Defterlerinin üzerine köpek duruşu eğilmiş; sol dirseğiyle yerden destek alıp, sağ eliyle de kitabın sayfasını  kaçmasın diye tutuyor, hem de okumadığı yarısına koyduğu defterine cevaplarını yazıyordu ödev verilmiş soruların…

Kafası, kalabalığa yanlışlıkla karışmış bir kedinin kafası gibi; bir deftere, bir gelip geçen ayaklara, bir deftere bir de geçmesi muhtemel polise bakıyordu. Günlerden cumartesiydi. Bunun önemi okulun tatil günü olması, bi’de doğurulan, üstelik bir sürü kadın tarafından doğurulan tek gün olmasıydı.

Sırtında, gölgelerden sıyrılıp ısısını hissettiren güneş çizgi çizgi dolaşıyordu.

O an sırtında ve ensesinde dolaşan bu sıcaktan olsa gerek saatin kaç olduğunu düşündü. Öğle saatleriydi. Bu genişçe bir ifadeydi zaman kavramı için.

Bu boşluk bıraktığı zaman dilimi içerisinde İstanbul’un diğer bir ucuna, hatta ülkenin diğer bir ucuna, gittikçe uzayan caddenin sonuna gidilebilirdi. Kafasını dersin dışına verse sorunlarını bile çözebilirdi, çözemeyebilirdi… Hatta hatta bir deprem olsa bu söylediği zamanın içerisinde bütün dünyayı yok edebilirdi. Bir dakika bile sürse nelere mal olduğunu görmüştü. ‘Allah korusun!…’ deyip kesiverdi düşüncelerini…

Bütün bunları düşünürken kafası aynı haraketlerine devam ediyordu. Artık bildik bir soruya parmak kaldırmak gibi, yaramazlığın ardından ceza almak gibiydi kafasını oynatışı…

Arada kendisine sevecen, acımtırak bakışlarla bozuk para verenler sadece bu ritmi bozuyor, kafası güneşi bir an olsun durduran gölgelerin yüzlerini görmek için de olsa farklı bir yöne dönüyordu. bu yüzler bazen eğilip kendisine yaklaşıyor, bazen baktıkça uzuyordu ya hiçbiri durmuyordu.

Güneş yavaş yavaş sırtını yakmaya başladı. Gelip geçenlerin arasından birisi dursa ya güneşi biraz tutsaydı. Gölgenin altında kalırdı. Bu da bir an olsun rahatlatırdı O’nu.

Güneş yavaş yavaş yolun karşısını gölgeliyor, kalabalık da gölgeyi seçiyordu. Kendisi de gidebilirdi. Ama caddenin en işlek yerinin dükkanlarla kaplı olması, bu dükkkânların sahiplerinin izin vermemesi yüzünden, şu anda olduğu gibi ünlü yayınevlerinden birinin geniş cephesinin önünde duruyordu. Burada kimseyi rahatsız etmiyordu. Geçenlerin acımalarının dışında…

Ki zaten bu acınma kendisine  işini yaptırmış oluyordu. Bunları düşünüyordu. Burayı da parsellemiş olan insanları, ailesini.

Başta yer kirası ya da hava parası olarak kazandığını parselcilere, kalanını da ailesine; oradan kalanını (ki kalmaması gerekiyordu), aşırdığını da kendisine alıyordu. Bu düzene alışmış, hatta arkadaşlarıyla cep telefoncuların önünde konuşurken bunlarla övünüyordu. Dünyanın düzeniydi ya bu, pek de sorgulamıyorlardı alışmışlardı. Ama ara sıra aklına takıldığı oluyordu…

Gazetede okumuştu. Güneş ışınları zararlıydı artık. Herkesin karşı yola, gölgenin altına, güneşin boşalttığı kısıma yürümesi mantıklıydı. Neyse ki zaman geçince o da gölgenin altında kalacaktı.

Zaman ilerledikçe cadde kalabalıklaşıyordu. Her hafta sonu böyle olurdu burası; kalabalıklaşır, kalabalığın büyük bir bölümü gölgeye doğru çekilirdi. Burası herhalde her yöne akabilen tek nehirdi. Öyle ki aynı anda durağan ve coşkun olabilen de…

Zamanının çoğunu kalabalıklara bakarak geçirdiğinden yürüyen her insanın yürüyüşünden düşüncelerini çıkarabildiğini iddia edebilirdi. Hem de sadece ayaklarına bakarak. Evet evet kesinlikle yapabilirdi: “aha şu şu hızlı hızlı gidenin topukları yere sert vuruyor, ilk önce çok sinirlendiği kesin, acele ettiğine göre yapı olarak da asabi hemen söylerse her şey düzelebilir sanıyor. Aha şu da yüksek topuklu ayakkabısını yere çiviler gibi gidiyor, uzun bacaklarına da kalçaları kesin çekiç etkisi yapar gibi salınıyordur” diye düşündüğü an kafasını kadının kalçalarına çevirdi haklıydı. “ooo… o kalçalar balyoz etkisi bile yapıyordur’ diye düşünüp gülümsedi.”

Hem bu caddeye gelen insanlar kalabalık çoğaldıkça adımlarını birbiri gibi atıyor, dolayısıyla bazen adımlarından insanları anlamak zorlaşıyordu. İtiraf etmeliydi. Mesela o kadın hepimiz gibi düşüneceği halde, sadece kadın olduğu aklındaydı. Bunu göstermek için yürüyordu.

Bu konuda çok doğru tespitler yaptığından emindi.

Saat kaçtı acaba? Güneş caddeyi ortaladığına göre, tramvay zili de duyuldu?.. Üç civarı olabilir diye düşündü. Hala çok sıcaktı. N’apabilirdi ki? Biraz birisi baş ucunda dursa, gitmese ne güzel olurdu. Ders de bitmiyordu anasını ..kiim!.. Dönüp dönüp aynı soruyor okuyordu zaten.

Saat kaçtı? Birisine soramazdı ya. Dilenmeye oturmuş birisi onlara ne diyecekti: ‘Allah rızası için saati söyler misiniz? şu güneşin gitmesine ne kadar var?’ mı diyecekti. Ama az kaldığı kesin.

Zabıtanın, polisin gelmesini bile isteyebilirdi bu anlarında. Apar-topar defterlerini toplar, hemen kaçıp kalabalığa karışırdı. Polis geldi diyebilirdi hesap vermesi gerekenlere.

Ama az kalmıştı ya, karşı taraftaki binaların gölgeleri yolu ortalamıştı çoktan.

Bi’de en güzel oyunuydu bu. Yolun etrafındaki arkadaşları haber veriyor, bazen de o görüp kaçıyordu polisten. Her defasında kalabalığa karışıp atlatmayı başarıyordu. Polis de fazla ilgilenmiyordu ya gördümü kaldırıp uzaklaştırıyordu. Ama kaçması yok mu, en güzel oyunuydu.

Kerem Ağralı

Hala ortada polis yoktu. Gitgide kalabalık artıyor, güneş bulabildiği  parça parça edilmiş gökyüzünün arasından sırıtına ve ensesine değiyordu. Ki bu değişler artık canını yakıyordu. Her gelip geçen gölgeden sonra dokunuşları daha da sert hissediyordu.

Biraz daha karanlık olamaz mıydı dünya? bu ne çok ışık…”

Güneş alnında, sırtında, ensesinde  kalabalık çoğaldıkça azalması gerekirken, dengesiz bir ritim tutturmuşçasına çoğalıyordu. Hissettikçe önceden bilinçli-bilinçsiz baktığı zabıta arabasını bekler oldu. Ne zabıta, ne polis yoktu kaç saattir. Geçmemişti, geçmiyordu. Gelse ya da benzer bir üniforma görse fırlayıp kaçacaktı. Yoktu. Ayaklar gitgide çoğalıyor, güneş çoğalan ayakların arasından yolunu bulup yine geliyor, teni her değişinde sızlıyordu.

‘Artık tamam’ dedi, gitmeliydi. Kalkmaya yeltendi, kalkamadı. Öylece duruyordu. Bir daha denedi birazcık sadece başı  oynuyordu. Gelip geçeni durduramamak gibi kalakalmıştı. Dirseklerinden alıp başını öne eğdi, iki kolunun arasına. Zaten doğrulamıyordu. Biraz bekledi. Başını hafifçe kaldırdı, güneşin kalabalıktan sıyrılıp sırtını sızlattığını hissediyordu ya… Birden!

Karanlık, karanlıktı, çok karanlık…

Hasta oluyordu büyük ihtimalle. Tamam insanları bu karanlığın içinde görüyordu. Karartılar halinde ayaklarını da. Biraz düşünse hepsinin yürüyüşünden neler düşündüğünü bile çıkartabilirdi.

Tekrar başını eğdi. Çok yavaştı hareketleri. “Gölgeyi beklemeliyim” dedi. “Gölgeyi beklemeliyim, herkes gibi…”

Gölgenin altına girince geçecekti. Geçerdi. Öylece durdu, zaten hareket de edemiyordu, başını ayaklarının arasına kıstırmış ayakta duran bir köpek gibiydi. Para sesleri bu arada gitgide artmıştı. arada kulağına para sesleriyle beraber sadaka verenlerin sesini geliyordu. Kimi ‘yazık, bak’ deyip birbirine sesleniyordu. Kimi iç çekip para bırakıyordu. Gözlerini araladı gece sis inmiş gibi karanlıktı. Artık ayaklar karanlıkta belli olan çok koyu gölgelerdi.

Bir tedirginlik sardı içini, doğrulmaya yeltendi. Yapamadı. Fazla sarsılmadan yayınevinin camının dibine yığıldı. Daha da arttığını duymaya başladı para ve acıma seslerinin. Güneş ışığının farkında değildi. Ama ısısı canını acıtıyordu. Bir süre öylece durdu. Güneş yavaş yavaş gölgeyi onun olduğu tarafa sürüklüyordu.

Ki birden bağırdı:

saat kaç?” ani sesini kalabalığın sesi soğurdu. Yanından gelip geçenlerin bir kısmı şaşkın  baktı. Hatta gülerek saatin kaç olduğunu söyleyenler de oldu.

Tekrar “saat kaç?” diye bağırdı. Yine aynı şekilde az öncekinden başkalaşmış  kalabalıklara aksetti sesi, aynı cevaplar ve yansımalar oldu. Bir daha sesi çıkmayacak gibi oldu, yutkunamayacak kadar susuzdu ağzı, boğazı…

Gölge yavaş yavaş yaklaşıyordu. O öylece yatıyordu. Kalkamadı yerden. Uykuya dalar gibiydi. Ama her sesi duyuyordu. Paraların sesini, bazen ‘uyu uyu ben defterin arasına bırakıyorum’ diyenleri de duyuyordu. Uyanamıyordu. Uyumuyordu.

Bir süre bu hareket edemeyen, yavaşlayan ve seslerden oluşan yeni karşılaştığı yeni hayatta kaldı. Belki yaşamının geri kalanı böyle geçecekti. Belki de ölmüştü…

Bir süre sonra sesleri de duymadığını farketti, tamamen karanlık ve sessizlik.

Daha sonra, ki ne kadar zaman geçtiğini bilmeden gölgenin üzerini örtmeye başladığını hissetti.

Gölgenin bedenindeki bu güzel oyununu hissederek uzandığı ve kımıldayamadığı yerde sesler tekrar yavaş yavaş duyulmaya başlamıştı.

Aniden gözlerini açtı. Karnındaki ağrıyı da bu anda hissetti. Hafiften sulanmıştı gözleri, saat beş-altı civarıydı. Doğruldu yerden. Ne kadar uyumuştu acaba? Zabıtalar gelmemişti ya da gelmiş de uyandırmaya  çalışmışlar, o uyanmamıştı. Belki öldüğünü sanmışlardı.

Hemen ilk gelene saati soracaktı. ‘Abi saat kaç’ dedi. Saati sorduğu kişi elbiseleri üzerinde eğreti ve bol duran, ama bununla övünür gibi yürüyen, orta boylu esmer bir gençti. Saat altı buçuk diye cevap verdi. Bayağı uyumuşum diye düşündü.

Ve artık gölgenin altındaydı. Mahmur gözleriyle ortalığı kolaçan etmeye başladı. Susamıştı, çok susamıştı. O uyurken bırakılan paraları yerden toplayıp, cebine doldurdu. O sırada caddede kaçıncı tur attığını bu caddede ne aradığını bilmeden dolaşan, ki bir şey araması gerekmediği halde, bir şeyler bulmaya gelmişçesine, kalabalık içinde varlığını tanımlayan kişiler arasından ‘günaydın’ diye seslenenler oldu.

Hala mahmurluğu ve şaşkınlığı üzerinden atamamıştı. Gelip geçenlerin ayakları katmer katmer artıyormuş gibi geldi. Gözlerini biraz daha kapadı. Sırtını yaslayıp ayaklarını yere uzattı. Güneş caddeyi terketmişti.

Su içecekti. Tekrar gölgeyi farketti. Üzerine çöktüğünü. Artık gölgenin altındaydı. Yavaşça yerden topladı kendini, ayağa kalktı. Defter ve kitabını almak için yere eğildiği anda, defter ve kitabının da gölgenin altında olduğunu farketti. Ama kendi gölgesi değildi bu gölge…

Her şeyleriyle gölgenin altındaydılar. Yok! Yok! İçindeydiler. O zaman gölgenin altında olamazdı insan, insanlar, kalabalıklar gölgenin içinde olabilirlerdi.

Hala karnı ağrıyor, gözünün gördüğüyle bakışları arasına düşünceleri giriyordu. İnsanların yüzlerine ve gördüğü her şeye aval aval bakıyordu. Güneş çarpmıştı. Kesinlikle. Başka ne olabilirdi ki?..

Tanıdıklarından ilk gördüğüne güneş çarptığını onu bu hale çevirdiğini anlatacaktı ki önünde durduğu yayınevini camına afiş asmak için girmiş görevli, camı tıklayıp, elleriyle uzaklaşması için işaret mi etti, yoksa selam mı verdi, anlayamadı. Mahmurluğu hala üzerinde, durup asılacak afişi bekledi. Afişi asmayı bitirdi görevli. O da asılan afişte yazanları okumaya başladı.

‘şimdi biz bir peri masa

lı dinler gibi seyrede

riz ışıklı caddelerde mağazala

rı,hani bunlar yetmiş yedi ka..’

diye okurken; kurumuş boğazından yutkunmak için çabaladığını farketti. Çok susamıştı. Koşup aşağıdaki büfeden bir şişe su alıp, büfenin tentesinin altında suyu içti. Kafasından aşağıya birazını döktü. Kafasını kaldırdığı anda farketti tenteyi. Gölgenin altında değildi yine, içindeydi. Gölgenin altında olunmazdı zaten. İçinde olunurdu.

Tanıdığı herkese kendisini güneş çarptığını anlatacaktı.

Hızlı hızlı yürümeye başladı…

 

Desen: Kerem Ağralı