Yaklaşan Sevgililer Günü’nün aşkla alakası kalmadı. Diğer bayramlar gibi ticari bir bayram halini aldı.

Sevgililer Günü denilince aklıma şu soru geliyor: Aşkı, seksi ve hisleri metalaştırmayı nasıl başardık?

1822’de Stendhal, «Aşka Dair» adlı denemesinde, her evresi ayrı bir güzelliğe sahip olan bu tutkuya ilişkin ilginç tezler ileri sürdü.

Ondokuzuncu yüzyılın ortalarına doğru, gücünü giderek yitiren aristokrasi ile altın çağını yaşamaya hazırlanan burjuvazinin kesişen dünyasında, aşk denen muammayı merkeze yerleştirerek resmetti.

Condillac ve Destutt de Tracy gibi ideologlar gibi Parma Manastırı’nın yazarı Stendhal da aşk hakkında konuşmak için kurgudan değil, fikir üzerinden «tefekkür etmeyi» yeğledi. Aslında bu yazarların yapmak istedikleri şey, bu duyguyu genellemenin doruğuna çıkarıp, psikolojik ve sosyolojik bir çözümlemesini yapmaktı.

Başta aşk, öz açısından tahlil edildi. Nedenleri, çarkları ve etkileri ile çözülmesi gereken bir tutku olarak kavrandı. Bu bağlamda, Descartes’ın ‘Ruhun Tutkusu’na veya neşeli tutkuları hüzünlü tutkulardan ayıran Spinoza’nın ‘Etik’ine atıfta bulunabiliriz.

Aşk gerçekten nedir?

Bana göre, edilgen öznenin kendini içinde bulduğu bir durum olarak aşk, soğumuş, durgun öznenin içine kıvılcımı çakıp onu « akışkan » hale getiriyor.

Mutlak aşk var mıdır?

Aşk, tanrısal mı yoksa insanî öze sahip bir şey mi? Bir kusur mu yoksa bir erdem mi? Cinsellikten, arkadaşlıktan ve hazdan nasıl ayırt edilir?

Bugün gelinen noktada aşkın aslında ne bir erdem ne de bir tutku olmadığı anlaşıldı. O artık bir değere dönüşmüştü. Durun, hemen heyecanlanmayın; bir piyasa değerine!

İflah olmaz romantikler, bir yandan, paranın her şeyi satın alamayacağını iddia ededursun, diğer yandan, değerlerin ve duyguların metalaştırılması hız kesmiyor.

İnternet, neredeyse hepimizi kalıcı bir para transferi şübesinin sadık müşterilerine dönüştürerek, bu metalaştırma işini kemale erdirmek üzeredir.

Peki buraya nasıl geldik?

Aşk, daha fazla kola ve hamburger satmak için araçsallaştırılan bir şeye nasıl dönüştü?

İki pipetli bir bardağın paylaşılmasıyla sembolize edilip, bir içecek tekelinin cebine daha fazla para girmesini sağlayan bir araç haline gelmesine nasıl izin verdik?

Rüşvetçi aşk

Kapitalist paradigma içinde aşk giderek «rüşvetçi aşka» dönüştü.

Kapitalizm, ebeveynlerin çocuklarına bakmak için harcadıkları zamanı bile, sözüm ona, Milli Gelir’e dahil etmek amacıyla, ücretlendirip onlara çocuk bakıcısı ücreti ödüyor.

Başkalarına zarar verme hakkını satmak bile «yasal» hale getirildi. İnsanlar, bir yandan, iklim değişikliğinin korkunç etkilerinden yakınırken, diğer yandan, bazılarının daha fazla ödeme yaparak emisyon sınırlarını aşmalarına göz yuman «kirlilik hakları pazarına» ses çıkarmıyor.

Bana kalırsa, rüşvetçi aşkı sonlandırmak için birbiriyle çelişkili ikili bir eylemi aynı anda harekete geçiriyoruz.

Önce bu dayanılmaz rüşvetin bir hatırlatıcısı olarak «huriyi» ya da «fahişeyi» dünyevi cennetten sürgün ediyoruz, ama ardından, aşkı bir din haline getirip ona yatırım yapmayı sürdürüyoruz.

Kapitalizm çağında duygusal metaların bolluğundan geçilmiyor.

Bir tüketim çağında, duygular, ücretli tebrik kartlarından tutun da Sevgililer Günü özel şarkı çalma listelerine kadar satın alınabilir ürünlere dönüştürüldü.

Duygular dünyası, bugün baskın bir kapitalist kültürel model tarafından işleitilen bir Pazar haline geldi.

Kısacası aşk, piyasanın yasalarına tâbi bir olgu haline getirildi.

Mahremiyetin, erdem ve değerlerin bozguna uğratılması ile aşkın ve duyguların pazarlanması için bu Pazar son derce işlevseldir. Ancak sürekli olarak, bir mahcubiyetle, durum böyle değilmiş gibi davranıyoruz ya da davranmaya davet ediliyoruz.

Bu mahcubiyetin sebebi, belki de, aşkın, parayla ölçülemeyen bir değer olması gerektiğine dair «eski kafalı» inanıştır.

Bazılarınız kalkıp, «Klavyeden ahkam kesmek kolay» diyebilir.

Benim tezim ahlakîdir (ahlakçı değil). Bana göre aşk ticari mantıktan kayıtsız koşulsuz korunmalıdır.

Görüşümün tersine, filozof Ruwen Ogien’in minimal etiğine başvurarak, «Beden, ilişkiler ve aşk konularında sadece bireysel özgürlük kriteri hâkim olmalıdır.» da diyebiliriz.

Bir ilişkiden para kazanılıp kazanılmadığına bakmaksızın, sadece kendine ahlakî bir hak olarak bireysel özgürlük derseniz, ben de, «Aşk söz konusu olduğunda, gerçekte, tamamen özgür müyüz?» sorusunu yöneltirim.

Gerçekten de, aşkı, hormonlardan, genetik kodlanmalardan, türün devamına dair tuzaktan, piyasa kanunlarından, mevcut mantıklardan, ezberlerden, alışkanlıklardan, önkabuller ve postulatlardan tamamen koruyabilir miyiz?

Bence, aşkın piyasa kanunlarından kaçtığına inanmak, aşık olduğunuzda mutlak mânada özgür olduğunuzu söylemek kadar yanıltıcı bir şeydir.

Bir gelir kaynağı olarak seks hakkında hiç düşündünüz mü?

Seks işçilerinin, fahişelerin ve diğer «şeker bebeklerin» faaliyetleri olarak damgalanan bu sıkıntılı alışveriş, ya tüm romantik ilişkilerin kökeninde olan bir şeyse? Ya evlilik kurumunun temellerinde bile örtmeceli bir alışveriş ilişkisi mevcutsa?

Bana sorarsanız, devrim olarak sunulan, görücü usulü feodal evlilikten sözüm ona özgür burjuva ilişkilerine geçişte bile, bir sınıf ya da üstyapı farkı değil, yalnızca bir alışveriş yöntemi farkı vardı.

Homo comptabilus 

Yaşadığımız çağ, bence, insanın «muhasebeci», hesapçı doğasını açığa çıkaran bir trend ile karakterize edilebilir.

Kendini sömürmeyi alışkanlık haline getirmiş bir «homo comptabilus» (hesapçı insan) türüyle karşıya karşıya bulunuyoruz. Bu hesapçı insan türü, insan doğasına gizli tamahtan yararlanarak, tüm değer ve erdemlerin ocağına incir ağacı dikiyor.

Kapitalist modernite bizden hem mükemmel bir şekilde rasyonel olmamızı, hem de aynı acı gerçeklik içinde yorulmadan duygularımızı yoğunlaştırmamızı istiyor.

Acı gerçeklikten kasıt, işyeri tacizleri, mobbing, otobüs duraklarındaki itiş kakış, metrodaki kesif idrar kokusu, kira ve faturalar, ekmek kuyrukları, bir kafede içecek fiyatları ve ekmek kavgasının hiç de romantik olmayan yüzüdür. İsterseniz, bu çirkin realiteye, zengin kart zampara ile çıkan fakir genç güzeli ve atanamadığı için inşaatta çalışmak zorunda kalan öğretmenin düşerek hayatını kaybetmesini de ekleyebilirsiniz. Bu acımasız alanda aşka yer kalıyor mu, bilmiyorum, ama bu alanın, Homo comptabilus’a geniş bir manevra olanağı sağladığı kesindir.

Hem rasyonel hem duygusal olmak denen paradoksal iki durumun içimizde barışık olarak iskânı, duyguların ve metaların artık birlikte üretiliyor olması gerçeğiyle mümkün kılınıyor.

Turizm, müzik, sinema, seks veya psikoterapi gibi çeşitli endüstriler tarafından ortak üretilen bu yeni hibrit ürünün adı duygusal metadır.

Bu yeni hibrit ürün aracılığıyla «Ben» sözde kendini dönüştürmeyi ve geliştirmeyi amaçlıyor.

Kapitalizmin duygularımızı nasıl kullandığı, dönüştürdüğü ve tüketmek için nasıl yeniden ürettiği ortadayken, benliğin ya da Ben’in bu koşullarda (ya da koşullanmışlık içinde) kendini geliştirmesi mümkün mü?

Belki, egonun evet, ama Ben’in asla.

Sevmek için yeniden koşullandırıldığımızda, Sevgililer Günü restoranlarının mum ışığı atmosferlerindeki gerçek aşkı ve sahte romantizmi birbirinden nasıl ayırabileceğiz?

Çağdaş ironinin bu bazukasını betimlemek zorunda olsaydım, sanırım korku filmi metaforunu kullanırdım. Filmde öldüren aşırılık ile öldüren ölçülü gerçeği, öldüren mizah ile öldüren detayı ve kıyıcı sonu aynı anda bulacaksınız.

Sevgiliyle ortak dünyanın büyüyen çatlakları ve fay hatlarında, her an otantik duyguları bozguna uğratan bir sahtelik birikiyor.

Büyük olasılıkla, bu makaleyi okuduktan sonra, ekmek kızartma makinenize bir daha asla aynı gözle bakmayacaksınız.

Yanlış anlamayın, amacım asla duyguları küçümsemek ya da görmezden gelmek değildir. Sadece, onları, biraz daha anlaşılır bir nedensellik zincirine yerleştirmektir.

Bu denemenin sonunda, muhtemelen, ”Metafizik bir olgu olan aşkı, ekonomik veya ahlakî mantığa tabi olan rasyonel bir nesne olarak kavramış” suçlamasıyla karşı karşıya kalacağım.

İster sermayenin büyümesi olsun, ister ahlakî (daha çok ahlakçı) bir zenginleşme olsun aşk şöyle ya da bu böyle kendisine zararlı bir şeye hizmet etmenin bir aracı haline getiriliyor.

O zaman asıl soru şudur : Aşk sadece kendisi için değerli olabilir mi?

TEILEN
Önceki İçerikŞairini Bekleyen Sandalye – Ahmet Telli
Sonraki İçerikÖteki Yeşilçam Sergisi’nde Sanatçı Konuşması
Josef Kılçıksız Hiristiyan bir ailenin çocuğu olarak Antakya’da dünyaya geldi. Hacettepe Felsefe’den mezun olduktan sonra burslu olarak gittiği Finlandiya’da, Tampere Üniversitesinde yardımcı asistan doktora öğrencisi olarak çalışmaya başladı. Aynı üniversitenin Pedagojik Bilimler Fakültesi’nden mezun olduktan sonra, Fin devlet ve özel eğitim kurumlarında felsefe ve yabancı diller öğretmeni olarak çalıştı. Doktora çalışması nedeniyle burslu olarak gittiği Almanya’da, Ernst-Moritz Arndt (Greifswald) üniversitesinde yazar Wolfgang Koeppen’in üçlemesi üzerine araştırmalar yaptı. (Temmuz/2011) İlgi alanları varoluşçu felsefe, epistemoloji (Karl Popper, Thomas Kuhn) Ontoloji (Christian Wolff, Heidegger) ile genel anlamda Alman felsefesi ve postmodern metafiziktir. Kılçıksız’ın ”Zamana Adanmış Yüzlerimiz” adlı deneme-öykü kategorisinde bir kitabı ile ”Buzdan Kuşlar Ormanı” adlı bir şiir kitabı Ekin Yayınevi tarafından (2018) yayınlandı. Kılçıksız’ın ayrıca daha önce yayınlanmış ”Bahar Kapımda” adlı bir şiir kitabı daha bulunuyor. Kılçıksız’ın ayrıca Finlandiya’da yayınlanmış (2004/Eylül) ”Hedelmät jotka eivät tuoksu ruudille” (Dilin barut kokmayan meyveleri) adında bir şiir kitabı da bulunmaktadır. Kültürel ve sosyal içerikli yazıları, ”Aamulehti”, ”Helsingin Sanomat” ve ”Tamperelainen” gibi değişik Fin gazetelerinde yayınlanmış olan Kılçıksız’ın, Türkiye’deki siyasal-sosyal gelişmeleri analiz eden sayısız makalesi de bulunuyor. Tematiği geniş bir yelpazeye dayanan felsefi ve siyasi içerikli denemelerinin yanı sıra, şiirleri ve öyküleri de çeşitli basılı dergiler ve sanal yayın organlarında yayınlannaya devam ediyor. (DevHaber, Duvar Gazetesi, Bianet, Mukavemet Dergi, Artı Gerçek, SalakFilozof, YazıAtölyesi, Cafrande, Komplike Dergi, İnsancıl, DüşünBil, İktisat ve Toplum, Evrensel Kültür, İnsancıl, Ekin, Amanos, Güney, Süje, Bachibouzouck, Gerçek Edebiyat, Kurgu Kültür, Patika, Tmolos, Revue Ayna, Kirpi Edebiyat, Lacivert Dergi, Muhabirce (Almanca ve Türkçe olarak) Asma Köprü, Şiiri Özlüyorum, Yaşam ve Sanat, SonGemi, Elize Edebiyat, Edebiyat Nöbeti, Edebiyatist ve Ek Dergi vb.) Josef Kılçıksız, iyi ve çok iyi derecede Fince, Almanca, Arapça, Türkçe, İngilizce, Fransızca, ve İtalyanca biliyor. Uzun yıllar Helsinki’de yaşadıktan Josef Kılçıksız, daha sonra Paris’e yerleşti. İletişim: e-posta: hasekjusef@gmail.com