Stanley Kubrick’in, Avusturyalı yazar Arthur Schnitzler’in 1926 yılında yayımlamış olduğu Almanca orijinali Traumnovelle (Rüya Roman) ya da İngilizce bilinen adıyla Dream Story (Düşsel Öykü) olan romanından esinlenerek beyazperdeye aktardığı ve kendi deyimiyle yaptığı en iyi filmidir Eyes Wide Shut (Gözleri Tamamen Kapalı). Sigmund Freud’un yakın arkadaşı olan Schnitzler’in üzerindeki Freud etkisi, kitapta olduğu gibi, filmde de kendini derinden hissettiriyor. Film bir rüya analizi gibi; gerçekten de filmin genel atmosferi aslında bir rüyada geçiyormuş hissi veriyor. Konuşmalar arasında kopukluklar ve aralar olması, akan bir hikâye değil de, parça parça yaşanıyor hissi vermesi… Oysaki tüm olaylar sadece iki günde gerçekleşiyor. Bilindiği gibi, bilimsel olarak rüya analizleri Freud ile başlamıştır. Freud, bastırılan cinsellik ve saldırganlık dürtülerinin kendilerini rüyalarda ifade ettiğini, ancak bu ifadenin açıkça olmayıp, rüyalarda sembollerle olduğunu söylemiştir.

Bu noktada, Nicolas Bourriaud’nun “İlişkisel Estetik” adlı yapıtında söz ettiği form kavramının, artık günümüzde hiçbir maddenin birbirine bağlanamadığı bir sürü dağınık unsurlar derlemesinin, insanlar tarafından ‘bir dünya’ olarak görülmesine neden olduğu savıyla, filmdeki rüya benzetmesi arasında bir ilinti kurularak, aynı bağlamda bir sanatsal okuma yapılabilir diye düşünüyorum. Artık Akademizm ve zamanın ölü form ve işaretlerine bağlanmayı ve onları estetize etmeyi içeren tutum, yani burjuvazinin şatafatçılık, gösterişçilik tutumu günümüzde kabuk değiştirmiş, eski derebeyleri ve toprak sahiplerinin yerini sanat koleksiyonu sahipleri almıştır.

Öte yandan filmde modern toplum burjuvazisinin çarpık aile ilişkilerine ironik bir gönderme, dünyayı yöneten küresel elit kesime ince bir tepki yapılmış, sembollerle ve olağanüstü görsel materyallerle dolu, ışık ve renk kullanımları dâhice düşünülerek çekilmiş ve Kubrick in sinemasal dehası da filme damgasını vurarak, gerçek bir sanat yapıtı meydana getirilmiştir.

Zaten ‘çağdaş sanatçı da bir gösterge gezginidir, işaretler arasında yörüngüler icad eder’ der Bourriaud aynı yapıtında. Ve yine; sanat yapıtı bizim için ticari niteliğinin ya da anlambilimsel değerinin ötesinde, bir toplumsal aralık anlamına gelir, der. Kubrick’in bu filmi, çağdaş sanat yapıtı kıstaslarına çok uygundur. Toplumsal bir aralıktır. Şöyle ki toplumsal dokunun içine girmiş, toplumun içinde oldukları yerden başka bir yere aktarılabilecek değerlere işaret etmiştir. Ve yine Bourriaud’nun deyimiyle bir etiğin hem nesnesi hem de öznesi olmuştur film. Burada form kavramının oynaklığı ve çeşitliliği konusunda son derece ısrarlı olduğunu da belirten Bourriaud, buna örnek olarak sosyolojinin kurucusu Emile Durkheim’ın ünlü buyruğundan alıntı yapmış, buna göre ‘toplumsal olaylar, şeyler gibi görünmelidir. Çünkü sanatsal şey bazen kendini bir olay, ya da (onu bir form, bir dünya haline getiren) bütünlüğü tartışma konusu edilmeksizin, zaman ve uzamda meydana gelen bir olaylar bütünü gibi gösterir’ demiştir. Film de buna somut bir delil niteliğinde…

Ne yazık ki Kubrick, filmi Warner Bros’a teslim ettikten 4 gün sonra ölmüş. Ancak filmin anlaşılamayacağına çok emin olduğunu da söylemiş gitmeden… Filmde, sanki aile kavramının kutsallığını da sorgulamış, ya da günümüz ailesinin ahlaki değerlerini. Fakat film dikkatli izlendiğinde bunların çok ötesindedir.

Film, Dr. Bill Harford (Tom Cruise) ve karısı Alice’in (Nicole Kidman), 7 yaşındaki kızları Helena (Madison Eginton) ile çizdiği mutlu aile tablosu görüntüsü içinde karşılıyor bizi. Dr. Harford’un seçkin bir hastasının davetlisi olarak katıldıkları o Rönesans rüzgârları esen gösterişli evdeki Noel partisi sonrasında, yatak odalarında aldıkları kokainin de etkisiyle, Alice’in başka bir erkek hakkında kurduğu hayaller ve fantezilerini eşi Bill’e itiraf etmesinin ardından, Bill’in de bir ilişki kurmak amacıyla bir fahişeyle, ölen bir hastasının kızı ile ve gizli bir grup partiye katılma serüveniyle devam eden film, aslında toplumda statü sahibi, topluma örnek ve toplumun başarılı üyesi olan bir kişinin cinsel ihtirasları ve evliliğini sorgulaması yani bir karı koca ilişkisi üzerine kurulu gibi görünmesinin gerçekten de çok ötesindedir. Dr. Harford saygın doktor kimliğiyle ve toplumda oluşmuş bulunan bir takım kalıp yargılarla, birçok sahnede kapıların kendisine açılmasını sağlayacaktır ancak daha üst, daha elit bir sınıfın, seçkinler sınıfının arasına girmesi için bu bile yeterli olamayacaktır. Herkesin bildiği gibi, sınıflandırmalar, kapitalist yapının insani ilişkiler bağlamında yarattığı eksikliklerden biridir. Nicholas Bourriaud da kapitalist sistemin insani değerler üzerinde oluşan yaralanmalarını, iletişim kopukluklarını, ilişkilerdeki yapay alış-verişleri sorgulamış, sanatsal bağlamda karşılıklı eylem, biraradalık ve ilişkisellik üzerine oturtmuştur aynı yapıtını…

Bu arada, filmin adına Eyes Shut değil de neden Eyes Wide Shut denilmesinin bir amacı olmalı… Bu durum, filmi izleyen insanlara yönelik düşünülmüş olabilir; seyirciye, yani topluma yönelik bir işaret gibi. Gösteri toplumu kavramı son zamanların en önemli insan psikolojisi yönelimi değil midir? Artık insan ilişkileri doğallıktan çok uzak, yapaylık sıradanlaşmış, maskeler hiç yadırganmadan kabullenilmiş… Dayatmalara direnmek bir tarafa, eski kaderciliğin günümüzdeki uzantısı gibi dayatmalar kabul görmüş… İnsanlığın geldiği bu aciz noktada ve bu kirli ilişkiler uzamında, içinde bulunduğumuz zavallı süreci yüzümüze tokat gibi vurmayı başarmış Kubrick. Erdemli olmanın ve insani değer yargılarının giderek yok olduğu günümüz toplumunda, filmden bir örnekle; evli bir kadınla beraber olmak isteyen yabancı bir adamın ahlak dışı niyetini bronz heykelleri gösterme bahanesi ile ifade etmesi, paranın en önemli değer olduğu toplumda yönetenler, yani gücü elinde tutan seçkinler dünyasının, çılgınlığa varan tüketme alışkanlığının, kimlik kargaşaları içinde ruhun eritilmesine varan sonu ve ne mene bir metalar dünyası içinde bulunulduğunu anlatır gibi… Fransız filozof Jean Baudrillard’ın deyimiyle: ‘kendi gölgemizi kaybettik; yalnızca ışık kaynağı olmadığı için değil, gölgenin yansıyabileceği zemin de olmadığı için’ ve yine ‘değer yargısı yokluğunda değer yükselişe geçer’ sözlerinde olduğu gibi… Metalar dünyasının sonu; insanın tüketilmesi…

Hollywood’da sergilenen orijinal Eyes Wide Shut film maskları.

Filmde erminli pelerinden tutun da özellikle ayin sahnesi, maskelerin çeşitliliğine varana dek yüzlerce ince düşünülmüş detaylarların yanı sıra ünlü Sovyet besteci Sostakovich’in müzikleri, filme apayrı bir gerilim ve heyecan katmış.. ‘ Erminli pelerini seç’ diye fısıldayan genç kızın aslında doğala olan gizli bir özlemi ifade ediyor olması sonucu çıkabilir. Muhakkak ki, çok derin ve güçlü bir imgelem dünyasına sahip olduğunu bildiğimiz Kubrick’ in, maskelerin her biri için ayrı düşündüğü ve her birinin ayrı anlam içerdiği, yanlış bir düşünce olmaz. Ayin sahnesinde, varolmanın dayanılmaz hafifliği tüm gücüyle kendini hissettirirken, sahnedeki oyuncuların farklı maskelerin ardına gizlenmeleri, görünmeme adına endişeleri, toplum içinde dışlanma endişeleriyle örtüşmekte. Farklı bir estetik bedene duyulan ihtiyaç, kendini başka biri gibi gösterme, öteki olma… Bu travmatik durum “John Malkovich Olmak” filmindeki kuklacının, aktörün bedenine girip, o olmayı istemesi ile aynı özde olmasa da, eylem açısından John Malkovich’in kendisinin, kendi bedenine gizlice girip, kendini izlemesi (maskenin ardındaki benlik) ile örtüşebilir.

Ayrıca yine ayin sahnesi, bir tür arınma (catharsis) ya da ruhları arındırma ayini ile başlar. Bir kutsal tören havası verilmiştir, bedenlerini ve ruhlarını temizlemek ve olayı gayri meşrudan meşruya dönüştürmek için.. Bir tür vicdan rahatlaması.. Bir aklanma terapisi gibi… Günah çıkarmanın farklı bir boyutu… Catharsis deyince Yunan Tragedyasında oyuncularının soylu kişileri canlandırdığı ve oyunda başlarına gelen kötü olayları gören izleyicilerin ‘eğer bu kötü olaylar soylu kişilerin bile başına geliyorsa ve ölümlerine neden oluyorsa benim gibi zavallı birine kim bilir neler olur’ mantığıyla bir arınma yaşayarak daha az hata yapmaya ve vicdanlarının onları ele geçirmesi durumuna ‘catharsis’ deniyor… İzleyiciyi etik ve ahlaki değerler üzerine kendisini sorgulamaya yönlendiriyor. Filmde Bill aracılığıyla bu duruma tepkisel bir gönderme yapılıyorken, aslında kullanılan materyal ve imgelerin zenginliği ile, gösteriş ve şatafat ile, o çok seçkin, yöneten, güçlü şahsiyetlerin cinsel tercihlerini de över gibidir bir yerde Kubrick… Tekeşlilik-çokeşlilik kavramlarına girer bu noktada.. Belki de Adam Philips’in 1997 yılında basılmış olan tekeşlilik üzerine aforizmatik metinlerinden etkilenmiş olabilir. Ki Adam Philips Tekeşlilik kitabında, tekeşli yaşamın tamamen öğrenilmiş ve sosyalizasyonla içselleştirilmiş olduğunu ve insan doğasına aykırı bir durum olduğunu savunur.. Yine catharsis’e dönecek olursak, Freud, catharsis’i kişinin bilinçaltına attığı şeylerle yüzleşip, bu nevrotik semptomları üzerinden atması olarak tanımlamıştır. Belki de bir psikanalist gibi, insanın bilinçaltına ittiği olguları, eyleme dökmüştür Kubrick burada… Bunu pekâlâ, Arthur Schnitzler’in, Freud’u bile kıskandıran o derin analizleme gücünün etkisinde kalarak da uygulamış olabilir.

Aristo için sanatın işlevi aynı zamanda ahlaki bir işlevdir de; arındırabilir ya da temizleyebilir. En derinde sanat işlevi catharsis’tir; arıtmak ve temizlemek. Sanat enerjiyi dışa vurabilme anlamında catharsis’tir. Kahramanları, canileri ve muhteşem duygularıyla bir dramı yaşayarak bastırılmış tutkular ve kontrol edilemeyen hislerimiz için bir çıkış bulabiliriz. Böylece iç uyumumuza yeniden kavuşabilir ve altın ortalama ideali ile yaşamaya tekrar başlayabiliriz, der Aristo. Filmde Aristo’nun altın ortalama ideali’ne ulaşabilme özlemi de yatıyor olabilir…

Diğer taraftan, filmde yer alan ve güzellik kraliçesi seçilmiş bir kızın kirli düzen içinde silinip gitmesi, erimesi… Bu da Sienna Miller (Edie Sedgwick) ile Guy Pearce’ın (Andy Warhol) başrollerini paylaştıkları “Factory Girl” filminde, Edie karakteri ile çok fazla özdeşleşiyor. Bu eski güzellik kraliçesi kızın içinde bulunduğu durum, size de ülkemizden bir örneği çağrıştırdı mı? Bilindiği gibi Türkiye’de bir Adnan Hoca gerçeği vardır, müritleri ise seçilmiş, soylu yahut medyatik tipler, mankenler, güzellik kraliçeleridir. Bunların tamamı yapılanları meşrulaştırma ve kendilerini haklı çıkarma politikalarıdır. Süsleme, etkileme ve göz boyama, ta ki yok edene, tüketene dek süren bir oyun… Bir oyunun gözde kuklaları…

Bütün bunların sonunda geleceğe ilişkin umutsuzluk, filmin sonunda Alice’ in ‘şükretmeliyiz’ sözü ile aslında yenilginin tam kendisini ifade eder gibi… Bir umut, bir rahatlama var gibi durur, o buhranlı atmosfer biraz rahatlamış gibidir ancak bu kadının kocasının gururunu okşayarak yenilgiye boyun eğmelerinden başka bir şey değildir. Yine bir sahnede Alice’in -aslında ben her şeyin farkındayım- der gibi Bill’in yastığına maskeyi koyması, Bill’i uyandırmak isteğinin devamından başka bir şey değil bana göre.. Alice kocasının uykudan uyanmasını sağlamıştır, kendisi de hafifçe kocasını kaybetme korkusu yaşamıştır. Başlarına gelmiş olan ve kurgulanmış bir oyun misali onları sürükleyen olaylar zincirinin içinde, Alice bir gecelik ihtiras adına geleceğini ve ailesini kaybedebilir, Bill hiv virüsü alabilir, ölümlerine varabilecek sonuçlar doğabilirdi… İlişkileri kopmamıştır ancak derin yaralar almıştır. Ve karşılaşma hali, Bill’in artık psikolojik dalgalanmalarının ve gel-git’lerinin tavan yaptığı işte o an… Buna yorum olarak Jean Baudrillard’dan bir örnek vermek isterim; Boudrillard, eğlence ve tüketim üzerine yaptığı çözümlemelerinde lüks ekonomisi ve bunun toplumların parçalanmışlığıyla olan ilgisine dikkat çekmiş; ‘Cinsel özgürlükler, cinsel devrimler bireyleri kimlik bunalımına sokar, kadın ve erkek kavramları artık bulanıklaşmıştır’ demiştir. Ve yine ‘Toz halinde su: Su elde etmek için, bir miktar su eklemek yeterli’ demiştir. Sona gidişin haberini veriyor ve acizliği ifade ediyor, aynen filmde olduğu gibi… Hieronymus Bosch’un Dünyevi Zevkler Bahçesi geldi aklıma (!) Evet bu tamamen geleceğe ilişkin farklı bir korku ütopyası, bize iletilmek istenen aslında bir kabus… Farabi’nin erdemli şehri için artık çok geç..! Farkına varmaya davet ediyor ve uyanın artık, diyor sanki Kubrick…

Sonuç itibariyle günümüz toplumuna ilişkisel değerler üzerinden yaklaşmış olan olağanüstü bir çağdaş sanat yapıtı… Bu çözümleme yazısı, bu yapıta sadece ilişkisellik bağlamında yorum getirmektedir. Yazı, yapıtı tamamen içine alan derinlikli bir analizi kapsamamaktadır. Yapıta, farklı bilim dalları (psikoloji-sosyoloji-felsefe-.. vs) ve metodolojik yöntemlerle, farklı açılardan bakılarak birçok bilimsel çözümleme yapılabilir. Kaldı ki hala keşfedilmeyi bekleyen yüzlerce sembolik imgelemiyle, gerçekten de bunu hak ediyor.

Bir başyapıta imza atan Kubrick’i alkışlıyor ve saygıyla anıyoruz.

Kaynakça:

Nicolas Bourriaud, İlişkisel Estetik. Çeviren Saadet Özen. Bağlam Yayınları

Özkan Eroğlu, Jean Boudrillard’a Saygı. Tekhne Yayınları