Akademi özgür düşüncenin mezarlığıdır- demişti Ömer Uluç. Doğru ama eksik bir tespit, çünkü bilimsel, disipliner, uzmanlaşmış, depolanmış bilginin iktidarı olarak akademi aynı zamanda katil ve kurbanının mezar kazıcısı olmakta ister; her ne kadar bu suçları hiçbir zaman üstlenmeye gönüllü olmasa da…

 

O uygar dünyanın ve onun grift iktidar ağının ona verdiği oyunu büyük söylemler, evrensel kurallar, bilimsel formüller üreterek, gölgelemeye çalışır. İktidar denen devcileyin mekanizmanın rutinleştirme görevini lâyıkıyla yerine getirir. Fazlasıyla rasyonalist ve pozitivist bir makinedir ve kendi iktidarını diğer büyük iktidar ağlarıyla(bürokrasi, şirketler, ordular vb.) birleştirmekten, yeni ağlar kurmaktan kaçınmaz.

 

Bilginin iktidarı, karşındaki yaban deneyimi önce tanımlar, tarif eder; ardından kavramsallaştırıp tarif ettiklerini tasnif etmeye soyunur. Bunun sonucu mantık dizgeleri oluşturmak, çıkarsamalar yapmak ve buradan genel algı-toplumsal söylem içine sıkıştırılmaya uygun kavramlar çıkartmaktır.

 

Sonuçta yaratılan bu kavramların tümü toplumsal konsensus içinde kolayca eriyebilecek uzlaşım noktalarıdır. Bu söylemsel inşa süreci içinde, merceğe alınan durumun uzmanları türemeye başlar, uzmanlaşma lokasyona ve tabii bütünsel bir zihinsel durumun parçalanarak belirsizleşmesine, ilüzyona uğratılmasına neden olur. Geriye bir simülark olarak ürettikleri posayı atmak kalmıştır.

 

Bir fikrin ya da zihinsel durumun sonunu ilan eder(ölüm fermanı), ardından onun ölümünün bilimsel bir sonuç olduğunu araştırmalar ile ispatlar(ölünün gömülmesi), ardından kendi yarattığı sonuca, kurguya kendi de inanır, onu bir çeşit skolastiğe dönüştürür, kütüphanelere kaldırır.(mezar bekçiliği)

 

Baudrillard; “Sarmallaşan Ceset” adlı makalesinde 68 ile beraber bilgi ve iktidar arasındaki suç ortaklığının su yüzüne çıktığını söyler. “Bundan böyle bilimsel içerik ve siyasi yapılanmadan yoksun bir üniversite boşlukta uçmaya mahkumdur ya da onun kendine bir yön verebilmekten aciz, yapay bir hayatta kalma mücadelesi veren tiyatro ve kışlalar gibi bir makine simulakrını yöneten arkaik bir feodal düzene dönüşmüş olduğu söylenebilir.(Simülakrlar ve Simülasyon, Doğu-Batı yay, 2008, syf 202)

 

2

Avangard hareket bitmez bir karnaval, sonsuza uzanan tinsel bir bayrak yarışıdır ve Gerçeküstücü ise bu koşunun en soluklu eridir. Hep hareket halindedir, yoldadır; önündeki yol sınırsız, menzil ise tahmin edilemezdedir. Baudelaire’in arşınladığı, Blanqui’nin sürekli barikat kurduğu sokaklardan, Aragon’un Opera Pasajına,  Debord’un sürüklenmelerine değin uzun ve gizemli bir yol. Sonuçta dışardan idrak edilemeyecek, delişmen bir deneyimdir. Sadece kendi içindeki erlerin bildiği gizli dillere, sembollere sahip zihinsel bir durum ve tinsel ayaklanma halidir.

 

Nefes alan bu hayaletin gücünü ölçebilecek sismograflara sahip olmamasına rağmen, akademi sürekli Gerçeküstücülüğe yönelik ilgi halindedir. Akademi önce onu estetik bir tavır ya da sanatsal hareket, daha sonra siyasal bir eylem olarak kalıba dökmek istemiştir. Onu 2 savaş dönemine ve onun bunalımına sıkıştırmak istemiştir. Onu bitmez tükenmez araştırma-av sahalarından biri haline getirmeye uğraşmıştır. Ve ardından 50’li yıllarda ise sürrealizmin kendini gerçekleştirerek ölümünü ilan etmiştir. Oysa ölümsüzlük iksirini içmiş bir hareketi öldürmek imkansız bir çabadır.

 

Akademi yaşayan sürrealist hareketlerden çok, onun estetik biçimlerini-tarihini-kahramanları kazı alanına almış, ıcığını çıçığını deşmiş, tasnif etmiş, sınıflandırmış, kendince çözümlemiş, akılcılaştırmaya uğraşmıştır.

 

Kuşkusuz yaşayan, eyleyen, geçitlerde gezen Sürrealizmin böyle bir boş zamanı, teknik imkanı, ekipmanı, parası hiçbir zaman olmamıştır. Onlar hep yoldadır, bilinmeyene ait her geçide giren, karanlıklara dalmaya çekinmeyen işaret fişekleri olarak. Akademi sürrealizmi sürekli araştırır-incelerken, sürrealizm ise var olmuş, gündelik hayatı ele geçirmek için düşünsel-imgesel-eylemsel gerilla harekatları düzenlemeye devam etmiştir. Çıkan sonuçsa ironiktir, ortada sürrealistten çok sürrealizm uzmanı türemiştir.

 

Oysa sürrealizm başından beri akademinin bir iktidar aygıtı olduğunun bilincinde ve eleştirisindedir. Breton 50’li yılların başında sürrealizmin okullarda ders olarak sergilenmesinden dolayı duyduğu öfke ve üzüntüyü açıkça belirtmişti. Aydınlanma düşüncesinin üniversiteye biçtiği akılcılaşma nosyonu devam etmektedir, bu noktada bir iktidar mekanizması olarak üniversitenin sürrealizmi akılcılaştırma hevesinin karşısında durulmalıdır. Çünkü hiçbir düş ya da yaban düşünce ehlileştirilemez, evcilleştirilemez.

 

Tüm bunlara rağmen akademi sürekli yaşayan sürrealizme şöyle seslenir ‘bakın siz teorik, tarihsel, kavramsal boşluklarınızı dolduruyoruz, yoksa sizler sırtlandığınız geleneği kaldıramayacak kadar sarhoş, maceracı ve anarşistsiniz. Yapmaktan çok yıkmaya ayarlı birer düzeneksiniz. Bu yüzden eleştirel salvolarınızı bizden ırak tutunuzda, işimizi yapalım.’

 

Bu çağrı sempatik olsa da içinde bir tehdidi ve de iktidar söylemini taşır. Sürrealizmin tarihi uzmanlara, maaşlı teorisyenlere, sanat tarihine bırakılacaksa, vay sürrealizmin haline…

 

Yaşayan Sürrealizmin, bilinmeyenin karanlık yollarında ilerlerken, sürekli ona yardım ettiği iddiasıyla ağaçların arasından çıkan, ormandaki kadın kostümlü kurtlara kanmaması gerekiyor.

 

3

Her iktidar aygıtında olduğu gibi akademi içinde de istisnai bir çok kötü tohum, mutant doğum ola gelmiştir. Eylemci tavrı, soykütüksel kazıları, Magritte’den Roussel’e Sürrealizme ilgisi ile Foucault bu alanda verilebilecek ilk örnektir. Yaşayan, güncel Sürrealist hareket içinde aktif olan ama mesleğini akademi içinde icra eden örneklerde vermek mümkündür. Ama ayrıksı otların alanı, tarlanın büyüklüğü karşısında her zaman küçük vahalar olarak kalmıştır.

 

68 ile ‘üniversitenin ölümü’ gerçekleşmişse bile o bir hayalet olarak değil, bir çeşit yaşayan ölü, bir zombi olarak faaliyetine devam etmektedir. Modern dönemim başından 60’lara kadar düşünsel ufku belirten, kuramsal devrimsel fikirler üreten akademi dışında, hayatın içinde konumlanmış sanatçı-eylemci düşünürlerdir. Bu konuda Marx’tan modernizmin ilk kuramcısı Baudelaire’e uzun bir liste çıkartmak mümkündür. 60’lı yıllardan günümüze artarak ilerleyen süreçte ise kuramsal düzlemin hâkimiyeti akademinin eline geçmiştir. Kuram bir nevi hayattan ve besleyen praxis’ten kopmuş, her durum araçsallaştırılmış, metinselleştirilmiştir

 

Son 30 yılda küresel kapitalist bir politika olarak eğitimin özelleştirilmesi, dev şirketlerin kendi maaşlı bilim adamlarına, kuramcılarına, uzmanlarına sahip olması ile sonuçlanmıştır. Şenlik çağrılarımızda bizle beraber ateşin etrafında toplanabilecek azınlıktaki kötü tohumları saymazsak, karşımızda dikilen, bize bilgi ve söylem üzerinden iktidar üreten kurum küresel kapitalizmin kendisidir.

 

ps: Bu metin küresel ölçekte akademi-sürrealizm sorunsalı üzerinden üretilmiştir. Yoksa Türkiye’nin özgül koşullarında bırakalım saltık Sürrealizmi, avangard’a ve onu besleyen düşünsel-tinsel-imgesel evrene yönelik ciddi araştırmalardan bahsetmek imkansızdır. Deneysel kanalda Ece Ayhan, Enis Batur gibi akademi dışı fikir erbapları etkin olmuştur. 2000 yıllar ile bu heves daha tabana inmiş, Ücra, Poetikhars, Erekte Şiir, Sonat gibi genç mecralarca daha aktif, hayatın içinde icra edilmiştir,