Erkut Tokman dilin sınırlarını sürekli araştırıp sorgulayan bir şair. Ve yayınlarından çıkan son kitabı “Lupoc” da kullandığı ve klasik dilin atomaltı parçacıkları olarak nitelediği yeni görsel şiirlerini “O’nun şiirleri” adı altında dergilerde yayınlıyor ve şiir dilini görselliğe farklı bir alan açmak için kullanıyor. Umut Yalım, çağdaş sanat, dil, görsellik ve şiir ekseninde şairin kendisiyle bugünkü dünyaya ve olaylara bakışını irdeleyen bir söyleşi yaptı.

Umut Yalım: Şiir, edebiyata dahil midir yoksa özerk midir?

Erkut Tokman: Şiir hem edebiyata dahildir hem de özerktir. Onu hareketli, özgür bir çembere benzetebiliriz: Yer değiştirerek zaman zaman öykü, roman,tiyatro,anlatı gibi edebiyatın diğer kollarıyla ortak kümeler kurar. Bazen de iç içe çoklu kümeler de kurduğu örnekler olabilir. Şiir özerk olduğunda ise bağımsızlığının tadını sonuna kadar çıkarır. Bu 18 ya da ilerleyen yaşlarında ailesinden ayrılıp tek başına yaşamaya başlayan bir ergenin durumu gibidir ama mutlaka zaman zaman o aileye geri döner; dönecektir. Şiirin bağımsızlığı ise çemberin olabildiğince sonsuz bir düzlemde yatay ve dikey serbest hareketi kadar; yarı çapını, dolayısıyla da çapını ne kadar büyütebildiğine de bağlıdır. Bu bakımdan bir noktadan sonra artık çember de sorgulanabilir ve belki de yoktur.

İçinden geçtiğimiz süreç; dil, biçim ve biçem olarak yapıtlarınızı ve sizi nasıl etkiledi?

İçinden geçtiğim dönemler beni geçmediklerim kadar etkiliyor. Hepimiz bu anın içinden çağa tanıklık ederken aynı zamanda o çağın edebiyatına ve diline de tanıklık ediyoruz. Bu tanıklık içinde dil, her yazar ve şairin bir dil fonksiyonu haline gelmekte olan iç ve dış etmenleri(parametreleri) ile şekillenmektedir. Şairin dilinin uzamı; uzun dilli bir hayvanın dili gibi çok uzamalıdır. Tabi bu hem işin gerçeği hem de şakasıdır. Bu uzayan dildeki uzam; geçmiş, gelecek ve bugün boyutlarını içerir. Dilin bu üç boyutlu kartezyen uzayının derinliği, yani tadı tuzu, tamamen şairin kendi deneyimleri, bilgisi, öngörüsü, önduyusu, önsezisi…vb gibi bilumum baharatlarla pişer. İyi pişen bir dilin zihni doyuran tadı da onu size tekrar tekrar okutturur. Bu bağlamda süreç yapıtlarımı her yönüyle üç eksende-geçmiş, gelecek ve bugün-olarak etkilemektedir: Diliminin sözcükleri farklı zamanlardan tatlar taşır bu yüzden. İyi bir yazar, şair kendi dil fonksiyonun parametlerini her zaman yenileriyle değiştirip onu yeniden kurabilen ve onu farklı kombinezon ve permutasyonlarla okuyucuya açabilendir. Dilin matematiği ruhun da matematiğidir dolayısıyla edebiyat ve şiir de bu dili evcilleştirendir; hayata indirgeyendir. (vahşi kalma hakkını saklı tutarak.)

Sanallık dışında, bu süreç basılı yayını nasıl etkileyecek?

Sanallık dışında, bu süreç, basılı yayının dil, ifade, kurgu(biçem) sınırlarını zorlamaya itecektir. Lupoc’da bunun bir kanıtıdır. Yazar ya da şair deneysel olmadan bu sınırların boyutlarını çok derinden algılayamaz. Bir şeyleri yıkıp yerine yenisini koymak ya da azar azar çıkarıp yenilerini yerleştirerek yapılar kurmak vb. gibi farklı metodlar olabilir. Sanal ortamın ve dilinin kalıcı olacağını sanmıyorum. Kalıcı olsa bile bunun yazılı klasik forma dönüşenleri kalıcı olacaklar. Dijital ortamın görselliği ön plana çıkardığı; zihne bunun kodlarını sunup adeta tembelleştirdiği; otomatikleştirip hatta insanı robotlaştırıdığı bir çağda yeni klasik(neo klasik/neo postmodern vs.) yazılı dilin yanında artık yazılı yeni bir görsel dilin de -altını çizerek söylüyorum: Yeni yazılı görsel bir dilin de-bu dijital algı köleliğine, siberpunka karşı oluşturulması gerekmektedir. Onun için bugün sosyal medyada dönenler bir ilüzyondan ibarettir. Bu sahte ilüzyonunun arkasındaki gerçeği ortaya çıkarak sihirbaz ise(sosyal medya şarlatanlarından bahsetmiyorum) yalnızca gerçek şair,yazar ve onun okuyucularının oluşturacağı altın üçgenden anlamını kazanan; karşılığını bulan; raflardan alınıp ilelebet evlerde ya da farklı ortamlarda arşivleyebilecekleri gerçek bir edebiyat ortamının çıktılarının egemenliğinin yaratılmasıdır. Bu bağlamda dijital arşivlerin yazılı arşivlerin yerini tutması halihazırda gerçeğe dönmekte olan bir rüyadır ama bir gün o rüyaya uyanırsak yani o rüya gerçek olursa; yazılı olanı da hala insanlık koruyacaktır(bugün ve geçmişte olduğu gibi). Ben her zaman ikincisini tercih edeceğim bugün dijital kütüphaneler kaçınılmaz olmuş olmaya başlasalar da. Tabi bir de ruh ve varlık arşivimiz var adına kozmik yaradılış denen. Bunu da ilişiklendireyim.

 

Bir anlamın sözcüğünü değiştirmek isteseydiniz; bu ne olurdu?

Bir anlamın sözcüğünü değiştirmek kadar; olmayana ergi metodu ile bir sözcüğün de anlamını değiştirmek isterdim diyeceğim ama bugün yapılan düpedüz olana ergi metodudur “olan bir şeyi olmayan üzerinden gerçek kılma“: Bunu yaşadığımız şu zamanda gittikçe çığrından çıkan bir şekilde ne yazık ki izliyoruz ve zihnin de artık sanal başka bir gerçeklik içinde var olduğuna tanık oluyoruz: Bu bağlamda dünya “post-truth” kavramıyla da yüzleşmeye başladı. Bu yeni bir dili getirecekse ki bunu hiç sağlıklı bulmuyorum: Böyle bir sanal gerçekliğin getireceği dil insanın da sonu olacaktır. Bu sanal dilde varolan gerçeğin içinden mutasyona uğrayan çarpıtılmış gerçeklikler bir virüs gibi zihinden zihine buluşmaktadır. Bu yeni bir körlüktür. Bu körlükte düpedüz yeni çağın sömürgeciliği ve köleliği yatmaktadır. Bu bağlamda belki de bir anlamın sözcüğünü değiştirmek panzehir olabilir; böylece sözcüğün değişen anlamında gerçekliğin değişmediği ama anlamın sözcüğünün değiştiği sabit parametreleri sonsuz bir fonksiyon anlamda işlevsel kılanabilir dolayısıyla da çarpıtılamaz: Bunu düpedüz yeni bir aydınlanma ya da yeni bir özgürlükcülük anlayışı olarak da görebiliriz . Başka bir deyişle bu yaklaşım kartezyen Kantçı saf yeni bir aklın yeni bir bileşkesi olarak da düşünülebilir.

Bu bileşke kuvvet, o herkesin içindeki varolan gücü hesaplayan; varlığı yeniden yorumlayıp değişim gücünü yakalayan yeni bir ışığı da getirebilir. Bu bir bakıma, anlama da yeni özgürlükler sunmak demek anlamına gelebilecektir. Bu özgürlüklerde anlamın sözcüklerini değiştirmek dilin anlatım olanaklarını değiştirmek de olacaktır bu bağlamda. Bu oldukça semantik bir soru farkındaysanız ve beni ister istemez dilbilimin kavşağına sokuyor ve dönerken savrulup kaza yapmaktansa haddimi bilerek burada susumayı tercih ediyorum. Dilin kötüye kullanılması ya da bilinçli sınırlandırılması, yani emparyalizmi her zaman söz konusudur. Bunu yaşıyoruz; yaşayacağız. Bense olumlu yönde bir güdüleme ve olabildiğince bilimsel bir yöntemle-bir şair ne kadar bilimsel olabilirse- bazı hipofizler salgılamakta ve hipotezler öne sürmekteyim ve elbette biliyorum ki ispatlarım için yeni postulalara ihtiyacım var. Dil labarotuvarının işcileri şairler; yazarlar; dilbilimciler ve diğerleri buyrun Halil İbrahim sofrasına: Elbette yeni deneylere gebe olmalıyız! Farklılıkları kucaklarken onları anlamalıyız. Şunu diyebilirim ki size salgıladığım bütün hipofizlerde ve sunduğum bütün hipotezlerde en geniş bir varlık kümesinin alt kümeleri olarak sonsuza yakınsayan bir ben ve bu benin samimiyeti yatmaktadır.

 

Sizin sormak istediğiniz bir soru var mı?

Benim sormak istediğim soru: Ya bir gün sorularımız biterse? İnsanın ulaştığı mertebe ne olur? Hiç soru sormamış biriyle ya da ona sunulan soruları düşünen ya da soran biriyle; kendi sorularını arayan ve yanıtlayan birinin durumu aynı mıdır? Soru sormanın öznelliğinden nesnelleşen soruların çokluğundan, sorusuz ve sorunsuz bir aydınlanmanın sonuna eren bir birey var mıdır? Orada ne vardır? Bir Doğulu bilgenin dualiteyi yıkan dingiliği mi yoksa bir Batılı bilgenin deliliği mi? Teşekkürler.

 

5.06.2020-Osmanağa-Kadıköy