Ana Sayfa Manşet GANİ TÜRK İLE SÖYLEŞİ

GANİ TÜRK İLE SÖYLEŞİ

GANİ TÜRK İLE SÖYLEŞİ

KENDİMİ SİL BAŞTAN YARATMAK İSTİYORUM.”

 

biblohayat@hotmail.com

Öncelikle yeni çıkan “Yazmak ve Bilinç Akışı” isimli son kitabınla yeni baskısı yapılan “Cennetin Havarileri” isimli ilk kitabın hayırlı olsun… İlk ve son kitaplarını birlikte çıkarmanın hikâyesi nedir? Bu nasıl bir duygu?

Teşekkür ederim, var olasın. Evet, ilk eserim ve son eserim birlikte basıldı. Bu arada kitaplarım zamansizdergi.com’daki site mağazasından sipariş edilebilir. Benim edebiyatımın farkında olan sayıca dar, ama sıkı okurlarımın ve hasbelkader olası yeni okurlarımın huzurunda birbirini hiç görmeyen, tanımayan, hayat bulma koşulları ve temalarıtamamen farklı olan iki kardeşi tanıştırıp buluşturmaya hazırlanan bir ebeveynin heyecanını yaşıyorum. Dönüp yazma geçmişime baktığımda ilk romanım olan Cennetin Havarileri 2013 yılında basılmış. Yaklaşık on yıldır zamanım ve imkânım oldukça sürekli okuyup yazmışım. En az üç yıldır ‘Yazmak ve Bilinç Akışı Anlatım Tekniği’ üzerinde çalıştım ve biraz da yazar ve okur dostlarımın baskısıyla denemelerden oluşan bu eleştirel çalışmamı tamamlayıp kitap olarak çıkarmaya karar verdim. İşin ilginç tarafı,“Yazmak ve Bilinç Akışı Anlatım Tekniği” ile daha bu kadar haşır neşir ve hâkim değil iken yıllarca önce Cennetin Havarileri’ni yazmışım ve bu gün baktığımda Cennetin Havarileri’nde olup biten yer yer bilinç akışı ile, karakterlerin bir kısmını‘iç monolog anlatımı’ şeklinde işleyişimle, karakterlerin karşılıklı diyaloglarıyla, şair bir karaktere yer vermemle, bazı karakterlerimin kalemi yazarın elinden alıp kendilerinin kendilerini anlatmasıyla aslında kısmi olarak bugün vardığım sonuçlara göre edebiyat dünyasına adım atmışım. İlk eserim ile son eserimde bilinç ve bilinçaltı dünyamın genetik kodlarıyla karşılaşmışım ve hayat vermişim. Bu durumumun farkına varınca bu zihinsel buluşturmayı bedensel bir buluşturmaya dönüştürmek istedim; hem mutluyum, hem de şaşkınım. Cennetin Havarileri uzun zamandır ikinci baskısı için yayıma hazırdı, fakat içimden bir sesin beni durdurmaya çalıştığını fark ettim ve son çalışmam bitene kadar da bekledim ve beklettim. Bu gün itibariyle zihnimin derinliklerinde yatan bilincimin depoladığı hikâyelere, anlamlara daha bir yakınım, bir kısmının zihnimin girdaplarındaki adreslerine ulaştım ve bu kolay olmadı. Bu süreç onlarca yıllımı aldı. Bu süreçte okumak için sürekli farklı yazarların ve farklı hikâyelerin peşinden koştum, Farklı yaratımların, üretimlerin peşinden de koştum. Hedefim kendime has bir farklılığı ve yazım dilimi oluşturmaktı. Bugün itibariyle edebi dil ve tarz açısından farklılaşıp kendim olmaya başladığımı hissediyorum.

Herman Hesse’nin ürettiği “avcı okur” deyimine bayılırım ve hayalimde on binlerce okur yok, çünkü kendi yağımda kavrulmaya çalışıyorum, arkamda veya yanımda herhangi bir güç veya yapı da yok, böyle gölge yapılara kesinlikle karşıyım zaten. Yanımda sadece avcı okurlarım ve benim yazım potansiyelime inanmış, güvenmiş sayılı yol arkadaşlarım ve yazar dostlarım var. O yüzden ne kadar iyi yazarsam yazayım dar bir çerçevede kalacağımı da biliyorum. Hayalimde sadece “avcı okur” var. Bir olur veya bin olur hiç önemli değil. Ben, bu tür okur profili peşindeyim. Okurumun beni hırpalamasını, tartmasını, yargılamasını isterim. Yayımlanan “Yazmak ve Bilinç Akışı” deneme/eleştiri kitabımı okuyan bir avcı okurun Cennetin Havarileri’nin peşine düşeceğini düşünüyorum. İlk eserimin yani havarilerimin altta kalmayacağını, yüzlerinin akıyla bu buluşmaya hazır olduğunu da hissediyorum. Cennetin Havarileri’ni yazarken geleceğin havarilerine hayati düşüncelerimin, edebi hayallerimin ve umutlarımın bir kısmını da yükleyip işlemeye çalıştım ama neyi ve neleri yüklediğimin ölçümünü yapmakta zorlandım, çünkü karakterlerimin bazı düşünce ve davranışlarının beni etkisi altına aldığını çok sonraları fark ettim. Bu durumu fark ettiğim anda dönüp romanı tekrar gözden geçirdim ve elimden geldiğince objektif davranmaya çalıştığımı da gördüm. Düştüğüm veya kendimi düşürdüğüm bu duygusal tuzaktan yüzümün akıyla çıkmıştım. Zaten jüri ben değilim ve olamam, o yüzden topu ‘avcı okur’ a atmak istedim. Cennetin Havarileri’ni yazarken bilinç akışının nasıl bir şey olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu, fakat yazmaya karar vermeden önce havariler gece gündüz demeden yıllarca benimle yaşadılar, ben onlarla yaşadım. Az kavgalarımız olmadı…

Sorduğun sorunun cevabını biraz daha açayım; beni bilen okurun ilk üretimimle son üretimimi karşılaştırmasını istedim ve bu sürece ben de dâhilim. Yazmak ve Bilinç Akışı kitabım başta beni olgunlaştırdı. Bilinç Akışı Anlatım Tekniği gibi herkesin şapka çıkartıp aynı zamanda can havliyle kaçtığı tehlikeli edebi bir anlatım alanında “Detaylı, akademik bir bazda kimse yoksa da ben varım” demek istedim. Bu arada ben bir edebiyat eleştirmeni değilim ve ülkemizde edebiyat eleştirmenliğine çok ihtiyaç olduğunu düşündüğüm halde bu yolda devam etmeyi de düşünmüyorum, çünkü genel itibariyle ne okur ne de yazar bu sürece hazır değil, herkes övülmeyi ve çok satmayı hayal ediyor. O yüzden bazen yazmayı bırakma isteğim kabarıyor, ama kendimi henüz popülist kaygılarımdan arındırabilmiş değilim ve yazmayı bırakma adına henüz A. Rimbaud kadar cesaret ve asalet edinebilmiş değilim, çabalıyorum. Niye mi? Bu ülkede bugün itibariyle bir dürüm ortalama olarak 50 TL’dir. Bir dürümün midemizi meşgul edip yok olması yaklaşık dört saattir, oysa bu dört saatte insan bir dürüm yemeyip sadece su veya birkaç çay içse hayatında hiçbir şey değişmeyecek, hatta dürümü yemese ve dürümün karşılığı olan kaloriyi vücudundaki yağlardan eritse sağlığı için çok daha iyidir. Günümüz enflasyonunda 250 sayfalık bir kitabın ederi en az 50 TL’dir dediğimizde okur kıyameti koparıyor… Oysa kitaba yatırılan o 50 TL’lik paranın ömrü dört saat değildir; kitabı alan okurun ömrü, aldığı kitaptan çok daha kısadır…

Yazmak ve Bilinç Akışı” isimli “Zamansız Edebiyat Yayınları” tarafından çıkan kitabını okuyacak okur ve yazarlar neyle karşılaşacak? Çokça kalem oynatılmayan “Bilinç Akışı Tekniği” üzerine kitap yazma gerekçen neydi?

Bilinç akışıyla yazan yazarlar bile bilinç akışı anlatımına tam olarak sahip çıkmamışlar, çıkamamışlar. Bana sorarsanız tam da anlamamışlar, herkes kendi sazını çalmaya çalışmış. Çoğunun akordu bozuk… Birileri “Anlık Edebiyat” demiş, birileri “Çağrışımsal Edebiyat” demiş, birileri “Zihin Akışı” demiş, birileri “Anti Roman” demiş, demiş de demiş. İşleyiş olarak da birileri noktalama imlerini kullanmamış, birileri yazı olarak şekiller çizmiş, birileri toplama metinleri bir araya getirmiş vs. Bu tespitlerimin hepsinin detayları örnekleriyle beraber kitabımda mevcuttur. Bu arada ben bu yazım modasına “Serbest Metin Edebiyatı” demek isterim. Bu kitabımı okuyacak okurlar kanımca ona sunulan ezberleri sorgulamaya başlayacak. Bu konuyu yazma gerekçem ise tesadüfi oldu diyebilirim. Bu konu ile ilgili sadece bir deneme yazmak istemiştim, fakat işin içine girince kazın ayağının ölçüsünü yanlış hesapladığımı anladım ve o ayağın elimde patlamasını istemedim. Zamansız Dergi’de bu konu ile ilgili ilk yazım yayımlanıp ilgi görünce önce yazmak ve bilinç akışı ile ilgili okumam gereken kitapların listesini çıkarıp temin ettim. Bu arada listemdeki kitapları okudukça kitap listem beş defa daha artarak değişti. Bu alanda isim yaptığı için J.Joyce’ tan örnek vereyim. Joyce’un lafıdır, Ulysses’in içine o kadar çok bilmece, bulmaca, gizem ve muamma koydum ki bu; profesörleri yüzyıllarca meşgul tutacak ve ne demek istediğimi tartışacaklar, insanın ölümsüzlüğü garantilemesinin tek yolu da budur.Bu da Joyce’un lafıdır. “Dublin yok olursa Ulysses kullanılarak tekrar inşa edilebilir.” Joyce’un bir başka dediği, “Beni hedefe ulaştıran her şey geçerlidir” Sanırım ‘avcı okur’da Joyce’un bu cümlesiyle çağrışımsal olarak Makyavellist bir çağrışım yeşerir. Bir başka Joyce, “Hayat, kötü bir kitabı okumayacak kadar kısadır” Joyce’un en detaylı biyografisini yazan ünlü eleştirmen Richard Ellmann ‘James Joyce’ kitabının 545. sayfasında şöyle der, “Pek çok kişinin Ulysses’i dâhice bir eser olarak övmelerine rağmen kitabı bitirecek kadar ilgi göstermiş olduklarından şüpheliyim.” Yine Joyce’dan,“Okurlarımdan tek isteğim, yaşamlarını kitaplarımı anlamaya adamalarıdır” geçtim, Hemingway, “Açıkçası, kitapları okuyanlar açıklamalı, yazanlar değil.” Bunu da geçtim, Joyce’un şu sözü ilginçtir, “Yeni eserimde olaylar gece geçiyor. Geceleri olayların pek net olmaması doğaldır, öyle değil mi?” Bu eser “Ulysses” tir. Joyce, günah çıkartıyor gibi değil mi?

Yazmak ve Bilinç Akışı” (Deneme/Eleştiri) kitabında referans aldığın bir dolu yazar ve kitaplar hangi saiklerle seçildi? Bahsi geçen isim ve kitapların meramını anlatmada nasıl bir katkısı oldu? Yazar ve kitaplarda aradığını bulabildin mi?

Tekrar hatırlatayım, başlangıçta bilinç akışıyla alakalı 5-6 sayfalık bir deneme yazısı yazmak istedim. Yazdım ve Zamansız Dergi’de yayımlandı. Yazı epey ilgi gördü, benzeri yazıların devam etmesi gerektiği baskısı ile karşılaştım. Bir süre kararsız kaldım, bu arada bu akımı araştırmaya koyuldum. Bilinç Akışı Yazım Tekniği’ni kurcaladıkça, araştırdıkça defalarca ilk yazımı yazdığıma pişman oldum, çünkü doğru dürüst kaynak bulamıyordum. Beni takip eden yazar arkadaşlarım ve bazı ‘avcı okur’ takipçilerim sürekli bu konu ile ilgili neler yaptığımı soruyorlardı. Bu durum hem hoşuma gidiyordu hem de canımı sıkıyordu. Bilinç akışından bahseden eleştirmen veya yorumcular işi bir iki paragrafla geçiştirmişlerdi. Birkaç tez yazısı ile karşılaştım, aynı tavırla karşılaştım. Bilinç akışı ile yazan yazarlar sanki akımı formülize etmek istemiyorlardı veya isimlendirmeye çekiniyorlardı, çünkü bu anlatımın bir kuralı yoktu ve akım; kaynağını bilinç düzeyi ve bu düzeyin altından yani bilinçaltından alıyordu. Anlıktı ve çağrışımsaldı, fakat Joyce’ta, Woolf’ta, Cortazar’da çoğunlukla çağrışımlar da gizli kapaklı ve bulmacamsıydı, çözmek meseleydi. Her yazar aynı sözü, aynı hedefi, aynı sazı ayrı hikâyeler ve notalarla çalmaya çalışmıştı. Aslında olması gereken belki de böylesiydi. Anlam üretmek ile görevli beyin sinapslarımız dakikada yakalayabileceğimiz kapasite itibariyle milyarlarcaydı. Beynimiz saniyede bir milyar kere bir milyar işlem kapasitesine sahiptir… Beni tatmin edecek yeterli kaynak elde edemeyince oturdum bu tarz ile yazan (yazıldığı iddia edilen) yazar ve kitapları okumaya başladım. Yazarın zihninden anlık olarak geçen anlatıları bağlantılandırmak, anlamlandırmak bir okur açısından çok da kolay değildir. Bir patlama sesini düşünün; savaşta olan birisi için ölüm çağrışımıdır, düğünde olan için mutluluk çağrışımıdır, mucur üreten şirketin işçisi için sadece gündelik bir dinamit sesidir veya o şirketin kurulduğu köyün köylüsü için dağı/doğayı katleden bir niyet göstergesi… Bir örümceğin ağını örerken ki hedefini ve hayalini düşün; hem evini/eserini inşa ediyor hem de ağına takılacak katığını/umudunu hayal ediyor. Örümcek/yazar ağını örerken bir anlık hatasına, hırsına veya zamansız bir yanlışın dayanılmaz çekiciliğine yenilip/kapılıp ağının bir yerlerinde yanlış ve zamansız bir şekilde defolu düğümler attığında bedeli ağır olur. Bu durumda evinin/eserinin inşası yarım kalabilir, tamamlasa da bir işe yaramayabilir, çünkü yanlış inşa edilmiş bir mekân insanı tatmin etmeyebilir, koruyamayabilir veya atmayı unuttuğu düğümlerin boşluklarından avını/hedefini kaçırabilir.

Önceden Joyce’un Ulysses’ini, Woolf’un Dalgalar’ını, Calvino’nun Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu romanlarını okumuştum, canım sıkıla sıkıla okumuştum, anlamakta zorlanmıştım. Bu üç romana tekrar döndüm, fakat açık ve net verilere yine ulaşamadım, yani kafamda tablo oturmuyordu, sanırım hâlâ oturmuş değil ve oturacak gibi de değil, alan serbest bir atış poligonu gibi. Yine de yayımlanmış olan‘Yazmak ve Bilinç Akışı” çalışmam ile meseleyi yakınlaştırabildiğime ve biraz da anlaşılabilir bir noktaya getirebildiğime inanıyorum. Tabii işin içinden çıkamayınca; dediğim gibi yazarların yazmak ile ilgili ne söylediklerini, ne düşündüklerini merak edip tercih ettiğim kitapları edinip okumaya başladım. Bunlardan bir kaçını da sıralayayım:

Yazın Sanatı ve yaratıcı Yazarlık (Ray Bradbury)

Yazma Sanatı (Stephen Kıng)

W.Woolf’tan Yazarlık Dersleri (DannellJones)

Mesleğim Yazarlık (H. Murakami)

İyi Yazmak Üzerine (W.Zınsser)

Edebiyat Nasıl Okunur (T. Eagleton)

Don Kişot’tan Bugüne Roman (J. Parla)

Roman Yazma Sanatı (R.B.Tobias)

Liste uzayıp gidiyor… Temin edebildiğim kaynaklardan istediğimi tam olarak alamadım, merak ettiklerimin cevaplarını da tam olarak bulamadım, soru soran ile karşılaşmadım, o yüzden hep yarım kaldım. Dolayısı ile yazılarım devam ettikçe kendime sorular sormak zorunda kaldım. Ama yazmak ile ilgili çok şey öğrendim. Mesela Nobel ödüllü H.Murakami’nin dediğine bakalım “Ve sanırım bundan sonra da kendi içime doğru inip orayı daha derinlere, en dibine kadar araştıracağım. Bu benim için yeni bir bilinmeyen yer, muhtemelen de sanırım son olacak. O sınırı iyi ve etkili bir şekilde genişletip genişletemeyeceğimi ben de bilmiyorum. Ancak tekrar ediyor olacağım ama orayı motto ve hedef olarak almak harika bir şey olacak. Kaç yaşında olursam olayım, nerede olursam olayım.” Murakami, düpedüz bilinç akışının peşinde ama akımı isimlendirmemiş ve ilginçtir Joyce’a çok değer verip kutsuyor. Kitapta detaylandırmışım.

Dünya edebiyatında “Bilinç Akışı Yöntemi” tam olarak neye tekabül ediyor? “Yazmak ve Bilinç Akışı”(Zamansız Yayınları, 2022) kitabında özellikle “Bilinç Akışı Anlatım Yöntemi” hakkında nasıl bir sonuca vardın?

Zor bir soru. Bilinç Akışı, yazarın anlık zihin/düşünce akışı anlatımına ve çağrışımsal edebiyata tekabül ediyor. Bilinç akışını “Serbest Edebiyat Metni” diye tanımlamışım. Dolayısı ile sonuç yok! Sonuç, yazarın edebi anlatım yaratıcılığı… L. Sterne, Proust, Faulkner favorilerim… Bu anlatım tekniği ile ilgili sonucu bugün değil, yarın belirleyecek, çünkü bu anlatım tarzı ile yazdığını iddia edip o kadar farklı davranan yazar var ki hangisinin bu anlatım tarzına uyduğunu öngörebilmek veya kabul etmek neredeyse imkânsız, çünkü ölçüt ve formülizasyon yok… Tabii, kitabımda birkaç ölçüt durumlarına temas etmişim. Ucu açık girişimlere ucu kapalı cevaplar vermek doğru bir teşebbüs değildir. Şunu diyebilirim ama; bu anlatım tarzı anlık, zihin ve zihin altı bir anlatım tarzıdır, fakat kafam epey karışık, çünkü Joyce’un Ulysses’i yirmi dört saatlik bir zaman dilimi iken Joyce romanı yaklaşık yedi yılda ancak tamamlayabilmiş. V. Woolf’ta da en az üç yıl, Proust’ta yıllarca…

Yazmak ve Bilinç Akışı” kitabında tanınmış yazarların yazma süreçleri hakkındaki deneyimlerini de paylaşıyorsun… Kitapta yer verdiğin “Yazarlar neden yazıyor?” Ve “Neden her yazarın farklı bir yazma tarzı oluyor?” Bu sorulara yazarlar genelde nasıl cevaplar veriyor?

Hepsinin bir şekilde bir derdi/yarası//hayali/hesabı veya ihtiyacı var ve derdinde ciddi/samimi olanın kendinde var oluş sancıları var. Her yazarın farklı yazma tarzı/çabası o yazarın edebi kimliğidir, hatta edebi adresidir ve aslında her yazanın bir tarzı yoktur, tarz yaratabilen yazarın bir sesi ve biçimi vardır. Yazarlar da birer insan olduğuna göre her yazarın bir yaşam tarzı, bir huyu, bir suyu ve bir bakış açısı olmalı; tıpkı her insanın parmak izinin başka parmak izlerine benzemediği gibi. Başka parmak izlerini taklit eden yazar farklı yazmıyordur… Kanımca bir yazana “Yazar” diyebilmemiz için kendi sesini/tarzını yaratabilmiş olması gerekir değil mi? Mesela M. Proust,“Kayıp Zamanın İzinde” nehir roman dizisini yazmaya niyetlendiğinde kendini tamamen eve kapatır ve dolayısı ile kendini yazmaya başlar. H.Murakami düzenli ve disiplinli yazardı. Düzenli yatar kalkar, yürüyüşünü yapar ve masaya otururdu. Hemingway içip içip yazardı, fakat şu söz de Hemingway’ındır, “içerek yazın, uyanıkken düzeltin. E.M.Cioran, Yazma işlevini bir tedavi usulü gibi görüyordum” demiştir. R.Bradbury, “Her gün bir şiir okuyun, şiir birçok fikir barındırıyor” demiştir. Bana göre her yazarın farklı, yani ‘kendi sesi, dili, tarzı’ olan bir yazım tarzı olmalıdır; en azından her yazarın hedefi bu süreç olmalıdır, fakat her yazanın bu hedefi tutturması bence mümkün değildir. Yazmanın bedelini ve ederini ödemeden yazmaya kalkışılırsa olacağı budur.

Yazmanın formülsüzlüğü, okulsuzluğu ile ilgili V. Woolf’a kulak verelim: “Sadece yazın… Saçmalayabildiğiniz kadar saçmalayın. Aptal olun, duygusal olun, Shelley’yi taklit edin. İçinizden gelen her sese kulak verin, dizginleri anlık arzulara bırakın. Dilbilgisi kurallarını, edebî ön kabulleri ve söz dizimine dayalı kuralları boş verin. Kırın, dökün, devirin. Kendi keşfiniz olsun olmasın, her türlü kelimeyi kullanın. Nazım veya nesir biçiminde ya da aklınıza gelen abuk sabuk anlamsız sözlerle oluşturduğunuz gelişigüzel metinlerle öfkelenin, sevin, alay edin. Ta ki yazmayı öğrenene kadar…” Yazarın kendi sesini bulana kadar bu tanıma eyvallah, fakat genel itibariyle yazar adayı veya yazar o kadar heyecanlı ve aceleci ki daha kendi sesini bulmadan kırıp dökme aşamasında iken o dergiden bu dergiye koşuyor ve ilerde çok daha iyi bir yere gelebilecekken daha baştan kendi önünü tıkayabiliyor veya kendini sıradanlaştırıp anlamsızlaştırabiliyor. Yazarların ne dediği meselesi uzun bir meseledir, son örneği bir şairden vereyim. A.Rimbaud, “Yazdıklarınız bir boka benzemiyor, küçük ve aptal bir kızın mızmızlanması gibi,” Kitabımda bu konulara detaylıca temas etmişim.

Bir yazarın çok okunmak ve dünyada tanınan bir kalem olması için nasıl bir “yol haritası” izlemesi gerekiyor? “Yazmak ve Bilinç Akışı” kitabında bu konuda ulaştığın bir sonuç var mı?

Çekirgenin gerçekte kaç sıçrayış yapabildiğini bilmiyorum ama çok okunmak için aslında kolay yollar vardır; sırtını bir yapıya veya bir güce dayarsın… Böylesi bir çözüm veya beklenti benim için aşağılanacağım bir durumdur ve hayallerimden bile geçmeyen zavallıca bir çözümdür, aslında çözümsüzlüktür. Yazarın kendi olabilmesi için hırslı, girişken ama sabırlı olması bence en doğal ve onurlu olan yoldur. Bir yazarın uzun soluklu da olsa hak ettiği yere gelebilmesi için yaratıcı olmak zorunda olması yanında yerel anlatımını evrensel dertlerle buluşturup kaynaştırması gerekir. Orhan Pamuk bu sır ile Nobel’i kaptı. Bir yazar yazdıklarına güveniyorsa dayısız, partisiz, kurumsuz da olsa yazmaya devam etmelidir. Bugün itibariyle Google amca eninde sonunda görür onu. Eğer yanlış hatırlamıyorsam Dan Brown, ilk romanını kendi parasıyla beş bin basıp kitap evlerine ücretsiz dağıtıp satılacak kitaplarının parasını da istememiştir. Böylesi bir davranışın altında korkunç bir özgüven ve aynı düzeyde korkunç bir çaresizlik ve kurnazlık yatıyor. Başka şeyler da var. Yazar, kendi imkânlarıyla yurt içinde yazdığı eserini önce yurt dışında birkaç dilde yayınlatıp sonradan eserini kendi ülkesinde yayınlatıyor. Bence bu girişimlerin altında da özgüvensizlik ve çaresizlik yatıyor. Ama şu da var ki statükoyu, medyayı, dayıyı, kurumu aşamayan kendine güvenmiş yazar başka nasıl davranabilir ki?

Hem romancı hem de bir deneme yazarısın… Bu iki türde eserler vermenin; bunları aynı potada eritmenin zorlukları/faydaları nelerdir?

Edebiyat yazım türleri arasında en özgür olan anlatım türleri deneme ve roman anlatım türleridir ve her iki türe de bilenmişim. Zorluk şu; edebiyat tarihinin dönüşümünü bilmek gerekir ve yeniye duyarlıyken geçmişi yok sayma yerine harmanlamaya ve harmanlı yeni bir anlatıma bilenmek gerekir, yoksa deneysel davranayım derken içinden çıkmayabileceğimiz saçma sapan çukurlara düşebiliriz; şöyle ki, “Neyi nasıl yazarsam bir farklılık yaratırım?” sorusu zihnimizde sürekli canlı olmalıdır ve kalmalıdır. Fayda da şu; bu harmanlamada yazar başarılı olursa yazarın özgül ağırlığı artıyor. Deneme diliyle roman edebiyatına giriş yapmayı veya romanyada öykü diliyle deneme yazmayı severim. Yazmaya otururken deyim yerinde ise kendimi tamamen çayıra salıyorum ve salmak istiyorum. Borges gibi deneme metinlerini yeniden yazmak veya başkaları gibi yazılanı taklit edip işlemek gibi bir yazım tarzı yapım yok, hesaplı kitaplı değilim. Bir alıntı yaptığımda veya hatırladığımda gerisi sadece metnin bilincimdeki kritiğidir. Alıntıdan sonra kendimi oynamak istiyorum, yaşadıklarımı ve tecrübe ettiklerimi… Potada eritmenin zorluğu ise aşırı yoğunlaşma gerekliliğidir. Bu yoğunlaşma başarıldı mı gerisi harika bir zevke ve kendi kendine bir akışa dönüşür.

İkinci baskısı yapılan ilk kitabın “Cennetin Havarileri” de okurların karşısına çıktı… Bu ilk romanından bir yazar olarak beklentin nedir?

Edebiyat dünyasında, ileride Gani Türk bir yer edinebilecekse, bu yerin temsilcisi Cennetin Havarileridir. Gani Türk’ün edebiyat yolculuğunda eşlik eden yoldaşları… Cennetin Havarileri idolüm ve kendimce klasiğimdir, ilk göz ağrımdır ve elime kalemi aldığım ilk zamanlarımın ve öncesinin tüm birikimidir. Yazmayı hayal etmeseydim ve yazar olma hayallerim olmasaydı, mezun olduğum tıp biliminde ve özellikle psikiyatri alanında çok da para kazanan bir yere geleceğimden hâlâ adım gibi eminim, istemedim… Tıpta ilerlemek isteseydim aslında yine yazacaktım ve idolüm “Nietsche Ağladığında” kitabının yazarı Irvin D. Yalom olacaktı. Hesabımı yine yaptım ama; “Zamansız” romanımda kentin delilerini sahiplenip çiftliğinde toplayan bir Psikiyatrist karakteri yarattım. O karakter hâlâ hayalimdir… Toplumun içinde olup yaşama dair oynamak zorunda kaldıkları hayat kumarları yüzünden kaybedenleri sahiplenmek hâlâ en özel hayallerimdendir. Maddi imkânlarım elverseydi böylesi bir doğal çiftliği çoktan kurmuştum, hâlâ vazgeçmiş de değilim…

Yazar Gani Türk’ün edebiyat ve yazmakla ilgili bakış açısında dünden bugüne nasıl değişimler oldu?

Okuyup araştırdıkça, iyileştiğimi, güçlendiğimi hissediyorum. Yazarın veya yazar adayının elinde, zihninde ve hayal dünyasında herkesin elinde olmayan bir cevher, bir silah veya düşünsel bir güç var. Bu potansiyel değerler beslendikçe, üzerlerinde çalışıldıkça gelişirler, farklılaşırlar, daha da kıymetlenirler. Devamlı ve çok yönlü okumak, araştırmak, gözlemlemek bu işin anahtarlarıdır kanımca, entelektüel birikim böyle elde edilir. Yazan veya yazar hayatın akışı ve anlamı ile ilgili entelektüel olmak zorunda, yoksa yazdın veya üç beş bin veya binlerce kitap sattın… Hiçbir anlamı yok. Heykeltraş Rodin’e sormuşlar, “Heykellerini nasıl yapıyorsun?” diye. Rodin’in cevabı şu olmuş, “Fazlalıkları yontuyorum” Ben, yazdıklarımı son okumamda emeklerime acımadan budamayı kendime kabul ettirebildim sonunda. Verdiğim emeğe ve zamana acımadan yerine oturmayan, yerini bulmayan yazdıklarıma neşter çekmeyi ve kesip çöpe atmayı öğrendim. Bu konuda acımasız bir yazar adayıyım artık. Yazdıklarımla ilgili son okumam, bir üzüm bağını budar gibi budamalarımdır. Umurumda olan durumu anlatayım: Ben öldüm, yani kendimi öldürdüm… Çünkü kendime vardım ve kendimi sil baştan yaratmak istiyorum… Ben varım! Var olmayı veya var olmamayı başkaları düşünsün… Bir yazar ile bilim insanının ortak çok noktası var; çok çalışırlar, gözlemlerler, bilgi yüklenirler, hırslıdırlar; çünkü yaratan ve üreten olmaktır hedefleri, fakat işin bir de kötü ve tahripkâr yanı da var. Bilim insanı atom bombasını icat edince yüz binlerce insan öldü; yazar da kalemini yanlış, haksız, yanlı kullanırsa belki de Hiroşima’dan daha fazla insan fikren ve zikren ölüyordur veya anlamsızlaşıp önemsizleşiyordur…En hassas olduğum durumlardandır kalemimin haysiyetini korumak… Yazma sürecimle ilgili “Kendi sesi, kendi tarzı, kendi dili”olma iddiası edebi açıdan benim için hayati bir durumdur. Bu durum ile ilgili mesafe kat ettiğimi düşünüyorum ve hissediyorum, fakat ne zaman “Tamam artık, ben de varım ve kendim gibi varım!” diyebileceğim zamanı henüz kestiremiyorum maalesef. Ayrıca yazdıklarımın ölçütü ile ilgili jüri olmak veya jüri heyetinde yer almak istemiyorum, olamam zaten, öyle bir şansım yok. “Çok iyiyim, ama anlayan yok, veya sonradan anlarlar” gibi bir beklentim de yok. Jüri benim dışımdır ve benim dışım olmalı. O yüzden kendime ‘gelin güvey’ olmaktan hiç hoşlanmıyorum. Cioran veya Pessoa gibi, “Kendim için yazıyorum veya kendime yazıyorum” diyecek kadar iddialı ve net değilim, sormazlar mı o zaman, “Kitapların sen daha hayatta iken neden yayımlandı” diye. Yazmanın da bir sorumluluğu var ve olmalıdır. Joyce veya Calvino gibi, “Yazdım gitti, anlamasan da anlama veya bir daha oku!” gibi bir cesaretim ve radikalliğim de yok, fakat “Okunmasam veya anlaşılmasam da yazmaya devam ederim” gibi bir tavrım var. İsimlerini zikrettiğim yazarları eleştirmek anlamında onları anmadım. Neticede her yazarın bir duruşu, yaşam tarzı ve hakkı var, fakat bizlerin de yorum hakkı var, ama şu nokta da canımı çok sıkıyor ve acıtıyor; düşünün ki yazar/düşünür/bilim insanı; okura/kitleye hayatın doğrularını anlattığı halde kitle, geneli itibariyle onu kandıran/sömüren siyasetçinin peşinden koşup yazarı/yazarları yok sayıyor veya linç etmeye kalkışıyor. Bu durumda Nazım’ın dediği gibi, “Kabahatin çoğu sende kardeşim!” demek gerekmiyor mu?

Son olarak yazı mutfağında neler var? Teşekkürler Gani Türk.

Mutfağımda çağrışımsal denemeler var. Deneme demişken, ben deneme türüne farklı bir bakış açısı getirmek istiyorum. Ben, Borges’ten, Pessoa’dan, Ahmet Altan’dan, Enis Batur’dan ve aslında herkesten edebiyatın özellikle deneme türü ile ilgili yazma konusunda farklılaşabilme azminde ve çabalarındayım. Klasik denemeler yazmayacağım, zaten düz deneme türünde neredeyse hiç deneme yazmamışım. Yazdığım denemeler bazen şiire dönüşür, bazen öykü diline dönüşür, bazen de çağrışımsaldır. Tabii ki bu tarzda yazanlar vardır. Ben deneme türüne çağrışımsal edebiyatı daha da fazla yedirmek istiyorum. Bu yedirmeye biraz da psikoloji, felsefe ve psikanalitik hal ve ahvalleri katmak istiyorum. Konumuz ve yayımlanacak deneme/eleştiri (Yazmak ve Bilinç Akışı) kitabımla ilgili olduğu için Pessoa’nın ‘Huzursuzluğun Kitabı”ından bahsetmek istiyorum. Bütün otoriteler veya eleştirmen çevreleri bu kitabı bilinç akışıyla yazılmış kitaplar kategorisinde değerlendirmiş. Bana göre üç beş deneme dışında ‘Huzursuzluğun Kitabı’ bilinç akışlı falan değil. Borges’in hikayeleri de değil… Ahmet Altan’ın veya Enis Batur’un, hatta Infante’nin yaptığı gibi Pessoa, seçtiği konularda düşüncelerini yazmış. Eğer Bilinç Akışı Anlatım Tekniği’ni ‘yazarın hayati veya tercihi konular hakkında düşündüklerini yazması’ şeklinde kabul edecek isek o zaman bütün yazarlar bilinç akışı ile yazıyor iddiasını kabul etmemiz gerekir. “Yazmak ve Bilinç Akışı” kitabımda bu duruma özellikle eğildim ve bilinç akışı yazım tarzının bu kadar ucuz, sıradan/biçimsel veya bulmacamsı/bilmecemsi olmadığını ve olmaması gerektiğini tartışmaya açtım. Mesela, araştırma ve mutlak bilgi gerektiren tarihi veya biyografik romanların neresi veya hangi içeriği bilinç akışı tekniğine uyar? Edebiyatın roman türü klasik modern romanı bilinç akışı ile sarsmaya kalkışmışsa benim de iddiam şu; denemede neden olmasın? Fakat hayatın her alanında iddialı veya büyük konuşmak her zaman başa beladır, bunun farkındayım, ama yine de bu kumarı oynamayı göze aldım. Dündekiler yapabilmişse, göze alabilmişse bugündekiler neden çekinsin, ne eksikleri var? Aksine, bugün bu işin hakkını vermeye çalışan için imkânlar ve fırsatlar çok daha güçlü ve avantajlıdır dünden. Bugün itibariyle nerede ise ulaşamayacağımız bilgi ve yazar yok. Ben, Bilinç Akışı Anlatım Tekniği’nin izini nereye kadar takip etim biliyor musun? Bana göre bilinç akışının çıkış veya işleyiş noktası Gılgamêş Destanındaki Mezopotamyalı Uruk Kralı yazar ve politikacı Gılgamêş’in gördüğü ve peşine düştüğü rüyadır. Hikâye veya destan yolculuk ile başlar ve yolculuk olarak da Gılgamêş’in yoldaşı olan Enkidu ile beraber çıktığı Humbaba’yı öldürme yolculuğu ile devam eder. Şimdi modern edebiyatın bilinç akışı yolculuğuna bakalım. İlk örnek olarak Laurence’ninTrıam Shandy’nin daha annesinin karnındayken ki yolculuğu… Joyce’nin Ulysses’inin Dublin yolculuğu ve Homeros’un Oddisea kalıbı. Yunan mitolojisindeki Oddisea’nın deniz aşırı istilalar için yaptığı yolculuklar… V.Woolf’un Mrs. Dalloway’ hikâyesinin Londra sokaklarındaki çiçekçi dükkânı yolculuğu… I.Calvino’un “Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu” hikâyesindeki gemi yolculuğu hikâyesi, karakterinin yayınevi yolculuğu ve yazarlık hikâyesi, Cervantes’in “Don Kişot” hatırlatması… Oğuz Atay’ın Tutunamayanları’nın kitapçı hikâyesi ve doğrudan Don Kişot’tan alınma iç ses olan “Olric” hikâyesinin yolculuğu… Evet, yolculuk, bilinç ve bilinçaltı… Infante’nin Havana sokakları yolculuğu… Bir kısım çevreler bilinç akışı anlatımına “Anti Roman” diyor ya, çaresizlikten ve tıkanmışlıktandır, ayrıca “Ne yazacağını ve yazmaya nasıl karar vereceğini” bilememezliktendir. Bilinç Akışı Anlatımı ile ilgili modern romanın günahı ne? Roman kavramı neden alet edilmek isteniyor? Anti Roman derken sanki bilincin diplerinde romana karşı bir kin var gibi hissediyorum. “Serbest Metin veya Metinler” deyip geçelim en iyisi. Böylece dün de rahatlar, yarın da… Ben de çok teşekkür ediyorum, var olun.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl