Ferry, Gençler İçin Batı Felsefesi, çev. Devrim Çetinkasap, Türkiye İş Bankası Yayınları, 9. baskı, İstanbul 2020, s. 84.

5 Aktaran Merry E. Wiesner-Hanks, Erken Modern Dönemde Avrupa 1450-1789, çev, Hamit Çalışkan, Türkiye İş Bankası Yayınları, 5. baskı, İstanbul 2017, s. 538.

6 A.y.

7Alex Callinicos, Toplum Kuramı:Tarihsel Bir Bakış, çev. Yasemin Tezgiden, İletişim Yayınları, 8. baskı, İstanbul 2020, s. 62.

8 Wiesner-Hanks, a.g.e., s. 537-538.

9 Wiesner-Hanks, a.g.e., s. 533.

10 Callinicos, a.g.e., s. 52-53.

11 Hasan Aksakal, Dünyayı Yeniden Büyülemek: Avrupa Romantizminden Portreler, Beyoğlu Kitabevi, 1. baskı, İstanbul 2021, s.13.

12Aktaran Patrick Roney, “Aşkınlık ve Yaşam: Nietzsche ve ‘Tanrının Ölümü’ Üzerine”, çev. Elis Şimşon, Kaygı, 2013/20, s.308.

13 Wiesner-Hanks, a.g.e., s. 536-537.

14 H. Bülent Gözkan, Kant’ın Şemsiyesi: Kant’ın Teorik Felsefesi Üzerine Yazılar, Yapı Kredi Yayınları, 2. baskı, İstanbul 2020, s. 41-42.

15 Jean-Jacques Rousseau, Toplum Sözleşmesi, çev. Vedat Günyol, Türkiye İş Bankası Yayınları, 24. baskı, İstanbul 2019, s. 4.

16 Ferry, a.g.e., s.92-98.

17 Marshall Berman, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, çev. Ümit Altuğ, Bülent Peker, İletişim Yayınları, 21. baskı, İstanbul 2021, s.31-32.

18 A.y.

19 Gözkan, a.g.e., s.15-16.

20Ateş Uslu, Siyasal Düşüncelerin Toplumsal Tarihi II: Özgürlük, Güvenlik ve Birey(1300-1789), Yordam Kitap, 1. baskı, İstanbul 2021, s. 422-423.

21 Callinicos, a.g.e., s.74.

22 Benedict Anderson, Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, Metis Yayınları, 2. baskı, İstanbul 1995, s.93-95.

23 Wiesner-Hanks, a.g.e., s. 395-396.

24 Bkz. Norbert Elias, Uygarlık Süreci I, çev. Ender Ateşman, İletişim Yayınları, 3. Baskı, İstanbul 2004.

25 Bkz. Jürgen Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, çev. Tanıl Bora, Mithat Sancar, İletişim Yayınları, 14. Baskı, İstanbul 2017.

26 Wiesner-Hanks, a.g.e., s. 512.

27 Uslu, a.g.e., s. 312.

28 Besim F. Dellaloğlu, Poetik ve Politik: Bir Kültürel Çalışmalar Ansiklopedisi, Timaş Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2020, s. 228-229.

29 Wiesner-Hanks, a.g.e., s. 515.

30Hasan Aksakal, “On Dokuzuncu Yüzyıl Britanya’sına Dair Bir Panorama Denemesi”, Eleştirel Kültür Dergisi, https://www.ekdergi.com/zamanlarin-en-iyisiydi-zamanlarin-en-kotusuydu/ erişim tarihi: 15.04.2022.

31 Dellaloğlu, a.g.e., s. 231.

32 Merriman, a.g.e., s. 346-347.