İnsan, asla kendisi olamıyor. Ürettiği, sattığı, satın aldığı o şeyler gibi o da bir meta. O metalara tanımlamak için koyduğu etiketler gibi kendisini de etiketliyor. Çoğu zaman bunun için büyük savaşlar, uğraşlar da veriyor. Aslında en çok kendi olabildiği, sonsuz hayal gücü ile var olduğu, ilerleyen zamanın içerisinde git-gide daralacak olan en çok bireysel olarak kalabildiği o “çocukluk” dediğimiz kısa zaman dilimindeki o malum soruyla yolu kesiliyor. “Büyüyünce ne olacaksın?” Ve ille de bu soruya bir cevap vermesi, hiç yoksa bulması isteniyor. Çünkü ilerledikçe o saydığım sonsuz hayal gücü, sonsuz bireysellik alanı her geçen an daralacak, zamanla çok az kalsa bile bu durumu saklaması, belki hatta yok etmesi gerekliliğinin farkına varacak. Zira bu köreltilen noktaya ilerlerken ve vardığında etiketler sahibi olamamış ise kendisine toplum içerisinde yer bulamayacak. Küçüklükten, ilk toplumsal alanı olan ailesinde başlayan bu yönlendirme, ilerledikçe gelişen çevre ile hem baskı, hem de kaygılarını artıracak. Hele bir de ilk toplumu olan ailede “kardeş”i, yani kendisiyle sınıfsal anlamda özdeşlik taşıyan kişi de varsa etiketlenme ya da almayı hedeflenmiş etikete ulaşma çabası için daha bi yoğun ilgi ve baskı ile oluşturacak.

Nihayetinde hep böyle olmuş, olacak. Etiketlerimiz, sıfatlarımız olacak ve bunlar size sınıfsal değerlemeler yaratacak. Bu da toplum içerisinde iyi ya da kötü bir yer edindirecek. Zincir böyle böyle gelişip, ilerlerken bir olay, bir durum sizi bir anda kaçtığınız, olmak istemediğiniz etiketlerden birini adınızın önüne getirebilecek, hatta belki bir üçüncü sayfa haberine dönüştürecek.

(Daha çok bileşeni var tabii bu dediğimin ortaya çıkması için başkaca bir yazıda geniş geniş yazmayı umuyorum)

Ve evet buna hayat diyoruz. Yapıyor. Sen olduğunu sandığın, olmak istediğini sandığın kişiyken, yaşadığı bir olay, bir durum onu halden hale sokabiliyor. Mesela küçük bir örnek olması adına; geçenlerde haberlerde “bir adet bebek maması” çalan bir adamı gördük. Belli ki hırsızlığın amacı, çocuğuna alamadığı mama idi. Ama bu olay sonucunda ve yine belli ki “iyi” olan bu adam beceremediği çalma işlemi sonucunda artık bir “hırsız” sıfatını da almış oldu, eminim ki hiç istediği halde isminin önüne.

Bu kadar lafı neden ettim:

Geçen hafta Şehir Tiyatroları’nın “Vahşi Batı” isimli oyununa gittim. Oyun, yalnız yaşayan annesinin kısa bir seyahate gitmesinden sonra annesinin evine, çiçeklerine bakmak, bu sırada elindeki senaryosunu bitirmek için gelmiş aile babası, geliri iyi olan, düzeni oturmuş mazbut Austin’in ve uzun süredir annesini, Austin’i görmemiş, berduş bir hayat süren, zaman zaman hırsızlıkla geçinen Lee’nin de tesadüfen annesine ziyarete gelmesi sonucunda yollarının kesişmesini anlatıyor.

Oyunun ilk anından itibaren birbirlerine çok uzak olan bu iki karakter, bu iki kardeş, diğerinde olanı kendinde olmayana denkleştirmemeye uğraşıyor. Yani büyürken, zamanla “ürün”e dönüşürken aldıkları o etiketleri birbirlerinden sökmeye çalışıyorlar. Tabiidir ki toplumun genelinin “kötü” saydığı, olunmaması gereken etiketleri taşıyan Lee’yi, zihindeki kodlarımız doğrultusunda ötelerken, sahip çıktığımız Austin oluyor. Austin, hiç sorgulamadığı, kazanmak için uzun süre uğraştığı ve başarılı da sahip de olduğu etiketleriyle, Lee’nin kazanmak için uğraşmadığı ama edindiği etiketlerinin de çatışmasını çok iyi sunuyor.

Yukarıda yazdığım gibi bu iki kardeş, küçüklükteki ilk özdeşi olandan farklı etiketler edinerek birbirinden sıyrılmış yaşarken, o yarattığı, sıfatlarını birbirinin terazisinde tartıyor. Ama ne kefeler ne de kullanılan ağırlıklar, ne de terazi aynı…

Ve arka planda “baba” etiketini taşıyamamış, tüm bunların müsebbibi gibi düşünebileceğimiz bir adam, kendisinden mesul bir anne…

Oyunun tamamını yazarak anlatamamak kötü ama;

Kötü” Lee’nin tahammül edemediği cırcır böceklerinin sesi, kasabada geceleri uluyan ve ev köpeklerine saldıran çakalların sesi hem metni, hem oyun içerisindeki bağlayacılığı ile güzel ve yine çok sevdiğim bir detay olarak duruyor.

Oyun, dediğim gibi bir sinüs eğrisi gibi ilk önce yukarı doğru gittikçe hızlanan bir ivmeyle ilerlerken, sinüsün tepe noktasına, bu iki kardeşin, bu iki karakterin yaşadıkları bir olay neticesinde etiketlerinin ister-istemez yer değiştirmesi sonucunda ulaşıyor. Bu andan itibaren hem oyundaki, hem de dolayısıyla hayat üzerine bildiğimiz doğrular, aşağıya doğru düşmeye başlıyor, oyunculuklar, oyunun ritmi çok yükselirken…

O çok beğendiğim finaline kadar, başta metni, çevirisi, çok iyi oyunculuk, dekor, reji şölenine hayran bırakıyor.

Özetle; hepimizi metaya ve tek tipe dönüştüren sistem yok etti, ediyor.

Kapitalizm ya da yaşam…

Bunu hepimize yaptı, yapıyor.

Bir zaman, hatta bir an geliyor, ev köpeği çakala dönüşebiliyor.

Son olarak;

Ahmet Saraçoğlu ve Serdar Orçin’in yüksek, sade performansları da cabası. Sevgili Serdar’ı sinema ya da tiyatro nerede izlesem hayran bırakıyor…

Oyun Adı: Vahşi Batı

Oyun Yazarı: Sam Shepard

Çeviri: Yıldırım Türker

Şehir Tiyatroları – İBB