Ana Sayfa Kritik “FARK”TAN “MELEZ”LİĞE: DARYUSH SHAYEGAN’IN ARDINDAN…

“FARK”TAN “MELEZ”LİĞE: DARYUSH SHAYEGAN’IN ARDINDAN…

“FARK”TAN “MELEZ”LİĞE: DARYUSH SHAYEGAN’IN ARDINDAN…

Türkiye’de daha çok Yaralı Bilinç adlı kitabıyla tanınan Daryush Shayegan [Şayegan], 22 Martta Tahran’da yaşamını yitirdi. Shayegan 83 yaşındaydı. 1979’da Devrim’den sonra İran’dan ayrılıp Paris’e gittiyse de 1991’de kendi isteğiyle ülkesine dönmüştü. Dünyayı kültürel olarak iki ayrı konum üzerinden inceleyen Shayegan, tanınırlığını, Fransa’da yayımladığı Din Devrimi Nedir? (1982) kitabıyla sağlasa da ilk önemli çalışması Batı Karşısında Asya (1977) adlı kitabıdır. Türkçede ise Yaralı Bilinç (1991) ve Melez Bilinç (2014) kitapları daha çok ilgi görmüşe benziyor.

Shayegan’ın düşünce ekseni kültürdü, özelde de Doğu ve Batı kültürü arasındaki çarpık ilişkinin felsefeleştirilmesiydi. İlk kalem deneyimlerinden biri olan Batı Karşısında Asya1, temelde kendini İran kimliği ile tanımlayan bir yazarın İslam, Hint ve Uzak Doğu dünyasının Batı dünyasıyla karşılaşmalarını, felsefi ve kültürel olarak konumlama çabasıdır. “Geleneksel” olarak nitelediği Doğu uygarlıklarının İslam, Hint, Uzak Doğu (kısmen Latin Amerika) görünürde birbirinden çok farklı gibi dursa da belli bir “Asyalı ruhu” ile birbirlerine bağlıdır ona göre. Şimdi ise bu uygarlıklar, Batılılaşma sürecinin/hevesinin etkisiyle hızla çözülmektedir. Onun bu konudaki düşüncelerini en öz şekilde şu satırlar ortaya koymaktadır: “Batılılaşma (…), Batı uygarlığının gerçek niteliğinden habersiz olmaktır. Bu bilgisizlik, durumun dış yüzünü özüyle karıştırmamıza, Batı uygarlığının görünümlerini onun teknolojik ürünlerinin şaşırtıcı kullanışlılığıyla sınırlamamıza ve bu ilerlemenin ardında cereyan eden düşünceden gafil olmamıza neden olmaktadır. (…) Bu müthiş çarkı döndüren kaynakla irtibat kurmamız mümkün değildir. Çünkü onun ortaya çıkışına yol açan değişimde bizim payımız yoktur. Biz onunla karşılaştığımızda bu büyük çark çoktan harekete geçmiş ve bizi de dişlilerinin arasına almıştı. Batı düşüncesinin itici kaynağına yol bulamayış hayranlığa yol açar, bu hayranlık da zihinsel felce.” (2008: 62). Doğu’nun genel tutumu, önce “fark etmeme”, sonra “görmezden gelme” en sonunda da “peşinden koşma” biçiminde özetlenebilir.

Tarih düşüncesi en belirgin şekilde Hegel’le birlikte felsefe yer edinmiştir. Bu anlayışta tarih, düşüncenin (mutlak Tin), geçirdiği değişimden doğar. Eğer düşünce değişmese, evrim geçirmese hiçbir olay tahakkuk etmez, mutlak bir gizlilikte kalırdı. Bu değişimin kaynağı ise faaliyetlerdir yani varlığın asli niteliği eylem kabiliyetidir. Bu aynı zamanda onun kaderidir ve bu hayat tarzı bir çağın ruhunu somutlaştırır. İnsanın amacı özgürlüğe ulaşmaktır; dünya tarihi bu anlamda özgürlüğe ulaşmanın tarihidir. Doğu, tarihin çocukluk dönemi; Yunan ve Roman ergenlik dönemi; Hıristiyan Germen topluluğu ise erişkinlik dönemini temsil eder. Hegel, tarihi Batı ile sona erdirirken ardından gelen Marx, tarihin çarkını yeniden harekete geçirir. Hegel’de dünya felsefeleşirken Marx’ta felsefe dünyevileşir, yani politik ekonomiye dönüşür. Shayegan’ın soruları ise bu noktada başlar. Peki Asya uygarlıklarının durumu nedir bu fotoğrafta? Ona göre Asya, hem Hegel’e hem de Marx’a yakalanmıştır. Çünkü tenin ne olduğunu, değişimin nasıl gerçekleştiğini ve sınıf mücadelesinin niteliğini bilmemektedir Asya. Dünyanın felsefeleşmesi veya felsefenin dünyalaşması konusuyla ilgili olarak Asya’nın bir düşünce ve inancı yoktur; o “gafil avlanmış” durumdadır. Batı’dan gelen bu kavramların nereden geldiğini ve neyle sonuçlandığını bilmediği gibi papağan gibi bilinçsizce tekrar etmektedir Asya. Asya, yakalandığı gafletten ani bir bilince ulaşsa belki kurtuluş ümidi olacaktı ancak mevcut saldırı ona hiçbir şekilde “derinleşme ve oyalanma fırsatı” vermemektedir (2008: 51). Asya, bu yola ister istemez sürüklenmiş ve bu macerada kendine ait olmayan dayatılmış bir tarihi kaderle karşı karşıyadır: “Asya’nın kaderi, Batı karşısında geri kalmış olmaktır.” (2008: 52).

Bir taraftan da Batı’nı durumu da Asya’dan daha iyi değildir çünkü zaman içinde görülmüştür ki bu yolculuğun değişim seyri Nietzsche’nin de söylediği gibi nihilizmdir yani bütün metafizik ve 2500 yıllık sahte değerlerin iptali. Heidegger’e göre de bu tarih, varlığın unutulması ve tanrıların kaçışının tarihidir. Bu anlamda Doğu’nun geri kalmışlığı bir anlamda “kirlenmemişlik” olduğu için olumlu bir durum olabilirdi ancak Batı’nın zorlayıcı kirliliğinden tamamen korunamamıştır. Böyle bir kaçış da mümkün olmadığı gibi sadece görünüşte bir korunma iki kat tehlikeli bir kirliliktir (2008: 53). Parçalanamaz bir bütünlük olarak dayatılan teknik ve düşünce karşısında Doğu’nun bir bilinci yoktur. Her ne kadar kendi kültürel ölçütlerine uygun ögeleri seçme gibi bir ihtiyat içinde olunsa da tekniğin yok edici sonuçlarından sakınmak neredeyse imkansızdır. Çünkü teknik bizzat düşünsel bir değişimin birkaç bin yıllık gelişiminin sonucudur: “Teknik, Batı düşüncesinin kaçınılmaz sonucudur. Onun özellikleri doğayı ‘eşya’nın ‘şey’liğine indirgemekten, salt muhasebeye dönüşmüş bir düşünceden, içgüdülerin egemen olduğu bir insandan ve her türlü uhrevî anlamdan boşalmış ve tek boyutlu bir çizgi olarak ilerlemekte olan bir zamandan ibarettir.” (2008:53-54).

Shayegan’a göre Batı düşüncesinin seyrinde dört düşey hareket belirleyici olmuştur. Bunların ilki sezgisel görüşten teknik düşünceye geçiştir. Bu düşey hareket insan ile varlık arasındaki bağlantıyı nicel ve matematiksel orantılara dönüştürerek, bilgiyi toplumsal ve ekonomik praksise indirgemek anlamına gelir. Bu nedenle Shayegan, bu harekete düşünceyi teknikleştirme akımı diyor. İkinci olarak tözel biçimlerden mekanik kavramlara doğru harekettir. Bu harekette doğanın kendiliğinden gelişen canlı, bağımsız ve gizemli nitelikleri olumsuzlanarak tabiat geometrik bir boyuta ve somut eşyaya dönüşmüş olur. Bu da evrenin dünyevileşmesi olarak kavramlaştırılır. Bir başka hareket ise ruhsal cevherden bedensel güdülere doğru yapılmış; insan psikolojik ve içgüdüsel etmenlere indirgenmiştir. Günümüz antropolojisinin temeli tam da bu ilkelere dayalıdır; bu yüzden bu, insanın doğallaştırılması akımıdır. Son olarak geri dönüş yani ahiret düşüncesi tarihperestliğe dönüşmüştür. Tek boyutlu ilerleme anlayışı nicel bir düz çizgiye dönüşmüştür. Bu da zamanın mitolojiden arındırılması anlamına gelir. Elbette Doğu’nun, başlangıçta geri kalmışlığından dolayı bu tarihi kaderin ortaya çıkardığı nihilizmden korunabildiği düşünülebilirdi ancak yaşanan endişe verici değişimler dikkate alındığında olumsuz bir sonucun olduğu ortadadır. Doğu, bir yandan Batı’nın teknik düşüncesini alıp kültürel kimliğini koruyabildiğini zannetmektedir: “Bu zahirî ilerleme, var olan teknolojik mesafeden doğan geri kalmışlığımızı doldurmadığı gibi, nihilizmin seyri karşısında sahip olduğumuz görece korunmuşluğu ve daha az kirlenmişliği de azaltmaktadır.” (2008:56).

Shayegan, Din Devrimi Nedir?2 kitabında Batılı modern kültür karşısında geleneksel din ve kültürlerin durumunu ele alır. “Geleneksel medeniyetler”, belli karakteristik özellikler bakımından benzerdir. Hint, Çin ya da İslam uygarlıklarının, hem teorik bazı temaları hem de pratik boyutları bakımından yapısal benzerlikler taşıdığı söylenebilir. Örneğin bu geleneklerin hepsinde, içkin ve aşkın nitelikleriyle varlığın temeli, özlerin özü olarak anlaşılır. Yine bu geleneklerin algısında tarih, döngüsel bir seyir izlemektedir. Başka bir benzerlik de evrenin ve insanın yapısının uyumlu tarzda üçlü bir karakter taşımasıdır; “makrokozmos ile mikrokozmos arasında bir benzeşim” ve ahenk bulunmaktadır.

Batı’da yaşanan modern dönüşümden, neredeyse bütün dünyanın payını aldığı kanaatindedir Shayegan. Doğu’nun geleneksel kültürleri de kendi paylarına düşeni almıştır elbette. Batı’nın modern Kartezyen aklı, Doğu’nun muhayyilesini savurup atmıştır. Oysa geleneksel yapılarda muhayyile yetisi, ontik bir gelişme ve sürekliliğin imkanını içermektedir. Çünkü muhayyile, hakikat arayışının temsillerini yaratabiliyordu. Bu yüzden modern olan muhayyileyi tahrip ederek muhayyilenin yitimine neden olmuş, böylece de Doğu’nun perspektifi kaybolmuştur. Batılı felsefe ise çoktandır muhayyileyi dışlamış durumdaydı ve bu alanı şairlere terk etmişti. Romantik şair Novalis’in, “Tanrıların kaybolduğu yerde hayaletler hüküm sürer.” ifadesini, bu konuyla ilişkili olarak anar Shayegan.

Moderniteye anlamak gerektiğini yönünde bir düşüncesindedir; onu insanlığın özgürleşme hikayesinin parçası olarak görür. Ona göre Batının macerası, insanlığın da macerasıdır; Batı düşüncesi insanlığın müşterek zenginliği olarak görülmelidir. Batı’nın güncel tecrübesi dikkate alınmaksızın insanlık daha iyi bir noktaya gelemeyecektir; çünkü “yalnızca yaralayan mızrak iyileştirir yarayı.” der. Doğu, kendi kültürel durumunu, başka bağlamlardan hareket ederek kavrayabilir ancak. Doğu, mitsel-şiirsel düşüncenin eşiğini aşamamıştır ve bu bağlamla kendi kendini açıklayamaz. Kendine mesafe koyamayıp kendini nesneleştiremediği sürece hiçbir kültür kendisini açıklayamayacaktır. Bir yandan teknolojik ürünleri kullanıp diğer yandan bunları tasarlayanları şeytanın ortakları olmakla suçlamak saçmadır. Bu nesnelerin üretilmesini sağlayan zihniyeti anlayabilmek gerekir. Bu yüzden Shayegan’ın önerisi, dünyayı merakla keşfeden insanın zihniyetini “sevgiyle” anlamaya çalışmaktır.

Shayegan, Yaralı Bilinç3 kitabında geleneksel uygarlıkların, üç yüz yıla yakın bir zamandır “tarihte tatil”de olduğu düşüncesindedir. Modern, dünyayı yavaş yavaş ele geçirirken Doğu, yenilikten uzak bir kimliğe bürünmüş, yeniden ve yenilikten korktuğu için Batı karşısında edilgenleşmiş, yaralanmıştır. Batı karşısındaki gerileme geçmişteki parlak günlere dönüş duygusunu kabartmıştır. Geçmişte her şeyin daha iyi olduğu, o zamanlara geri dönersek her şeyin daha iyi olacağı düşüncesi ise köktenciliğe sebep olmuştur. Gerçekte günün koşullarına uygun şekil almamış bir düşünce, toplumu ilerletmekten ziyade gerilere atacaktır. Sürekli bir kimlik kaybetme korkusu, çaresizlik ile dine sarılmış, geleneğe sarılmış ve bu sarılma dini ve geleneği de olduğundan farklı hale getirmiştir: “…din aklın oyununa gelmektedir: Batının karşısına dikileyim derken kendisi Batılaşmakta; dünyayı manevileştireyim derken kendisi kutsallıktan uzaklaşmakta; ve tarihi reddedeyim derken bütünüyle tarihe gömülmektedir.” Mevcut tanrıların karşı konulmaz çekiciliğine bağlanmış bir Hindu için “mitos”, gündelik yaşamdan daha gerçek durumdadır; bir Budist için Bodhisattva, tarihin varlığından daha öğretici ve daha göz kamaştırıcı görünmektedir. Bir Müslümanın bilinci, gerçeğin ötesinde öze ilişkin gibi görünen şeyi keşfetmek için yapıldığı için, ne üretim biçiminden doğan toplumsal ilişkiler, ne “kendinde şey”, ne de zaman içindeki mutlak Tin önemlidir. Bu fikirleri ona iletmeye çalışmak boşuna bir çabadır. Çünkü “farklı ontolojiler arasında akım geçmeyecektir. İkisi arasında tarihin yarattığı boşluk vardır.” (1991: 40). Bilinçte imge uyandıran her kavram, o kavramı kullanan insanın dünya görüşünü oluşturur; çünkü epistemoloji, “alışkanlık oluşturan bir güç”tür. Bu sebeple “farklı” epistemolojik ve ontolojik düşünce blokları arasındaki çatışma, bilinçlerin çatışmasıdır. Bu çatışmalara maruz kalan bilinç; düşünceyi tutarlı hâle getiren zaman-mekan bileşkesini oluşturmakta zorlandığından şizofrenik bir dünya görüşü ortaya çıkar.

Doğu’nun ontolojisinde gerçek hep başka yerdedir hatta gerçek bile değildir; çünkü gerçeklik diye bir şey olduğunu farz etsek bile, bu basit bir yanılsamadır. Nesnellik kurgusaldır, nesnelliği kuran öznellik daha da kurgusaldır. Bu düşüncede insan hem hiçbir şey değil hem de merkezdir. Batı modernizmine yanıt veremeyen Asyalı uygarlıklar git gide daha da saldırganlaşan düşüncelerin kuşatması altında içlerine kapanır; bu sırada bireyler de toplumsal olarak atadan kalma davranışları taklitçi bir şekilde yaşayıp yeniden üretirler ve kendilerini çevreleyen dünyada değişen gerçekliklerle git gide daha az çakışan tedavülden kalkmış düşünce şemalarıyla düşünür olmuşlardır. Bu gerileme, kendi aralarındaki verimli karışımlara da son verir, bu büyük uygarlıklar birbirlerinden tecrit olur ve hepsi de gözlerini Batı’ya çevirirler: “Tarihten çekilirler, bir bekleme devresine girerler, kendilerini yenilemez olurlar ve biriktirdiklerini harcarlar. Olaylara yetişemeyen, ekonomik gerçeklikle aralarındaki uyumsuzluk yüzünden çöken ve zevahiri kurtarmak için atadan kalma koleksiyonları gizlice satan aristokrat aileleri gibidirler: mücevherler, tablolar, halılar, gümüşler, her şey satılır, artık satılacak hiçbir şeyin kalmadığı acı gerçeğinin anlaşılacağı güne dek.” (1991: 52).

90’lı yılların sonuna doğru Shayegan, daha güncel meselelerle ilgilenmeye başlamıştır. Önceki temaları, kavramları az çok değişerek hâlâ kullansa da dağarcığına yeni kavramların eklendiği gözlenir. Eski felsefi/teorik analizler, odağını yeryüzünde olan bitene döndürmüştür. Bu odaklanmalarda Baudrillard’ın Deleuze’ün etkisi gözlenmektedir. Ele alınan konular “çoğul kimlikler”, “karışım bölgeleri”, “heterojenleşme”, “göçebe düşünce”, “melez bilinç”, “sanallaştırma”… kavramları etrafında değerlendirilmiştir. İran’daki gözlemlerinden çıkarımla baskı ve denetimin arttığı toplumların çeşitleneceği, daha fazla göçebeleşeceği ve dönüşümler doğuracağı yorumunu yapar (2014: 13). Modern insanın en belirgin niteliği, aşılmaz ikilemlere sıkışıp kalmamış olmasıdır. Onun önünde bir tercihler yelpazesi açılmış ve “manevi manzaraların oluşturduğu çiçek dürbünü onu bir Homo viator (seyyah insan) haline getirmiştir.” (2014:99). Bu haliyle insan, hac yolculuğu herhangi bir güzergahla sınırlı olmayan bir hacı haline gelmiştir.

Teknolojiyle pek de barışık olmayan Shayegan düşüncesi, Arap Baharı’yla beraber bir esnemeye uğrar gibi olsa da Baudrillard’ın Amerikan toplumuna dair görüleri ve Habermas’ın “şiddet sarmalı ile iletişimin çarpıklaşması” arasındaki kurduğu ilginin etkisindedir. İletişim teknolojileri “iletişimsel bir patoloji” ortaya çıkardığı gibi gelişen teknoloji, sanallaşma biçimiyle “yeni bir büyüsellik” (2014:33) yaratmaktadır. Sanallaşmanın iki kipi söz konusudur. Birisi spekülatif mistisizm, diğeri de teknolojik sanallaşma. İkisi de ontolojik olarak farklı dünyalara gönderme yapmakla birlikte aralarından şaşırtıcı benzerlikler vardır. Freni patlamış modernliğin baş özelliklerinden biri gerçeklik fazlasıdır, bu yeni yaşam tarzı fazlasıyla kurgusaldır çünkü o, “imgeselin gerçeklikte aşılmasıdır”. Böyle bir dünyada görüntünün mesnedi yoktur artık, görüntü sadece kendine atıfta bulunur (2014: 30).

Shayegan’ın “ontolojilerin farkı”na yaslanarak yaptığı analiz, diyalektik çatışma tezine karşı olup dönüşmeye açık olmayan bir kurgu da ortaya çıkarmaktadır. Geçen süre içerisinde değişen dünyayı gözlemiş olması onu, yeni bin yıla girerken farklardan çok “melezlik” anlayışına yöneltecektir. Shayegan’ın kültürel analizleri, toplumsal sınıflardan ve ilişkilerden bağımsız “öz” zihniyetlere bağlıdır ve “indirgeyici”dir. Kültürel düzleme fazlasıyla özerklik bahşederek bu alan atfen kendinde bir işleyiş mekanizması varsayımı öne çıkmaktadır. Kültürel ve düşünsel alandaki arızi durumlar, cazibesi yüksek edebi dilinde hastalık metaforları olarak karşılık bulur: “yaralanma”, “çatlama”, “şizofrenik”, “psikolojik darbe”, “klostrofobi”…

Sınıf kavramını “içi boş ve soyut” bir analiz kavramı olarak görür. Ona göre toplumsal gerçeklikte sınıfın bir karşılığı söz konusu olamaz. Ayrıca Marksist anlayışların eleştirel tutumlarını dikkate almayıp Marksizmi, modernin bir türevi addetmek ve “Batı nihilizminin son büyük savaş aleti” (2008: 22) saymak yüzeysel ve toptancı bir bakıştan kaynaklanmaktadır. Erken dönem yazılarında Soğuk Savaş dönemi pür liberallerinin fazlaca etkisi altında kaldığı izlenimi yaratıyor. Ona göre Gandhi, kadim Hindistan’ın ahlak ve geleneklerinden ilhamla Hindistan’ı özgün bir yola sevk etmek isterken Mao Tse Tung, Çin’in ve Güneydoğu Asya’nın kaderini tam aksi yönde bir maceraya doğru sürüklemiştir. Mao’dan sonra Batı nihilizminin Asya’nın yarısını sarmış olduğunu söyler. Batı düşüncesinin tarihsel sürecine bakıldığında kaçınılmaz olarak “en nihayetinde ya Nazi ırkçılığına ya da Sovyet sınıfçılığına” (2008: 35) vardırması, fazlasıyla dar bir ufuktur.

Krizle karşılaştığında en sık karşılaşılan hayıflanmalardan biri, “Biz eskiden ne güzel haldeydik de şimdi bozulduk!” lafızlarıdır. Modernizm trenine geç bindiği için felç olmuş Doğu toplumları, Batı’yla karşılaşana kadar kendi iç huzuru yerinde ve muhayyilesi zengin bir şekilde yaşıyorlardı gibi bir algı ortaya çıkıyor. Sınıflı toplum, sömürü ve tahakküm ihmal edilerek yapılan her analiz, yekpare bir uygarlık varsayımıyla gerçekliği tahrif etmekten sakınamaz. Shayegan, yöntem olarak “mitostan arındırma”yı tercih ettiğini söylese de daha çok “indirgeyici yorumsama” ve “büyültücü yorumsama” aletleriyle çalışmış durumda. Netice şu ki “fark” ile düşünce yolculuğuna başlayan Shayegan belirgin bir kopuşla, “yaralı bilinç”in ancak modern bir tedaviyle “melez bilinç” olarak sağlığa kavuşacağını ummuş görünüyor.

KAYNAKÇA:

Shayegan, Daryush (1991). Yaralı Bilinç, çev. Haldun Bayrı, İstanbul: Metis Yayınları [Paris, 1989]

Shayegan, Daryush (2013). Melez Bilinç, çev. Haldun Bayrı, İstanbul: Metis Yayınları

Şayegan, Daryuş (2008). Batı Karşısında Asya (2.basım), çev. Derya Örs, İstanbul: Ağaç Yayınları.[Tahran, 1977]

Şayegan, Daryuş (2015). Din Devrimi Nedir?, Ankara: Sitare Yayınlar. [Paris, 1982]

1 Şayegan, Daryuş (2008). Batı Karşısında Asya (2.basım), çev. Derya Örs, İstanbul: Ağaç Yayınları.[Tahran, 1977]

2 Şayegan, Daryuş (2015). Din Devrimi Nedir?, Ankara: Sitare Yayınlar. [Paris, 1982]

3 Shayegan, Daryush (1991). Yaralı Bilinç, çev. Haldun Bayrı, İstanbul: Metis Yayınları [Paris, 1989]

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl