Marksist düşünür Étienne Balibar ile  1 Şubat 2020’de L’Humanité’de yayınlanan röportaj. Paylaşım için Gazete Duvar’a teşekkürler.

 

Çeviren: Sengül Kılınç* 

DUVAR – Marksist düşünür Étienne Balibar komünizm ve sosyalizm üzerine tarihsel tartışmaların hattında kapitalizmin krizini ve devrimci radikalizmin imkanlarını tartışıyor. Balibar, kapitalizmin krizinden çıkarılacak dersler temelinde tamamen yeniden düşünülmesi gereken bir sosyalist dönüşüm fikrine işaret ediyor ve komünizmde bu dönüşüm için ihtiyaç duyulan enerjinin, buluş kapasitesinin, hayal gücünün, ütopyanın ve devrimci radikalizmin mevcut olduğunu vurguluyor.

Makalelerinizin derlemesi olan Écrits’in (1) ilk iki cildi sıklıkla karşıt mefhumlar olan kavramı ve tarihi birleştirmekte. Düşüncenizdeki bu ikili ilgiyi yöneten nedir?

Hayatım boyunca, bir yandan, odak noktasında kavram olan sorular -özellikle de epistemolojik ve antropolojik sorular- üzerinde çalıştım ve bir yandan da bir yurttaş ve aktivist olarak, parçası olduğumuz tarihle yüzleşme gereğini hissettim. Tarihin her şeyin dönüştüğü bir alan olduğu söylenebilir. İçerisinde, bir zamanların en sağlam addedilen pozisyonlarının bile doğruluğunun sorgulandığı bir alan. Bunların iki ayrı uğraşı tarzı olduğu doğrudur, ancak şunu söyleyebilirim ki -ve umarım bu iki kitap bunu gösterir- hem tarih hem de kavram uğraşı üzerine tasavvura eklemlenen üçüncü bir temel koşul daha vardır, ki bu da kelimenin en geniş anlamıyla siyasettir. Dolayısıyla, bir yandan geçmiş, şimdi ve hatta gelecekteki örneklerde siyaset, tarih (veya praksis) ve zamansallık arasındaki içsel ilişkinin nasıl kurulduğu üzerine varsayımsal çerçevede düşünmeye çalıştım. Bunun yanı sıra, özellikle Althusser ve Foucault’nun geç girişimlerini takiben, içinde çatışmanın ve dolayısıyla kaçınılmaz olarak siyasetin olumsal bir dışsallık -ya da belki karşısında tedbirli olunması gereken bir tehlike- değil, aksine bir tür kaynak ya da içsel güç oluşturacağı bir teorik düşünce anlayışı üretmeye ve araştırmaya çalıştım.

Bu Marx’ta karşılaşıp durduğunuz bir nokta mı?

Evet, Weber ya da Schmitt gibi farklı ilham kaynakları ileri sürebilirim, ancak benim için en büyüğü her zaman Marx. Onunla ilgili hayranlık uyandıran ve kitabım Marx’ın Felsefesi’nde (2) vurguladığım bir şey var. Marx’ı, iki temel gereksinimden hiçbir zaman ödün vermeyen biri olarak görüyorum. Bunlardan biri dünyayı değiştirmekti. Bu, sadece çelişkili değil, aynı zamanda dayanılmaz bir toplumda yaşadığımız ve kendi geleceğini ve alternatifini doğurabilmek için kendimizi üzerine dayandırabileceğimiz kaldıraçları, güçleri ve eğilimleri bulmanın kesinlikle gerekli olduğu fikridir. Öte yandan, Marx’ta siyasi mücadelenin olanakları veya olumsallıklarıyla uzlaşmayı reddeden bir hakikate dair susuzluk da vardır. Hakikat sadece yanılma ile keşfedilebilir. Spinoza’nın dediği gibi “anlamak elzemdir”, özellikle kişinin ne yaptığını ve kişinin yaptığına ne olduğunu anlamak. Dolayısıyla maksimum coşkunluk ve maksimum kavramsallık.

Aklın kötümserliği, iradenin iyimserliği. Bu bir bakıma Gramscici formül de değil mi?

Tam olarak Gramsci’nin formülü! Söz konusu gerilimin kesinlikle basit olmayan ama aynı zamanda siyasi eylemin olmazsa olmazı olan en açık ifadelerinden biridir. Başka olası formülasyonlar da var. Örneğin, bu bir dışarlama değil perspektiflerin karşılıklılığı olarak okunması şartıyla inanç etiği ile sorumluluk etiği arasındaki Weberci karşıtlığın bünyesinde bulunur. Max Weber büyük bir devrimci olarak görülmez, fakat bana göre en azından yöntem açısından en az Gramsci veya Marx kadar önemli bir hocadır.

“Reel sosyalizm” denilen şeyin tarihi hakkındaki düşünceniz, sizi Spinoza’nın izini takip ederek, özellikle demokrasi fikrini rehabilite eden eleştirel bir düşünceye götürmekte. Neden?

“Reel sosyalizm”in tarihinde bir dizi belirleyici dönüm noktası var. Şüphesiz, Stalin kaçınılmaz referans noktasıdır. Mesele, Lenin’in ölümünden sonra Stalin ve temsil ettiği şeylerin Sovyetler Birliği’nde iktidara geldiğinde ne olduğudur. Bunu Ekim Devrimi’nin izindeki metnimde, komünist devrim tarihinde devlet egemenliği ilkesinin dönüşü olarak tanımladım. Fakat bundan daha önce, hakkında yaşamım boyunca sahip olduğum fikrimi tamamen değiştirten bir şey olmuştu. Bu Lenin’in, 1918’de Kurucu Meclis seçimlerinin geçersiz olduğuna ve parlamenter demokrasinin devrimci dönüşüme bir engel ya da karşı-devrimci direnişin kaynağı olduğuna karar verdiği, iç savaşın zirvesindeki andı. Fikir, sovyet ya da konsey demokrasisi biçiminde daha radikal bir demokrasiyi devreye sokmak için bu tür temsili kurumların yıkılmak zorunda olduğuydu. Aslında bu tek partinin her şeye kadirliği anlamına gelmekteydi ki bunun her koşulda gerekli olduğuna inanılıyordu. Bunun üzerine Rosa Luxemburg, tutuklanma ve suikast tehditleri nedeniyle yayınlayamadığı ve içinde ikaz edercesine şu ünlü cümleyi barındıran bir metin kaleme aldı: ‘Özgürlük her zaman farklı düşünme özgürlüğüdür’. Bu cümle ideolojik çoğulculuğun ortadan kaldırılmasının, devrimci çabanın ölüm cezasını içereceği anlamına gelmekteydi. Ait olduğum komünist gelenekte, bu mevzu çözülmüş görülüyordu: “Lenin haklıydı”. Bu, anlık verimlilik adına “(bir şeyin) sebebinin etkili doğruluğunu” kavramayan bir argümandı. Sanırım Rosa Luxemburg, Sovyet tarzı sosyalizmin geleceği için feci sonuçları olan oldukça net bir şeyi sezinlemişti.

Çıkan sonuç parlamenter demokrasiyi demokratik düşüncenin kusursuzluk noktası (ne plus ultra) ya da başı ve sonu (alpha and omega) olarak görüyor olduğum değil. Diğerlerinin yanısıra Eşitliközgürlük: Siyasal Denemeler (3) isimli derlememde radikal demokrasi fikrine bir miktar katkı vermek için yaptığım girişimler, örneğin beni temsil veya parlamentarizmden daha gelişmiş demokratik formlar olduğunu düşünmeye sevk etti. (Birbirleriyle) karşılıklı ilişkilerine, bir formun diğerinin menfaatine safi ve basit bir şekilde lağvı olarak bakmaktansa, dinamik -ve dolayısıyla kaçınılmaz olarak çatışmalı- bir şekilde bir tür tamamlayıcılık veya (birbirine) ardalanma biçimi olarak bakmak da olasıdır. Bana öyle geliyor ki, şu anda tüm dünyada ortaya çıkan katılımcı demokrasi çağrısı yapan pek çok ayaklanma hareketince buna işaret edilmekte ve bu hareketler özgürleşme ideallerinin canlılığını bunlara yeni içerikler ekleyerek yorumlamakta.

Lucien Sève gibi bazı Marksist düşünürler, “reel sosyalizmin” tarihsel açmazlarını eleştirel olarak aşmak amacıyla sosyalizmi ve komünizmi ayrıştırmakta ısrar ediyorlar. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?

Komünizm üzerine tartışmaların her zamankinden daha heyecanlandırıcı ve daha canlı olması beni çok mutlu ediyor. Bunlara müdahil olmaya çalışıyorum. Durduğum pozisyonun temeli seçim yapmamız gerekmediği. Bazı çağdaşlarımız sosyalizm kategorisini gömmemiz gerektiği dersini çıkardı bütün bu tarihten. Komünizm fikrinin bir tür orijinal saflığına geri dönmeyi teklif ediyorlar ve bugün içinde yaşadığımız mutlak kapitalizmin çelişkilerinin, özel mülkiyet dünyasına ve devlete radikal bir alternatif formunda komünizm fikrini zorunlu kıldığını göstermeye çabalıyorlar. Radikal alternatifler bağlamında düşünmemiz gerektiği fikrine katılıyorum, ancak yine de komünizm ve sosyalizm kategorilerinin her ikisine de ihtiyaç duyduğumuzu düşünüyorum. Tabii ki, klasik Marksizmin tescillediği şu evrimsel perspektifle bağımızı koparmamız şartıyla: “ilk olarak siyasi iktidarın ele geçirilmesi; sonra da ekonomik ve toplumsal geçiş…” Bu ‘kademeci’ ve aynı zamanda tarih tarafından tamamen geçersiz kılınmış devletçi bir şemadır.

Geçersiz kılınmamış olan şey, radikal şekilde alternatif dünya görüşlerini somutlaştıran toplumsal, siyasal ve kültürel güçler arasında uzun vadeli geçiş ya da karşılaşma fikridir. Ve şimdi girmiş olduğumuz çevresel felaketin gerçekliği, toplumsal geçiş için bizi kaçınılmaz şekilde antagonistik güçler, iyi kötü katı ittifaklar ve reformlar arasındaki çatışmalarla uğraşıyor olacağımız gerçeğiyle yüzleştirecek yönetim sistemleri ve programları biçimlendirmenin ve uygulamanın önemini ve aciliyetini artan bir şekilde vurgulamaktadır.

Derlememin ’21. Yüzyılın Sosyalizmi için: Düzenlemeler, İsyanlar, Ütopyalar’ başlıklı son metninde, yapmaya çalıştığım şey içeriği tarihin ve mevcut krizin dersleri temelinde tamamen yeniden düşünülecek sosyalist bir dönüşüm fikrini açıklığa kavuşturmak. Buradan hareketle, sosyalizme değil komünizme veda ettiğim düşünülebilir. Ama gerçeğin tam tersi olduğuna inanıyorum. Bugün bu geçişe ve bu mücadeleye enerji, buluş kapasitesi, hayal gücü ve ütopyayı ve aynı zamanda ihtiyaç duyduğu devrimci radikalizmi de sağlayan komünistler olmadan aslında, günümüzde akla gelebilen tek şey olan herhangi bir sosyalist geçiş veya program- özellikle ekolojik sosyalizm- olmayacağına iknayım. Komünizm bir mülkiyet biçimi ya da bir üretim biçimi değildir, aktif ve çeşitli bir kolektif öznelliktir.

Eski kalıpların karşısındaki alternatif “sosyalizmi unutalım ve bugünün dünyasında komünizme derhal ulaşmaya çalışalım” değildir. Alternatif, “komünizmi uzak, hatta erişilemez bir ideale öteleyelim” de değildir. Bunun alternatifi, “içinde yaşadığımız dünyada gerçekliğini bulmak için kapitalizme alternatif gibi bir şey istiyorsak, her zamankinden daha fazla komünist, entelektüel ve öteki kitlelerine ihtiyacımız olduğumuz”dur. Geleneklerimizden “sapmış” bir başkasının, Eduard Bernstein’ın formülünü -ki aslında Marx’tan gelen bir formüldür- bu yüzden alıntılarım: ‘nihai hedef hiçbir şey, hareket her şeydir’.

Dipnotlar

  1. Histoire interminable. D’un siècle l’autre. Écrits I, and Passions du concept. Épistémologie, théologie et politique. Écrits II (La Découverte, 2020).
  2. Étienne Balibar, Marx’ın Felsefesi, İletişim Yayınları.
  3. Etienne Balibar, Eşitliközgürlük: Siyasal Denemeler, Metis Yayınları.

*L’Humanité’de 21 Şubat 2o20’de Fransızca yayınlanan “Le Communisme, C’est Une Subjectivité Collective Agissante Et Diverse” başlıklı Étienne Balibar-Jérôme Skalski söyleşisinin David Fernbach tarafından yapılan İngilizce tercümesinden kısaltılarak çevrilmiştir.