İnsan aklının hakikati kavrama süreci, bilgi ve gelişimden öte bir idrak süreci; kuşaktan kuşağa genetik hafıza ile aktarılan ama uygarlık ve ilerlemenin tozu dumanı arasında perdelenen kadim hakikati yeniden hatırlama süreci.

Bugün dünyanın haline dair algıladığımız neredeyse tüm kaygılar çağlar önce eski Yunan uygarlığında da dile getirilmişti: iktidar, mülkiyet, devlet aygıtı, bencillik, ikiyüzlülük, gaddarlık, savaş, yönetici sınıflar, köleler, manipülasyon, öznenin nesneleşmesi, nesneleşenin de kitleye yani güruha indirgenmesi…

Şimdi yüzyıllar sonrasının dünyasında; doğanın dengesini bozmuş, iklim felaketini yaratmış, canlı türlerini soykırıma uğratmış, doğal kaynakları tüketmiş vaziyetteyiz. Şimdi küresel olarak, bizlere tarih diye yutturulan ulus devletlerin kan davalarının, ithal edilen din savaşlarının, neredeyse bir kavimler göçü kıvamına gelmiş mülteci sorununun ve tüketim çılgınlığının esiri halindeyiz.

Sanki görülmeyen bir el kıyamet sayacını çalıştırmış, son hızla insan türünün toplu imhasına doğru yokuş aşağı sürükleniyoruz.

Sistemin kendisi de artık sadece daha fazla kaos, göç ve savaş ile yaşayabilir hale gelmiş. Gelinen noktada ayrıcalıklı sınıflar bile dünyadan ümidi kesmiş olmalılar ki Mars kolonisi ya da Ay’a asansör kurma projelerine yoğunlaşmış durumdalar. Gezegeni dolduran milyarlarca sıradan insan ise birer kurbana indirgenerek aşağılanmış; geleceğin olmayışının nihilizmine yenik düşmüş durumda.

Bu karanlık manzara içinde artık kullanım tarihi geçmiş ideolojik kurgular, hâkim sınıfların bizleri sokmaya çalıştığı sahte kimlikler, kitle iletişim ağları ile sürekli maruz kaldığımız manipülasyon içinde uyuşuk kalmış durumdayız.

Şimdi; ya insan uygarlığının tarihine uyanmış bir gözle yeniden bakacak, bugünü yeniden kavrayacak ve yarını yıkımdan kurtaracak yollar bulacak ya da top yekûn yok olacağız. Zamanın bizleri kilitlediği araf bu.

İşte tam bu noktada Bilimkurgunun distopya imgesi üzerine düşünmek; insan toplumunu yaşadığı çağın travması, geriden getirdiği ağır tarihsel faturaların birikimi ve bu böyle giderse karşılaşacağı felaketlere karşı uyarmakta bir yangın alarmı işlevi görür.

Özellikle son 35 yılın distopya yapıtları, önce edebiyat ve ardından daha geniş kitlelere seslenebilen sinema aracılığıyla yaklaşan kıyamete dair alarm zilini çaldı durdu. Bu yapıtların öncüllerinden farkı, bizlere sadece uyarı da bulunmakla kalmamaları; aynı zamanda uygarlığın bizleri esir ettiği amnezi halinden uyanmamızı, yeniden özne olmamızı, idrak edebilmemizi tetiklemeye çalışmaları.

Özellikle Blade Runner, Nausicaa, Road Warrior, 12 Monkeys, Le Tems Du Loup, Children of Man, Avatar gibi filmlerde gelişen bu yeni duyarlılık; Cloud Atlas, Furry Road ve Blomkamp’in üç disütopya filmiyle yaşamı savunan ve ayağa kaldıramaya çağıran yeni bir etik anlayışın, yeni bir aydınlanışın köklerini besler hale geldi.

Metnimizde Blomkamp’in üç filminin (Yasak Bölge-2009, Elysium-2013, Chappie-2015) temel izlekleri üzerinden kıyamet ve çıkışa dair önermelerde bulunmaya çalışacağız.

Mülteci İnsanlık ve Tecrit Dünya

Blomkap’ın üç distopya filmi de tecrit edilmiş alanlarda geçer.

Yasak Bölge kaza sonucu gezegene düşmüş uzaylı ırkın kapatıldığı 9. Bölge adlı kampta, Chappie “şimdiki geleceğin” Joburg kentindeki varoşta, Elysium ise 2154 yılında seçkinlerin bir uydu cennete göçüp koca bir getto olarak terk ettiği dünyanın Los Angeles kentinde.

Kamp ya da gettonun kökenini insanın ilkel atasının yerleşik hayata geçme aşamasında aramalı. “Burası benim” dedikten sonra bazı hayvanları alıp etraflarını çitler ile çevrelemek; onlara karşı hâkimiyetini ilan etmek, onları kontrolü altına almak, yaşama alanı ve biçimini, kısaca kaderlerini tayin etme tercihiyle.

Tecrit metaforundaki tarihsel zehri kavrarsak, buradan çağlar boyunca sürgünlere, alıkoymalara, kamplara, gettoların oluşumuna sebep olan güç ve iktidar istencinin ağırlığını kavrama şansına yakalayabiliriz. Çitlerden tel örgülere, toplama kampına giden trenlerden Gazze duvarına ve oradan 9. Bölgenin tecridine değin.

Kuşkusuz; Güney Afrika kökenli genç sinemacı Blomkamp, ülkesinde tam 46 yıl boyunca siyah ırka uygulanmış “apartheid” politikası ve halen dünyanın farklı köşelerindeki ayrım politikalarını “uzaylı öteki” metaforu üzerinden yeniden sorgulama açar.

Blomkamp’in üç filminin örneklediği tecrit pratik içinde en keskini ve kitleseli kuşkusuz, H.G. Wells’in sanayii toplumunun başlarında kaleme aldığı “Zaman Makinesi” kitabındaki sınıfsal izolasyon fikrini güncelleyen Elysium’dur. Wells’in kitabındaki gelecekte elit kesim yerin üstündeki cennette, geri kalan yığınlar ise yerin altında yaşarken; Blomkamp’ın disütopyasında cennet uzaydaki bir uydu kentte taşınmış, dünya ise milyarlarca mülksüzün yaşadığı devasa bir varoş haline gelmiştir.

Elysium da lüks yaşamın yanında her türlü bedensel hastalığı yenebilen bir teknoloji kullanılırken, dünya varoşunda insanlar yoksulluk, hastalık ve şiddet sarmalında her gün ölmektedir. Dünya artık bir çöplük, Çin modeli fason bir fabrika, robot polis gücünün kontrolünde bir mülteci kampı ve kaderine terk edilmiş koskoca bir çöldür.

Dünya’dan Elysium’a kaçak giriş yapan insanlara yapılan muamele; şimdi 21. Yüzyıl başında Afrika ve Orta Doğu’dan Batı dünyasına kaçmaya çalışan milyonlarca mültecilere sunulan seçenekle ile aynıdır: ölüm ya da sınırdışı.

Gezegenin Geleceği Olarak Varoş

CEO’ların dünyası ile gettoların dünyası arasındaki ince çizgiyi çözenler (çekenler), 21. yüzyılın da ana kodunu çözmeye adaydır. Çünkü geleceğin düğümü varoşlarda gizli.

Bu düğümün silah sanayinden küresel mafyaya, polis devletinden sosyal Darwinizme birçok bileşkesi üzerine düşünmeden önce varoşun yaratıcı potansiyeli üzerine küçük bir cep açmalı. Sanayi toplumunun varlığından beri yoksul yığınlarının yaşadığı kent varoşları kültürel tarih içinde önemli yer tutmuş birçok yaratıcı bireyin ortaya çıktığı bölgelerdir.

Artık kaosun başkentleri haline gelmiş küresel varoş; çağdaş şairin(rap), ressamın(graffiti), bestecinin(producer, dj), tasarımcının(rave ve squad düzenleyicileri), dansçının, nerd’ün ve de sporcunun yetiştiği alternatif bir gen havuzudur.

Doğduğun yerin kader haline getirilen döngüsüne karşı uyanmak ve ona karşı durmak, kendini yaratıcı bir birey olarak yeniden inşa etmek göze almak ve o cehennemden sağ çıkıp dünyaya bir şeylerin yanlış kurgulandığını söylemek/göstermek…

Peki, nedir bu kader haline getirilen döngü?

Daimi yoksul, ümitsiz ve geleceksiz yığınların varlığı getto düzenin temelidir. Vahşi küresel kapitalizm makinesi borsa kadar, kayıt dışı ekonomi üzerinden dişlilerini çalıştırır: Mafya, teknoloji casusluğu, junk piyasası, silah pazarı, kaçakçılık cennetleri, ucuz iş gücü, ilaç şirketi kobaylığı, bahis piyasası, kumar sektörü, fuhuş ve porno ağı, yedek organ bankası ve sürekli istikrarsızlığı besleyen koca işsizler ordusunun varlığı.

Kuşkusuz bu cehennem manzarasının en basit çıktısı durdurulamaz bir şiddet döngüsüdür. Sistem bu şiddeti bastırmak için operasyonlar düzenler, mahkemeleri görevlendirir gözükse de; aslında sistem kaos ve istikrarsızlığa olan bitmez ihtiyacından ötürü bu şiddetti sürekli besler ve varlığını normalleştirir.

Kuşkusuz bu döngünün ekonomik çıktısı yanında, dünyanın varoş dışındaki bölgelerinde, sistemin imkânlarından daha çok yararlanabilmiş kitlelerin de disipline edilmesi, demokrasi maskesi altında polis devleti pratiklerinin resmileşmesi, toplumun manipülasyon ve dizayn edilmesi içinde şiddetin sürekliliğine ölesiye ihtiyaç duyar. Diğer toplum kesimlerinin de varoşu ötekileştirmesi, ondan nefret etmesi, korku beslemesi, toplumsal bir linç atmosferi ve sürek avının varlığı kaos sisteminin işleyişi için elzemdir.

Varoş bireyine düşen acı rol ise; sürekli yaşam/varlık mücadelesi ile boğuşmak, hep çıkışsız kalmak, devasa bir av sahasının içinde kurban ya da cellat rolünü oynamayı kabullenmektir. Kuşkusuz maruz bırakılan cehalet, güvencesizlik, geleceksizlik ve hayatta kalma savaşının yarattığı patoloji toplumsal nefreti sürekli körükler. Nefret; aklı, vicdanı, sağduyuyu kemirdikçe bireyi vahşi bir yığının parçası haline dönüştürür. Çıkışsız nefret büyüdükçe ruhu çürütür ve sıkışan birey yok etme ister her şeyi- kendi dâhil.

Kurban olmaya ve kurban etmeye hazır yığınların varlığı kaos yönetimlerinin aradığı puslu havanın dumanıdır. Küresel makine; bir suçlu üretme makinesidir.

İşte bu yüzden varoşlar silahlı çetelerin, radikal nihilist grupların, illegal yapıların kaynadığı kazandır ve bu kazanı çeviren kepçeyi tutan eller ise küresel silah şirketleri, mafya düzeni, savaş ekonomileri ve toplum mühendisleridir.

Neill Blomkamp

Blomkamp filmleri ise bu küresel komplonun farkındadır ve cinnet döngüsüne karşı vicdanı, empatiyi, farkındalığı, özne oluşu, sevginin ve yaratıcılığın direnç gücünü anımsamaya çağırır izleyicisini. Alternatif yollar, sığınaklar, göçebelikler ve çizgileri yaratarak.

Bedenin Sınırları, Etin ve Zihnin Yeni Evrimleri

Blomkamp sineması, küresel kaos düzenin yaratığı yekpare kimliklerin, sınıfsal kültürel ve ırksal izolasyon politikalarının sahteliğini; onların kırılganlığı, akışkanlığı ve geçişkenliği üzerinden sorgular ve onları yeniden dönüşüme açar. Normal diye bir şey olmadığının kabulü, ucube ile yüzleşmek/barışmak, kazadan kader, kaderden ise geleceğin eskizini çıkartmak.

Yasak Bölge’nin kahramanı Wikus çokuluslu gücün ve silah sanayinin yönettiği uzaylı tahliye planının icra memuru iken, geçirdiği kaza sonucu vücudunda uzaylı genleri gelişmeye, bedeni mutasyona uğramaya başlar. Wikus’un dönüşümü bedensel olduğu kadar zihinsel bir değişim/farkındalık deneyimidir.

Wikus bastırdığı öteki’ye dönüşürken; ruhunda da bir şeyler değişir ve içinde bastırılan insancıl yan “öteki/uzaylı oluş” sürecinde alevlenir.

Elysium’un kahramanı Max’in maruz kaldığı aşırı dozda radyasyon ile bireysel varoşunun çıkışsız çelik kafesinden çıkışını bulur; yeniden insancıl olmayı keşfederek, ruhunu çok’luğa açarak.

3. filmin kahramanı Yolandi; droid Chappie sayesinde içindeki anne ile barışır, şiddetin karşına sevgiyi ve vicdanı koyar. Yolandi’deki değişim bir süre sonra çete lideri sevgilisi Ninja’nın içindeki insanı kıpırdatır.

Yolandi ve Chappie’nin yaratıcısı Deon’un bedenleri şiddetin kurbanı haline geldiğinde ise Chappie’nin bulduğu yol sayesinde vücutları birer hareketli makine, zihinleri/ruhları birer yazılıma dönüşür.Şiddet sarmalında, militarizmin ve çokuluslu şirketlerin kurbanı rolünden Yolandi ve Deon makineleşerek, Chappie ise resim yapan bir robota dönüşerek/insanlaşarak kurtulur.

Kuşkusuz bu öteki’nin sinemasıdır; melezleşmenin, yaban lehçelerin, mutasyonun, yeniden doğan insancıl yanın, ancak ütopya da büyüyebilen çocuksu oyun ve takas dilinin sineması.

Başkalaşan Hayatlar ve Ayağa Doğrulmaya Kalkan Yeryüzünün Lanetlileri

Blomkamp’in üç disütopya filmi, gerçekliği olanca vahşiliği ile aktarmaktan ve onunla yüzleşmekten çekinmeyen birer sanat eseri. Blomkamp’in anlattığı öyküler gündelik gösterinin hafif narkozlu aksiyon hikâyelerinden öte, yaşadığımız gerçek dünyanın ağır, boğucu ve acı yüklü hikâyeleri.

Blomkamp sinemasının yarattığı fark, tıpkı Furry Road ve Cloud Atlas filmlerindeki gibi kıyamete ayarlı bu cinnet geçiren dünya hali içinde umut ve değişime dair düşü canlandırmaya çalışma dirayetindedir.

Tamam, dünya bitmiştir, tamam uygarlık bin kez çökmüş ve bunu yok sayan ikiyüzlülüğümüz sayesinde yaşıyormuş gibi gözükmektedir. Tamam; hepimiz yaratılan sahte gerçeklikler dünyasının kurbanlarıyız, tıpkı metamorfoza uğrayınca kamu önünde bir suçlu olarak servis edilmesi için medyanın türettiği photoshop mahsulü “uzaylı ile karısı aldatan hain” JPEG’leri ile linç edilen Wikus gibi.

Tamam; uygarlık çoktan bitti ama artık gelişen farkındalık sayesinde güdülenen tarihin, insanın ne olduğunun, doğal olan ile ilişkimizi nasıl yitirdiğimizin, dişil gücün sağaltıcı gücünün nasıl bertaraf edildiğin, insanlığı kurban eden çarkın işleyişinin ne olduğu hakkında açık bir görüşe sahibiz.

Peki; herkesin Elysium vatandaşı olmasını düşleyen Spider’ın umudu ve direnci ya da silah şirketi CEO’suna şiir yazabilen bir robot imal etmeyi öneren mühendisin ruhunun inceliğine ne olacak?

Dünyada her şeyin bir birine bağlı olduğu gerçeğinin yüzümüze vurduğu zamanlardayız. Artık her insanın varlığından dolayı bir sorumluluğu olduğunun farkına varacak mıyız?

Peki; ruhumuzdaki naif insan evladını yeniden hatırlayacak, bir çocuğun kalbindeki saflığı canlandırabilecek, arınabilecek miyiz uygarlık dediğimiz bu cinnetin tüm kirlerinden?

İnsan türü, kendi varlığını ve gezegendeki tüm canlı yaşamı artık yok etme sınırına gelmiş bu sistemin kurbanı mı olmayı seçecek; yoksa Blomkamp’in yarattığı kahramanlar gibi değişmeyi, yeni bir “insan oluşa” evrilmeyi mi?

Zaman yok; şimdi karar vakti..

Nisan 2016-İstanbul