Ana Sayfa Litera EVE DÖNÜŞ (ÖYKÜ)

EVE DÖNÜŞ (ÖYKÜ)

EVE DÖNÜŞ (ÖYKÜ)

Onun için yoldu her yer, ondan uzaklaştıkça susulan bir yol.

O şehir senin bu deniz benim, sarsak bir koşu tutturmuştu.

Bir keresinde, bir denizin kıyısına gömdüğü istiridyeyi bulamamak yüzünden intihara kalkışmıștı.

 

Arkadaşları, kamarasında, «Canım Hanna’ya…»diye başlayan, bir mektup bulmuşlardı:

«Yine yeni bir şehre vardık Hanna. Yağmur yağıyor. Arı kovanı gibi, itiş kakış içinde kaçışıyor insanlar.

İnsan kedi soyundan değil ki, neden yağmurdan kaçar, bir türlü anlamış değilim.

Bazılarının yüzlerinde, gün ışığına yeni çıkmış madencilerin yorgun bakışları.

Nasıl oluyor da, günümüzde Romalılar döneminden daha fazla köleye sahibiz?

Sokağının birinde gri binaların kırık camları çekiyor dikkatimi. Kırık camlardan evlerin içindeki karanlık sessizliği hissediyorum.

Camların arkasındaki insanlara el sallıyorum. Hemen perdelerini çekiyorlar.

Sahi Hanna, ne vakit bıraktı sardunyalar ışığı sevmeyi?

Aynı sokakta yere kirli bir döşek sermiş, bir evsize rastlıyorum.

Döşek, anıların bir angarya olarak belirdiği o ana, çocukluğuma götürüyor beni.

Tüm kardeşlerin yere serilmiş döşeklerin üstünde yan yana yattığı, kadrajındaki sessizliğin kederi kışkırttığı o resme götürüyor.

Hava çok soğuk olduğunda kafamızı bile çıkartmazdık yorganın altından. Anason kokan nefesiyle babam gelirdi gecenin geç vakti. Ayak ucundan dürterek uyandırırdı annemi.

Bir pişmanlık, bir ayıp gibi bakardım yorgun yüzüne. Üzerime delici bakışlar fırlatırdı. İçimi çizerdi acz ve çaresizlik.

Sensiz șimdi nasılsam, böyle yok hükmünde, kalakalırdım.

Az ötedeki sularda delicesine yalpalayan bir gemi. Sen hiç yalpa yapmazdın Hanna, hiç kıvırmazdın.

Gece yine sulara düştü Hanna. Kamarama geri döndüm.

Bekçi düdükleriyle ayaklanan gecenin ifritleri uyutmuyor.

Özlem adeta bende sınıyor gücünü.

Öyle içli bir ayaklanma ki, silme ıhlamur yağmurlarının edepsizce örtülerinden soyunduğu.

Ya da bir kuyudan aşağıya sarkıtılmak gibi. Dibi ararcasına düşmek ister gibi. Düşerken can havliyle aşka tutunmak gibi.»

 

Onu düşündükçe hep öyle olurdu zaten. Sanki dağlar büyüyüp göğüs kafesinde, sivri kargılar gibi dorukları, kaburgalarına batardı.

«Limana doğru yürüyorum. Rüzgâr, dokunduğu yerde kıvılcım çıkaran kamçı şaklaması gibi, ısırmakta yüzümü.»

 

Liman, miçonun birine sabah sigarası, bir çoğuna sevişme sonrasıydı. Onun için, ‘yarım kalan ne varsa’nın rüyaya üşüştüğü yerdi.

Ve kıyısına yığılan şehirlerin hiçbiri, bir an bile olsa eğilip bakmamıştı içindeki derin sulara.

Üstelik bununla kalmayıp, baharatı, değerli kumaşları ve taşları, isyanları ve korsanları ve Kızıldeniz’de Habeş kıyılarını ve beyaz ırkın kürk tüccarlarını ve Malabar sahilinde bekleyen karabiberi, güherçileyi, patiskayı ve solmayan gülü ve ipek kumaşı ve define avcılarını ve eski bir bavulun içine doldurarak, yurdundan getirdiği bulutları ve en çok içinden uğurlayamadıklarını üst üste yığmıştı.

Annesiyle birlikte babasını daha iyi bir ülkeye uğurladıkları yerdi liman. Babası güverteye çıkmış, Ecevit kasketiyle onlara el sallarken, «Sizi mutlaka yanıma aldıracağım» diye bağırmıştı.

Geminin, kulakları sağır eden düdükleri bastırmıştı sonra babasının sözlerini.

İçilen yeminleri, tutulmamak için verilmiş sözleri suya yazmıştı da zaman, ırağa uzayan gemilerin arkalarında bıraktığı köpükler, silmişti sonra onları suyun yüzeyinden.

Velhasıl liman, ona, denizden felaket yapılabildiğini öğretmişti.

 

Șöyle devam ediyordu mektup:

«Bence iki çeşit zaman var Hanna. Biri kronolojik olanı, diğeri ise kalbin zamanı.

Ben, şimdi hangisinin akışındayım, bilmem.

Așk uğruna kıyıcı fedakârlığı bana sen öğrettin.

Konuşurken zekâmı fethederdin, susunca kalbimi.

Bana emanet verdin çok ölünen yerleri, bileklerimde açan gülleri sana bağışlıyorum.

Sana gelmeliyim, diyorum. İzin vermiyor, iki yara arasındaki iz. İki yaka arasındaki deniz.» diye bitmişti mektup. Ve çırpıntılı sulara bırakıldıktan kısa bir süre sonra sönen bir kandili andırıyordu.

 

Odysseus’un eve dönüş yolculuğu yarım kalmıştı anlaşılan.

 

 

_____

 

ERKAN KARAKİRAZ’IN YORUMU

Josef Kılçıksız, Eve Dönüş isimli öyküsünde, Hanna’ya yazılmış bir mektubun içeriğinden hareketle, özlem çekmeye, sevmeye ve ölüme çatallanmalarla ilerleyen bir güzergâhta yolculuğa çıkarıyor okurunu. Bu öyle bir yolculuk ki adı zikredilmeyen (ancak sonda, denizciliği ve eve dönme çabasıyla Odysseus’la özdeşleştirilen) mektup yazarı denizcinin sevgilisine yazdığı mektupta karşılığını vuslatın ertelenmesiyle bulan ve yaşamın sorgulanmasıyla yol alınan bir zihin gezintisi aynı zamanda. Hafızanın bulanık, hasarlı alanlarında bir gece yolculuğu bu ve bedenin acısı, sancısıyla zorlukla sürdürüldüğünden tamamına erdirilemiyor. Denizcinin Hanna’ya yazdığı, arkadaşlarınca kamarasında bulunmuş, bir anlık hezeyanla, pek de geçerli bir sebeple kalkışılmamış intiharının hemen arifesindeki bir mektup olduğu ve yazma aşamasında henüz başaramayacağını bilmediğinden, aynı zamanda yaşamla hesaplaşılan bir veda ve özür tonu taşıyor; ancak asıl meseleyi de okura o sezdiriyor. Okur, öykünün tanrı-anlatıcısının verdiği ince ayrıntılarla, denizcinin mektubundaki çocukluğuna, ailesine, duygu ve düşünce evrenine ilişkin daha net bir panorama elde ediyor. Josef Kılçıksız, tıpkı Erasmus’un 1509’da yayımladığı Deliliğe Övgü’de yaptığınca, bugünün gözüyle bir klasikle (Homeros’un derlediği Odysseia Destanı) ilgi kuruyor. Kılçıksız’ın denizcisinin yazdığı mektubun şiirselliğini, ben buradan okuyup bu açıdan anlamlandırıyorum. Öyküdeki denizcinin zamanı asla kronolojik değil; hep kalbin zamanı.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl