Ana Sayfa Vizör Gerald’ın Oyunu

Gerald’ın Oyunu

Gerald’ın Oyunu

Amerikan korku sinemasının son yıllarda ürün vermeye başladığı yeni bir korku/gerilim altbaşlığı sözkonusu. Bireylerin rutinlerini renklendirme çabalarının grotesk yollara sapışını anlatan hikayeler ekranlara yansımakta.

 

Not: Bu yazı hakkında konuştuğu eserle ilgili kısmen sürpriz bilgiler içermektedir. Filmi seyrettikten sonra okunması tavsiye edilir.

2017 yılı sinemada Stephen King uyarlamaları açısında oldukça verimli bir seneydi, sadece bir sene içinde dört adet bütçesi geniş projeyle sinema seyircisinin bilincinde kendini canlı tutabilmek her yazarın harcı değil. King bundan elli sene evvel ilk kısa hikayelerini yazarken ileride popüler kültürde etkin bir isim olacağını belki ümit ediyordu ama etkinliğin bu düzeye geleceğini ön görmesine imkan yok. Öte yandan masamıza konulan dört uzun metraj projesinin dördünün de iyi olmasını beklemiyorduk, bu imkansızı talep etmek olurdu. İlginç olan bu filmlerden bazılarının kötü olması değil, başarı ve düşkırıklığının filmlere dağılımıydı. King’in tamamen kendi mitolojisine sahip, geniş külliyatlı ve en iddialı projesi olan Kara Kule filmi ortalama bir aile fantezisinden fazlası olamazken sinemada olmasa bile televizyonda rüştünü ispatlamış ve bir daha ekranlarla yolunun kesişmesi pek de beklenmeyen “O”’un yeniden çevrimi hem eleştirmenler tarafından beğenildi hem de çok büyük gişe başarısı elde etti öyle ki benzer filmlere muhtemelen Amerikan korku sinemasında önümüzdeki yıllarda daha sıkça denk geleceğiz. Netflix tarafından dağıtımı yapılan ve bir dönem korkusu olan “1922” ise senenin ikinci yarısında izleyiciyle buluşan ve pek de ışıltısını gösteremeyen bir iş oldu. Edebiyattaki esas başarısı Amerikan taşrasını yansıtmadaki yeteneği olan King’in bu uyarlamasının sönüklüğü bir açıdan şaşırtıcı. Daha şaşırtıcı olan ise yolu taşradan geçen ancak temelinde çok daha şehirli bir tablonun hakim olduğu, edebi olarak da fazla kendini gösterememiş 1992 tarihli Gerald’ın Oyunu’nun (İng. Gerald’s Game) yönetmen Mike Flanagan tarafından yorumlanan aynı adlı uyarlamasının, senenin son King sürprizi olarak beklentilerin çok üzerinde bir film olarak karşımıza çıkmasıydı.

Gerald’ın Oyunu, filme isim babası olan Gerald ve karısı Jessie haftasonu kaçamağı için ormanlık alandaki yazlık evlerine gidişi ile başlar. Orta yaşlı çift ilişkilerini renklendirmek için ıssız evde çeşitli fanteziler yaşamayı planlamaktadırlar. Ne var ki işler planlandığı gitmez ve Gerald karısını yatağa kelepçeledikten kısa bir süre sonra kalp krizi geçirir. Başlangıçta bunu da oyunun bir parçası sanan Jessie kısa zamanda tehlikenin boyutunu idrak eder: Kocası ölmüştür ve kendisini kelepçelendiği yataktan kurtaracak kimnse yoktur.Açlık ve susuzluk yakında kendini gösterecektir ama bir tehlike daha vardır, ıssızlığın ortasında ardına kadar açık unutulmuş sokak kapısı…

Amerikan korku sinemasının son yıllarda ürün vermeye başladığı yeni bir korku/gerilim altbaşlığı sözkonusu. Bireylerin rutinlerini renklendirme çabalarının grotesk yollara sapışını anlatan hikayeler ekranlara yansımakta. Haftasonu kayak merkezine gidip dağdan aşağı inen son teleferikte mahzur kalmak (Frozen, 2010) başlı başına bir korku hikayesi olabiliyor. Ya da komşularının saunasında kilitli kalan bir grup gencin yaşam savaşı (247 F, 2011) bir slasher alternatifi olarak karşımıza çıkabiliyor. Bu filmlerin ortak özelliği filmin ardındaki yaşam savaşını başlatanın gizemli bir seri katil ya da doğaüstü bir güç değil, hayatın rutininin ta kendisinin oluşu. Piramidin içinde tüm hazineyle gömülü kalmaya benzeyen bir ironi içeren, burjuvazi yaşamının çöküşünü onun kendi zevklerinin hazırladığı filmlerdir bunlar. Elimizde göze çarpan fazla eser yok, zira “zevkten korkma” sineması hala test sürüşlerinde, ancak sinemada böyle bir refleksin arada kendini gösterdiğini görmekteyiz. Gerald’ın Oyunu da bu refleksin en taze ürünü. Öncülü olan diğer filmlerden farkı ise sadece konseptin çekiciliğiyle yetinmeyip işe bir karakter derinliği de eklemesi.

Gerald’ın Oyunu, konseptin büyüsü ile mizojinist bir işkence pornografisine rahatlıkla dönüşebilirdi, zira korku sinemasının kadınlara karşı bir Janus maskesi mevcuttur; kadını küllerinden doğurma, onu güçlü figür yapma bahanesiyle onu her türlü dehşetin imtihanına teslim eder. Bu yola sapması hayli olası olan film ise kısa zamanda rotasını değiştiriyor ve Gerald’ın ölümünün ardından meseleyi kelepçenin metaforik gücüne odaklıyor. İlerleyen dakikalarda anladığımız üzere Jessie aslında kendi kimliği asla ön planda tutulmamış, hep prestijli avukat Gerald’ın gölgesinde, onun konumuna “kelepçelenmiş” kalmış bir kadındır. Jessie, ingilizcede “trophy wife” (Ödül Eşi) olarak isimlendirilen, kocasının statüsünden faydalanan (ve varlığıyla kocasına prestij kazandıran) kadın modelinin tipik bir örneğidir. Jessie ilk etapta toplumdaki konumunu ve evliliğini sorgularken filmin ikinci yarısında ise hayatındaki ilk cinsel travmayı irdeler.

Film bu açıdan akla çağdaş Amerikan edebiyatının en önemli isimlerinden Joyce Carol Oates’in (Gerald’ın Oyunu kitabının basımıyla aynı yıla denk düşen) 1992 tarihli “Kara Su” (İng. Black Water) kitabını getiriyor. Gerçek bir olaydan esinlenen ve genç bir kadının sıkışık kaldığı aracın içindeki boğulma anlarını tasvir eden Kara Su, Gerald’ın oyununa benzer bir şekilde meseleyi kurbanın tüm hayatının bir kritiği olarak sunarak gelirimi yükseltir. Kara Su’da da genç bir kadın kahraman, yaşça büyük otoriter bir figürün (Senatör) cinsel ilgisine kapılıp kendisine yapılan tehlikeli daveti kabul eder. Oates, hikayesi boyunca kahramanını çeşitli psikolojik sıkıntılar içinde gezindirir ve kapanışı uğruna prensiplerinden vazgeçip aracına bindiği senatör tarafından ölüme terkedilmekle tamamlatır.

King’in romanı ve Flanagan’ın film yorumu ise bize Oates’inki kadar karamsar bir son sunmaz. Jessie mücadelecidir, geçmişinden dersler çıkarması gerektiğini hem biz hem de kendisi film ilerledikçe öğreniriz. Jessie susuzluğun da etkisiyle sanrılar ve garip yanılsamalar görmekte, kafasının içindeki kocası ve kendisiyle dakikalarca konuşmaktadır. Buradaki anlatı aslında tehlikeli bir suda yüzmektedir; zira her an sandal devrilebilir, Jessie’nin kurtuluş hikayesinin bilge kurtarıcısı bir erkek figürü (mesela Jessie’nin kafasının içindeki Gerald’ın tavsiyeleri) olabilir. Film bu tarz bir sıkıntının bilinciyle içeriğindeki tüm erkek karakterleri Jessie’ye düşman olarak gösterir ya da asıl çıkış yolundan saptırıcı bir noktaya çeker. Filmin çok bir amaca hizmet etmiyormuş gibi gözüken korku öğesi Ayışığı Adam’ın rolü de final dakikalarında tüm erkek figürlerin toplandığı bir vücut olmaktan öteye gitmez. Jessie kurtuluşu kendi anılarındaki Jessie’lerin sözleri eşliğinde bulur.

Stephen King’in kadın kahramanları odağına aldığı iki romana rastgeliriz. Bunlardan biri Gerald’ın Oyunu iken diğeri gene 1992 tarihli Dolores Claiborne’dur. Pek çok benzer temayı içeren Dolores Claiborne, 1990’ların ekranı için Gerald’ın Oyunu’na kıyasla daha az radikal bir tutuma (hatta anneliği kutsayan yapısı ile bir de muhafazakar erdeme) sahip olduğu için anaakım sinemaya yansıması daha kolay olur. Aradan geçen çeyrek asrın artık ekran ahlakının çıtasını yükselttiğini ve Gerald’ın Oyunu’na yer açtığını söyleyebiliriz.

Gerald’ın Oyunu anaakım sinemada kadın kahraman şablonunun şekillenişi açısından kritik bir iş. Özellikle, korku ya da gerilim gibi istismar çizgisinde ilerleyen türler açısından erkek yönetmen/yazarların elinden bu nitelikte filmlerin çıkabilmesi ayrı bir öneme sahip. Filmin yer yer yükselen görsel şiddetini atlatabilirseniz yılın en iyi gerilimlerinden birini tecrübe etmiş olacaksınız. Türün meraklıları kaçırmamalı.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl