Ana Sayfa Litera Gar, Düşler ve Başka Hurdalıklar (Öykü)

Gar, Düşler ve Başka Hurdalıklar (Öykü)

Gar, Düşler ve Başka Hurdalıklar (Öykü)

Birkaç beden eksik yaşamanın ruha sinmiş zindeliği miydi, yeniyetmelik yıllarının kendi halinin yorgunluğuna bırakılmışlığı mı ya da? Tam karar veremiyorum şimdi… Tek hatırladığım, ilk kara trenin telaşlı sesiyle bir Cumhuriyet Bayramı kutlamaları sırasında tanışmış olmam. Bu yüzden de ilk düşündüğüm şey şuydu belki: Neden bir hafta sonu ya da mesire gününde değil de resmȋ bir günde? Daha da ötesi, basit bir rastlantıyı da aşan, sanki bilinçdışı bir hakikat ve duygulanım vardı bu iş’te; eğitici, disipline edici, tabi kılıcı, aidiyet atfedici, sistemik bir çağrı. Sonra, bende uyandırdığı neredeyse arketipal düzeydeki ilksel imgesini hatırlıyorum kara trenin; daha halkçı gibi görünen ama aslında daha az sivil duyarlıklı bir şeye benziyordu, gerçi tıpkı türkülerdeki gibi hüzünlüydü görünüşü hüzünlü olmasına ama devletin resmi bir kurumu gibi, ciddi bir yüzün önündeymişsiniz gibi de toparlanıveriyordunuz hemen. Böylesi ihbar edici, teyakkuza geçirici bir tesiri vardı. Kimi yapıların böyle şeyler telkin edici bir mimarisi vardır; görünmez ama hissedilir bir buyruğu, iktidar hoşnutluğu yaratan bir tutumu aşılar, değer iletisi yollamaları yapar karşısında durana, önden geçip gidene. Sonra sonra alıştıkça, dağılıp gider sanılır bu imge. Ama dağılmaz kolay kolay. Süreğen, lanetli bir zan gibi kalır hep, zamanın akışıyla birlikte muhayyel bir gelecek zamanda hesaplaşmaya bıraktığınız… Belki de anlamaya çalışmadan önce sevmeye çalışmalı insan, çünkü ilkini başarmak daha zor ikincisinden.

İstasyonlar, garlar yani, bir şehrin kendine en uzak diyarları… Yola çıkmanın da durup beklemenin de dışı kalabalık, içi en tenha zamanları… Bunu nerden mi biliyorum? Belki de her yan aydınlığa boğulmuşken ansızın içe çöreklenip kalmış kara yağız duygulardan… Kim ne derse desin, öyle bir şeydi; hayallerin belli belirsiz serüvenlere akıp gittiği demiryolları mutat bir gurbete yazgılı insanın uzaklarla giriştiği ilk büyük imtihanı… İlk özlemli, hasretli sancıları. İlk uzun efkârlı dumanları. İlk hüzünlü, bulutlu, sarmallı halleri. O trenler, istasyonlar ki düş kapılarıdır ve nerede bir kapıdan söz edilse sınır da yoktur orada artık; alabildiğine uzanıp giden geleceğin, o geleceğin içinde kaybolma ufkunun telaşlı düzlüğünden başka bir şey yoktur. Belki bundandır; bir tabiiyeti, mensubiyeti de yoktur yolculuğun, hiçbir aşılası dağın, hiçbir kıvrımlı yolun, hiçbir tren vagonunun. İnsanın kendine yüzyıllar boyu koyduğu sınırlar dışında sınır yoktur. Yol esasında bunu anlatır; yolcuya gitmenin, yerleşiğe kalmanın imgeleriyle seslenir önü arkası…

Gitmek hani ayakucuna dek inen bir kelimedir ya, bu duygu en iyi orada, garlarda duyumsanır. Tren yollarının demir pabuçlarında… Evlerin dışına döşenmiş yalnızlıkların, orada kopa kopa ilerleyen bir hayata gelip düğümlenmişliği, kör düğüm olmuşluğu vardır sonra. Durmadan kalbe dolanan inatçı hüzünler gibi bir kırışığı. Her gidiş bir takılı kalıştır fakat gerilerde, geride kalmış kimselerde; her kopuş kendine yeni bir varış durağı… Bir de şu var, mutlak hatırlatılmalı: yollar ayırsa da garlar birleştirir yalnızları, yalnızlıkları… İşte bunu, en çok da bunu nasıl anlatmalı? Adı, ahalinin içinde bulunduğu maşerî duyguya bağlı olarak kâh İstasyon Caddesi, kâh İstasyon Meydanı, kâh Siyasal Miting Alanı olarak değişen, ama her nedense bir türlü o yalın ve dingin görünümüyle müsemma tren garı” olamayan, o kendi içine sürgün mahalden nasıl söz etmeli?

İlk gençliğimin tabaklanmış deri kokan geçidi, nedensizce kapıldığım hüzünlü muhitiydi gar alanı başlarda. Bir huysuz dürtünün inatçı tazyikiyle alt üst olduğum devirler… Yetinmek gibi lanetliyordu sanki her şey, gitmeyi öğrenmek kadar kışkırtıcı. Sık sık da böyle düşünürdüm, kimi yeni duyguların dilsiz hıncına kapılarak. Antep şehir merkezine iki üç yüz metre mesafede, uzaklara, başını alıp gitmelere dair ne düşünebilirse insan, o denli yakına tutsak… Garın tabaklanmış deri kokan daracık arka sokakları var bir de, o günlerin sisli manzarası içinde anımsadığım; ergenlik çağının kıstırılmışlığını, o süreğen boğuntuyu, azami bir raddeye eriştiren, düş gücünü yalanlayan, yaralayan bir atmosferi. Durmadan göğsümde yitmeye eğimli bir benlik gibi bir şeylerin kıpırdanışıyla geçip giderdim önünden, bastırarak içimde gitmelerin çağıldayan heveslerini… Gitmek diyorum boyuna, gitmek, kalmaya yazgılı biri gibi; Antep’in Gaziler Caddesi’ni Kırkayak Parkı’nı, Alleben Deresi’ni, Suburcu’nu, o sürekli bizden esirgenip duran sırma ve ipeklilerini bırakıp nereye gidecektim? Gitsem gitsem en fazla nereye? Tren olsun da, mahcup bir edayla yanlara doğru açılan çift kapılı meşin yüzeyli kompartımanlar olsun da, o kompartımanların yumuşacık koltuklarına yolculuğun hevesli rüzgârları bir konsun da, elbet düşünülür bir çaresi… Gelgelelim ergenlik kanamasının gitme, uzaklaşma, kaybolma fikrinin ailevi tutsaklığına bitişik gönülsüzlüğü ağır basıyordu her seferinde. Böyle gitmeden gittiğim, olduğum yerde mıhlanmış kalarak hayali yolculuklara çıkmışlığım çok olmuştur. Bu karangu zamanlarda, arzu sislerinin ortasında kıskıvrak kalakaldığım anlarda, gitmez, eskilerin deyişiyle, ayn-ül-yakîn” kaçış oyunları oynardım. Aslında gitmez, gitmediğim için de görmezdim yeni yerler fakat yolumu ne yapıp edip tren garına düşürür, akim kalmış heveslerimi başka diyarlardan Antep’e yolculuk eden, trenden yeni inmiş insanların yaban ve yorgun suratlarında demlendirirdim. Bir keresinde bir ucu Suriye’de nihayetlenen demiryolu hattının yol üstü sunacağı egzotik vaatleri düşünmüştüm; Doğu’ya -aslında Güney’e demeliyim ama Batı dışı her yer Doğu”ydu her nasılsa-, Rimbaud’nun o ezeli bilgelik” dediği diyarlara gidecektim; yeni yurtluklar görecektim, babamın misk kokulu çocukluğunun soy ağacını… Hayvanın diz kapağı kemiğinden parçalar alıp aşık oynayacak, baharat kokulu Halep sokaklarını bitip tükenmez bir hevesle arşınlayacak; bakır işlemeli sürahilerde abı hayat suları içecektim; tüm bunlar iyi ki olmadı, yıllarca gerçekleşemeden, bugün bile hayal olarak kaldığı içindir ki, hayal kurmaya değer bir şeyler var elimde hâlâ; -ya da ben onca savaş ve gözyaşlarının ortasında Halep şehrini öyle bir yer olarak tasavvur etmek istiyorum. Tıpkı Bağdat’ın o dillere destan kumaşlarını onca cürme ve trajediye rağmen hâlâ kırışmadan kalmış, kalıp gibi dümdüz ve ütülü yüzeyleriyle hayal ettiğim gibi… ‘En derin’ köklerinden, köklerimizden dem vurduğu bir devirdi birilerinin; sırtımı döndüm o “ezeli” ve “ebedi” Doğu’ya ilelebet, burnumda o henüz tabaklanmamış “yaş” deri kokusuyla kalakaldım. O atalar diyarı ki, hiç köklerim yokmuş gibi gelirdi, böyle olsun isterdim ya da, köksüzlüğün hudut tanımayan gezginliğinin tuhaf bir özgürlüğe bitiştiği zamanlardı. İstasyon caddesine varmadan, eski lunaparkın hemen karşısında, şehir merkezi tarafından gidildiğinde sağ çapraz istikametinde -şimdi yerinde eskinin izbe otellerinin çokuluslusuyla takas edildiği o yerde-, Antep’in Endüstri Fuarı kurulurdu her sene. Çok afili bir şeydi o zamanlar kent. Rengârenk, cıvıl cıvıl kaynaşan ecnebi havası, taze haşlanmış mısır kokusu her yanda. Sonra “Endüstri”nin nasıl da buz gibi soğuk bir kelime oluşu çekerdi dikkatimi. Pazar yerlerinin çığırtkanlık yüklü karmaşasında üç beş arkadaş bir araya geldik mi yitip giderdik. Ne mi yapardık? Aşağılara salardık kendimizi, kulaç kulaç sağardık sıkıntılarımızı garın tenhalığına doğru. Elde günebakan, kabak çekirdeği, yol boyu çitlerdik. Bir arınmışlık, muttasıl bir rahatlama bulurduk bu küçümen yolculuklarda her daim. Şimdi şimdi anlıyorum ki, kişiliğimin asıl çatısını kuran daha derin, adeta deruni bir anlamı varmış o endüstri fuarının buz gibiliğiyle dengelemeye çalıştığım kimsesizlikler ve tenhalıklar diyarı garın. Onarıcı bir gücü varmış yahut yaşayamadığı şeylerden ötürü yorulmuş her faninin bir gün kendini kızağa çektiği bir yer. Ve sonra sonra idrak ettim ki, meğerse lise yıllarımın enternasyonal” karanlığıymış fuar… Alım gücü düşüklüğüne eş bir tatmin olamayış karmaşası dünyaya, yazgıya en iler tutar tarafından ve tam cepheden bir dikleniş, kısık ateşte ısıtılıp pastel tonda koparılmış cılız bir yaygara, bir flu serzeniş hayata, ilk elden huzur talep eden yeniyetme bir zılgıt…

Sonra her seçim döneminde ağzı kalabalık devlet ricalinin gelişi, esir alışı var gar meydanını; gitmezdim, gitmezdik, alışkanlığımızda yoktu, gar alanı cümbüşünü tek kanallı devlet televizyonundan izler, tek kanallı hislere gark olup giderdik. His değiştirmek ne zordu, başka bir kanala geçmek ne zordu! İzlerdik ya, malum koku ta oradan yayılırdı evin içine: tabaklanmamış taze deri kokusu, tanırdım hemen, çırpılmamış kirli yün kokusu… Feci derecede hasta edici. Gizlenmeye, bastırılmaya, sanki üstü örtülmeye çalışıldıkça daha da depreşen bir şeylerin kokusu… Gelin gibi süslenen meydanda cümbüşlü bir çıkartma, davullu zurnalı halaylar tutulurdu; iğne atılsa yere düşmezdi anlayacağınız, öyle kalabalık, öyle soluk kesici. Ahali ellerinde bayraklar, pankartlar, balonlar, dövizler, alkışlar ve ıslıklarla kaynaşırdı arı kovanı, karınca yuvası gibi. Televizyonda uzaktan izlerken bile gözü yoran bir insan seli, handiyse bir et yığını… Uzun uzun laflar eder ama kısa konuşurlardı. Birilerinin yolculuk öncesi telaşıydılar ya kimin… Hep aceleleri olurdu, geçerken uğranılmış yerlerin müsamahakâr mahcupluğuna sığınarak, zoraki kurulmuş bir senli benliliğin ezbere bilinen dilini konuşurlardı. Öyle değil mi ama, ne de olsa tufeyli sofralarında sözün yağması bol, azığı kıttı; bir parça taş olma bilinci kalırdı o buluşmalardan geriye; çekmeyen soba borusu tıkanmışlığı gibi bir şeyler ya da, kaç türlü anlatılsa da beyhude; içeriden yaşaması zordu dışta olanları… Zira bir defasında, yine o malum büyüklerimizden biri, kendi seçim kampanyasında en olmaz, en şarlatanca vaatlerden birinde bulunmuştu: “Şehre mavi tren getireceğim” demiş, nitekim sözünü layıkıyla tutmuş, kara treni maviye boyayarak sonunda en sinsice numarasını da çekip gitmişti. Mavi tren görmüş” bir gardı meydan artık, az şey değildi, Güneydoğu’nun Paris’i”ne de bu yakışırdı…

Kara trenin ardından sonra bir gün televizyon ekranları da renklendi… Rengârenk bir eleğimsağmaya dönüştü birdenbire siyah-beyaz düşler…

Garın kuzey batı yamacında demir raylar üzerinden atlanıp hemzemin bir yol geçilerek mesire alanlarına doğru yürünürdü; ekseriyetle pazarları “sahreciler”in (piknikçilerin) seğirttiği küçük bir koruluğa açılırdı bu yol, kaçamak sevgili buluşmalarına. Gazozuna maç yapılan fidanlık” günleri, coşkudan ve neşeden tükenmişliğin ölçüsüz hıncıyla vurulduğu devirler topa. Hayat” gerçekten de hafta sonları için uzun bir bekleyişti” bir düşünürün1 de dediği gibi… Üstelik ruhumuza henüz pazar-öğleden-sonraları”nın çetin varoluş didişmeleri, bedbince arzulanan umutların paslı kokusu karışmamıştı. Özgürlüğün, sınırsız coşkunun patlarcasına iliklere dek dolduğu, sonsuz erincin bulunduğu o bir tek günde, sanki hayat kendini sonsuza dek açan bir boşluktu. İçine her boy düşü rahatlıkla sığdırabileceğiniz bir avuntular hangarı… Derken güneşin yakıcı ışıkları yavaş yavaş çekilip de etrafta gölgeler çoğalmaya başlayınca anlardık; zamandan ödünç bir hayattı yaşadığımız, şeridi geriye doğru sardıkça melankolik bir hüzün, ileri doğru yürüdükçe gitgide çoğalan bir ahrazlık birikiyordu dimağda sanki, bir afazi… Ama biz gene de hüzünlü şeylerden değil, güzel hatıralardan söz edelim.

80’li yılların baskıcı, pasifleştirici ortamında, sesini kaybetmiş sessiz yığınların ve tevatürlerin çoğaldığı vakıadır ya, konusu gar çevresinde geçen şu türden hikâyeler de anlatılırdı ara sıra, duyardık: Tarihi İpek Yolu ilen (ile) Şehitkamil Nahyesi’ni (İlçesini) tam ortadan ikiye pölen (ayıran) garın eski müdavimlerinden Karşıyakalı Şıh Maamet (Şeyh Mehmet) Ağa’nın oğlu Ökkeş devrin en menşur (meşhur) govboy (western) filimi Simit ve Consun esas oğlanlarıynan (kahramanları ile) aşık atarım diye dayılanaraktan ortaya bir hanek (söz) atıp gendini (kendini) duttuğu (tuttuğu) kimin (gibi) tirenden aşşaa (aşağıya) atmış da güccük (küçük) dilini ısırıp hastanelik olmuş. İşte o günden kelli (sonra) ray sahası galdırılmış (kapatılmış) garın etrafına korkuluk neyin koymuşlar, önlem almışlar, diye söylenir, vs.”

Gar hikâyeleri biter mi hiç, hele de eski Antep’in gülünesi ama iç acıtan tuluatları… 80’lerin sonları yine, babam anlatmıştı Kara Kabir’deki taksi durağında taksi şoförlüğü yaparken: Garın sağ üst tarafında alçacık bir köprü varmış. Herkesin malumuymuş, birkaç santim kadar daha alçakmış muadillerinden. Herkesin malumuymuş ya, kimsenin bu müşküle bir çözüm düşündüğü de yokmuş. Bu yüzden de köprünün altından geçmek isteyen şoförler, araç köprünün altına sığabilsin ve rahatça geçebilsin diye arabalarının lastiğinin havasını indirirlermiş, iki santim kurtarsın” diye. İki santim kurtarırmış gerçekten de, yetermiş bu, bin bir zahmetle yeniden yola koyulurlarmış sonra. Yediden yetmişe tüm ahalinin hayata “çırak” durduğu bir şehirken Antep, bir alçacık köprüye neden durmasın ki… Hangi mesleği icra ederlerse etsinler, çalışmada, iş bitirmekte ellerinden hiçbir şey kurtulmazken, bir alçacık köprü mü kurtulacak… Direkçi Pazarı’nda Şerbetçi Deliği Mağarası’ndaki çıraklık, kalfalık günlerimden bilirim; köşker ipliği eğirmenin kol tezgâhı dolabı çevirmenin insanı hep aynı yeknesaklık içre akıp giden zamana karşı güçlendiren bir tarafı vardır. Direkçi Pazarı’nda, Çukurova Garajı’nda sabahtan akşama kadar kavak ağaçlarının sırtındaki ince kabukları ağzı kör bir palayla soyan ustalar, sabır, sebat, yılmazlık, kanaatkârlık nedir bilirler. Yavuzlar ile Kılınçoğlu semtleri arasında kardeşlerimle birlikte zaruretten yarım gün okula yarım gün işe talim ettiğimiz o ortaokullu liseli yılların insanı iş görmekten yana mecburen marifetli kılan koşullarında, yine de bizi bu şehre bağlamakta yetersiz kalan bir şeyler olduğunu anımsıyorum hep. Eksikliğini duyumsadığımız şey, tam da şehrin kendini bizden bütünüyle esirgemesiydi… Eh, şehir bir kez esirgenmişse sizden, gitmek, yollara düşmek kavidir, yolculuk hak, bilhassa da en ucuz tarafından tren hakkınız bakidir. Antep’in işi, ticareti, eğlenceyi, yemeği, gezmeyi, sahreyi seven insanları Dülükbaba’da, Kartaltepe’de, Burç Ormanları’nda mangal partileri yapıp keyif çatarken, bazıları gözlerden ırak bağ evlerine çekilip türlü çeşitli sefahat âlemleri yaparken, bizler çoğunlukla günaşırı işten çıkıp yorgun argın eve yollanmakta olurduk. Hep aynı güne takılı kalmış bir otomat varlık gibi, öyle bilindik, öyle mutat bir hayatı arşınlayıp dururduk ses etmeden… Gar düşüncesinden ayrılınca huzursuzluk da artıyor farkındaysanız. O halde yeniden gar meydanı tenhalığına dönelim, şehrin vahşi bir at gibi insanı durmadan sırtından atıp duran hıncahınç tavrından uzaklaşıp soluklanalım azıcık.

O gar meydanında neler mi olurdu eskiden? Şenlikler, panayırlar kurulurdu dört bir köşeye, havara taşlı duvar diplerine. Bir kefesinde belli bir gramaja ayarlanmış taş kütleleri, diğerinde meyve ya da sebzeler olan yamru yumru bakır sahanları andıran kaplardan mütevellit el terazileri olan köylüler, çiftçiler, bostancılar gelirdi ürettiklerini, kendi elleriyle yetiştirdiklerini satmak için. Mevsimine göre, turşuluk acur, kelek, incir, nar, üzüm gibi şeyler satarlardı. Muhayyerdi sattıkları, almadan önce mutlak tattırılırdı, göz hakkı” verilirdi göz ucuyla süzenlere, uzak ve çekimser duranlara diz hakkı, adettendi bu. Zabıtaların işportacı tezgâhlarına rahmet okutmadığı günlerdi, henüz esnaflık denilen bir şeyin var olduğu zamanlar… Sonra sonra değişti işin rengi, kaçar gibi oldu çayın demi azıcık. 80’ler yerini 90’lara, 90’lar halk konserlerine, çay bahçelerine ve pazar yerlerine; halk pazarları ise 2000’lerde yerlerini marketlere, per” marketlere, mega alış-veriş merkezlerine, sonrasında da dev AVM’lere bıraktı derken. Şimdilerde neler mi olmakta o meydanda? Toplu sünnet merasimlerinden, toplu düğün ve nişanlara, ramazan çadırı ve eğlencelerinden hacı adaylarının buluşma ve toplanma noktalarına varana dek pek çok sözüm ona ‘kamusal’ etkinliğe ev sahipliği yapmakta gar meydanı. Yükü, ardına takıp sürüklediği vagonlarınkinden daha ağır…

Tren yollarının ikiye katlayıp çoğalttığı çocukça bir sevinç vardır hani. Hiç kuşkusuz benim doğup büyüdüğüm şehrin tren garında da hissedilirdi bu. Değişim noktalarına açık bir yer oluşundan belki, bu his onca yeğin, onca derindi. Başka hiçbir ulaşım aracında olmayan bir rahatlık, bir ferahlık bulursunuz bu yolculuklarda hem. Dahası bir sıcaklık, kültürel bir yakınlık. Değil mi ki, otomobile, uçağa, otobüse, kamyona, gemiye değil de dumanı üstünde tüte tüte yol alan kara trene kısmet olmuştur âşıkların bağrını yakan hasretlik sevda türküleri de… Çift kapılı kompartımanlar, ince koridorlar, ne insan sırları ne dramlar ne dertler gizler de, her şey onca orta yerde olduğu halde korunur kendi içine doğru devrilen bakışlarda, upuzun ve en sesli susuşlarda, yanık kaval seslerinde… Biliyorum, her şeyden çok bir tren güzellemesi olacak bu yazı, bir hüzünlü gar meydanı tanıklığı… Ama olsun, ne çıkar, tren yolculukları her yerde aynı manzaralar içre yaşanmazlar mı, aynı acı ıslıkla ürpertmez mi demirden tekerlekleri insanı? Hem şairin dediği gibi; Bir trenden daha kara ne olabilir?” Kara; çünkü en aydınlık yolları, en ışıklı geçitleri barındırıyor içinde. Kara; çünkü kaçınılmaz yazgının rengi ve ölümün. Kara; çünkü onda ayrılık da kavuşma da birbiriyle iç içe. Kara; çünkü eşitliyor bir türlü eşitlenemez olanı, insanı…

Öte yandan, çocukluğumun ve ilk gençliğimin tren garı değil sadece, memleketin hemen bütün garları geçip giden zamanın müstesna mahzunluğunun da saklı mekânları… Kulak verildiğinde duyulacakmış gibi gizli kalmış bir fısıltı… Bir fısıltı, ama derinden; bir fısıltı ama kimsesiz… Kim bilir, belki de bu yüzden garları yersiz-yurtsuzluğun değişmez mekânları bilmişimdir hep; aitsiz varoluşların ipi kopmuş uçurtmaları… Eh, şayet bu pek rizikolu teşhise bağlı kalacaksak, tren yolcularını da korkusuz, cesur kimseler olarak görmeli. Belki de hayatının bir döneminde en az bir kez olsun simgesel düzenin dilini konuşmayı reddetmiş biri olmakla ilgili bir durumdur bu. Ya da çoğunluğun körlemesine riayet ettiği bir yaşamsal ritmik’in güvenli sınırları dışına çıkmaya yatkın olmakla… Ama her halükarda, gerçekten bir şey kaybetmiş olmakla değil, kaybedebilme gücünün ölümcül sonuçlarını üstlenmeyi göze alacak kadar soğukkanlı olmakla ilgili bir durum… Benim garlarla, başını alıp gitmeyle kurduğum ikircikli ilişkiye gelince: Tek arzusu, durduğu zemini sımsıkı kavramaya çalışmak olan birinin kendi gitme arzusunun şiddetinde takılı kalması…

Korkuyordum belki yitmekten, bir belirsizliğin yükü olmaktan. En çok da en başta bırakıp gidenin son kahkahasının yorgunluğu olmaktan… Ya da belki düşlerden yana kalıcıydım, gerçekliklerden yana bulanık. Bu hep böyleydi, hep böyle olacak. Yine de kendi tabiiyetlerinin müştekisi haline gelememiş birisi olarak, Bir köken arayışım yok, hiç olmadı…” diye devam etmek isteyesim var söze, ama gelin görün ki, benden önce söylenmiş bu söz, hem de sayısız kere… Hem de farklı farklı biçimlerde… En akılda kalıcı olanı, doğup büyüdüğümüz yerlerin tozunu toprağını bitip tükenmez varoluş sancısının nedensel kökeni saymayı salık veren kimselerdi sanırım. Sonra aynı tozun toprağın maşerî duygusuna yakılmış daha içli bir ağıdı dert ortaklığına katık etmiş samimi bir iç döküş biçimi olarak betimlemiş olan onca şiiri hatırlıyorum; gerçekten de ne de derin yerlere uzanıyor köksüzlüğümüz…

Toprak çeker, kan tutar mı? Ya beklerken öğrendiklerimiz? Yola çıkarken? Bu ezeli ve ebedi yurtsuzluğumuz? Her yeni yurtsuzlukla birlikte ağırlaşan yükümüz? Konakladığımız yerlerin verdiği geçici güven? Böyle şeyler soruyorum kendime durmadan. Soruyorum sormasına ya, bir tren istasyonunun hep yola çıktığım ve eğer yine dönüp dolaşıp yola çıktığım noktaya varmazsam bir türlü dinlenip soluğumun çıkmayacağı, gerçekten dinginliğe eriştiğim tek yer olmasıyla, başta sözünü ettiğim o dinginlikle bir ilintisi var mıydı? Bunu gerçekten bilmiyorum… Bildiğim tek şey, kimileyin tenha, kimileyin kıvıl kıvıl bir mahşeri andıran tren ve istasyon görüntüsünün bana iyi geldiği. Ne de olsa doğup büyüdüğün yer vurgunu yediğin yerdir; sabrı da telaşı da ilk elden edindiğin yer… Öyleyse, iyisi mi, gitmenin buruk şiirine, kalemin kâğıtlardaki sürtünmeli ve beyaz yürüyüşüne sonrasız sürgünlüğün diliyle noktayı koymalı “köklerim havada” diyen o modern Hintli bilgenin izinden giderek…

Görüyorsunuz ya, dağılsak da yalnız değiliz hiçbir yerde, benzer seslerle kuşatılmışız, daha da ötesi, belki uzak akrabayız. Kökler ve yakınlıklar konusunda diyebileceğim başka bir söz yok, yolların rahleyi tedrisatından geçmemiş kimseler için. Belki olsa olsa, hâlâ aramızda yaşayan bir ahir zaman şairinin2thiş güzellikteki şu öğüdünden başka: Hemşeri çıkmayın oralı değilseniz…”

İşte ahvalimiz bu minval üzeredir; gitsek de kaldığımız yerdeyiz, kalsak da…

_____

ERKAN KARAKİRAZ’IN YORUMU

Yazı, metin, üzerinde düşünülmüş sözcükler, ayrıntılar, Hüseyin Köse poetikasının içinde gezindiği mabedin/habitatın yapı taşları. Köse’nin her birini kılı kırk yararak kurduğu, her bir sözcüğünü -bu öyküye özel ağırlıklı olarak kadim sözcükler- titizlikle seçtiği belli olan çalışılmış cümlelerle, adeta sağlam bir mimari yapı kurarcasına kaleminden damıttığı öyküsü “Gar, Düşler ve Başka Hurdalıklar”, Antep kenti özelinde mekânlara -daha çok da gar(lar)a- odaklanarak, okurunu, yersiz yurtsuzluğunu nasıl edindiğini anlatan bir öznenin zihninde gezdiriyor. Köse, okura, belirgin tek bir olay örgüsü, karakterler veya zaman ögesi sunmadan -kesit öyküsü vs. kurmaya da çalışmadan- küçük küçük hikâyeciklerin içine ve çevresine gizleyip bitiştirdiği yoğun bir atmosfer ve ince ince işlenmiş nüanslar aracılığıyla, okuru ucu açık bir sezgiye ortak ediyor. Bir yandan da yoğun nostalji itkisiyle, kimi mekânların geçmişteki hâlleriyle günümüzdeki hâllerini, geçmişin yanında olduğunu göstere göstere belli etmeyi tercih ederek, karşılaştırmaya girişiyor. Anlatımındaki mesafe, her şeyi didik didik ayrıntılarıyla gösterip açıklayan, yorumlarını kendi öznel alımlayışıyla ortaya döken ve öykü boyunca okuru yanından ayırmayan öznenin sesiyle kendini duyuruyor. Bu öyle bir mesafe ki en içten olduğu anlarda dahi -paradoksal bir biçimde- nesnel olmaktan geri durmuyor. Bu tutumunu yer yer terk ettiği bölümler -özellikle öykünün son birkaç paragrafı- yok değil. Gar, Düşler ve Başka Hurdalıklar”, her an her şeyden, her yerden, her türlü bağdan vazgeçebilecek öznenin, yersiz yurtsuzluğunun ilksel, kökleriyle ilintili nedenlerine tebessümle eğilişi. Bir tür hafıza tazeleme, bir tür -biraz da kederlenerek- temize çekme. Hepimizin, Hüseyin Köse’nin başarıyla altından kalktığınca, içimize işlemiş olan maşerî yersiz yurtsuzluğumuza böylesine uzaktan, fakat yakın bir bakışa ihtiyacı var.

1 Adı geçen düşünür Pekka Himanen. Alıntı, ünlü kitabı Hacker Etiği’nden.

2 Kast edilen şair Seyhan Erözçelik.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl