Bir Contemporary fuarı daha sona erdi sayılır. Ahmet Güneştekin’in “Ölümsüzlük Odası” adlı yerleştirmesi tartışmaların merkezine yerleşiverdi. Güneştekin’in fuarın ön alanına yaptığı kurukafa ve boynuzlardan oluşan işi basında bolca yer buldu ve de fotoğraflandı izleyiciler tarafından. Geçen fuarda sergilediği “Yoktunuz” işi Diyarbakır’ın yıkıma uğrayan Sur ilçesindeki kalıntılardan oluşturulmuş ve tepki çekmişti. Yoksulluğun, yıkımın artıklarını lüks bir fuara taşımak; kimin “var” olmak arayışı olabilir soruları doğurmuştu.

Öncelikle şunu söyleyeyim “Ölümsüzlük Odası” işi sadece ebadı ve yığmasıyla dikkat çekiyor. Üstelik dil çıkarma eylemi de düşünüldüğünde iğreti bir algıya teşne. Çağdaş sanatta kurukafa o kadar çok kullanıldı ki, iyi sanat izleyileri için bıkkınlık verici bir duruma geldi.

Tabii, çağdaş sanatta kuru kafa denince akla Damien Hirst geliveriyor. Hirst 2007 yılında 18 yüzyıldan kalma bir kuru kafayı 8601 adet gerçek mücevher ile kaplayarak, temsili değil gerçekten “değerli” bir yapıt üretmişti. Sırıtan kurukafa, ışıldayan yüzeyiyle, ölüm, dünyevilik, zenginlik üzerinden postmodern bir ironi üreterek çağdaş sanatın ikonlarından birine dönüşüverdi. Yapıt, sanatta “kelimeler ve şeyler” arasındaki yarığı kapatmıştı kendi adına. Mücevherler sanatçının ünü (sembolik etkisi) dışında, yapıtı zaten “değerli” yapıvermişti. Magritte’in “bu bir pipo değildir” resmi gibi ters köşeye yatırıyordu izleyiciyi.

Damien Hirst

Mücevherler çakma olsa da Damien Hirst’in ününden dolayı değerli olacaktı zaten. Koleksiyoner “Skull”u almakla “çift değeri” birden mülkiyetine geçirmiş oluyordu. Değerin sembolik bir temsile ihtiyacı yoktu. Som altından bir Mona Lisa düşünün… Hirst, Avrupa resminde bir türe dönüşen Vanitas’ı parodileştiriyordu kendince. Neşeli ve pişkin kurukafa!

Vanitas; beyhudelik-gelip geçicilik anlamında 16-17. yüzyıl Avrupa resminde yüzlerce örnek yarattı. Hristiyanlığın, dünyanın günahkarlığı ve gelip geçiciliği fikriyle uyumlu olmakla birlikte, yükselen burjuvazinin dünyevi bir gözünü imtiyazlandırması anlamında da önemliydi. Tipik bir Vanitas resim dünyevi, zenginlik ya da iştahla ilgili nesnelerin ya da meyvelerin ortasına yerleştirilen bir kurukafayla oluşturuluyordu. Yani zenginlik, mal-mülk her şey geçiciydi: ölüm vardı… Öte dünyada cehennem ve cennet. Ama şu da var tabii; Vanitas 17. yüzyılda zenginleşen burjuvazinin yeni bir gözünü de muştuluyordu. Geçici olan malı-mülkü seyretmek ve zenginliği göstermek. Yani ölüm bunun mazaretine dönüşüveriyordu; ya da küçük bir ayrıntısına. Örneğin 16. yüzyıl Hollanda’sında Hans Holbein, Elçiler (The Ambasaddors- 1533) tablosuyla kurukafayı optik bir lunaparka çeviriyor ve elimizde bilimi (haritalar, küre, pusula) de muştulayan dünyevilik ve zenginlik kalıyordu. Devrimci bir yer değiştirmeydi yaptığı aslında. Ölüm korkulan değil optik bir oyuna dönüştürülen bir imgeydi; kazanan Elçilerin özgüvenli bakışı ve dünyevi nesneler olmuştu. Hirst’in Skull’u böyle bir gelenekle hesaplaşıyordu kendince. Ha, bu arada başka bir Vanitas’ı unutmayalım, Hamlet ve elindekini…

Hans Holbein, The Ambasaddors- 1533

Böyle kısa bir dökümden Güneştekin vakasına tekrar dönelim. “Ölüm Odası” elbette bir Vanitas değil. Yer yer pop renklere boyanmış kurukafalar Hirstvari bir dünyeviliğe teşne olsa da, aslında çıkan diliyle karşımızda grotesk bir yığma var. Fuar süresince ve yapıt medyada yeraldıkça, yapıtın intihal olduğu yorumları da üşüşüverdi ortalığa. Bunlardan biri Newyork’ta yaşayan İranlı sanatçı Hossein Edalatkhah’dı. Hossesin, kurukafaları İslami geleneksel süsleme öğeleriyle birlikte kullanıyordu. Ama asıl büyük benzerlik, ABD’li sanatçı Jim Leedy ile kurulan ilişki üzerindendi.

Jim Leedy

Leddy’in işi boynuzlar ve kurukafalardan oluşturulmuş panolar ve ortadaki büyük kurukafa ile oluşturulmuştu. Güneştekin işiyle karşılaştırıldığında daha estetik ve derli topluydu. Çağdaş sanatta benzerlik ve intihal üzerine defalarca yazmış biri olarak şunu söyleyeyim; bu benzerliklerin çoğu şablonlaşma ve jenerikleşmeden kaynaklanıyor. Bir de artık bıkkınlık veren pastiş (anıştırma) stratejilerinden. Ben bu mesele üzerine yoğunlaşmayacağım bu yazıda. Örneğin basına çok yansıyan Emre Yusufi’nin selfi çeken Herkül heykeli de benzer, bıktırıcı pastiş stratejilerine dayanıyordu. Genco Gülan’ın defalarca işlediği (Antik Gelecek) bir konuydu.

Ben, Ahmet Güneştekin ismiyle ilk defa 2010 yılında karşılaştım; cahilliğime verin. O yılın fuarını Abdullah Gül ziyaret etmiş ve direk Güneştekin’in galerisine uğramıştı. İşlerin süslemeciliği ve İslami sanat tınısı o yılların İslami burjuvazinin çağdaş sanatla kuracağı iyimser ilişki olarak gelmişti bana. Çünkü o yıllarda bu yükselen muhafazakar burjuvazinin çağdaş sanat alabileceği umudu dillendiriliyordu fazlasıyla. Sonra ise Güneştekin ismiye çok fazla karşılaşır olduk. TRT’ye “Güneşin İzinde” adlı bir belgesel hazırladığını da öğrendim. Elbette 2013’ten sonra AKP’deki dönüşüm, tasfiyeler ve içine girdiğimiz darbeli süreç bu iyimserliği tuzbuz ediverdi. Güneştekin’de 2016’da “Kostantniyye” işine uygulanan sansür ile bu dönüşümü tadıverdi zaten. Bu iş de Robert İndiana’nın “Love” işine bilinçli bir anıştırmaydı.

Kostantniyye
Robert İndiana

Ahmet Güneştekin çağdaş sanatın Batılı-Kozmopolit havasına karşı, Mezopotamya’dan Selçuklu-Osmanlı Anadolu’ya bir yerellik vurgusu ile geliyordu sanki. Dönemin AKP’sinin örtüştüğü bir estetik bağdı bu. Basına yansıyan Yaşar Kemal ile “manevi oğulluk” ilişkisi elbette sol kesimlerde dikkat çekti. Şu ortada; Güneştekin, Ertuğrul Özkök ve Güneri Cıvaoğlu gibi celebrity, hayat tarzcı medya yüzleriyle yakın ilişkiler içindeydi. Fuardan aylar önce işin PR’si yapılmaya başlanmıştı. “Ölümsüzlük Odası”nı aylar öncesinden Özkök’ten, Cıvaoğlu’na ve dönemin yükselen gazetecisi İsmail Saymaz’ın “acar sanat ilgisi” üzerinden duyuyorduk. Bana göre çağdaş sanat-Pr ilişkisini en başarılı kullanan isimlerden.

Neyse bir fuar daha bitti; janjanlı işler ya da intihal tartışmaları bitmez. Biz en azından Holbein’ı, gerçek sanatı ve Vanitas’ı hatırlamış olduk. Bu da bir kazanım… Beyhude değil.

TEILEN
Önceki İçerikTeos’ta Bilge Bir Ağacın Altında
Sonraki İçerikMühim Olan Ebadı mı Hissettirdikleri mi?
1970, Gaziantep doğumlu. Marmara Üniversitesi İdari Bilimler Fakültesi’nde ve İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okudu. Çeşitli yayınevlerinde editörlük yaptı. Yazıları Pasaj, Evrensel Kültür, Yeni Sinema, Yeni Film, soL, Cumhuriyet, Varlık, Sanat Eylemi, Üç Nokta, Bağımsız’da yayınlandı. 2008-2012 yılları arasında BirGün gazetesinde kültür sanat editörlüğü yaptı ve yazılar yazdı. Yurt Gazetesi Kültür Ek yayın yönetmenliğinde bulundu. 2004-2012 yılları arasında Bilgi Üniversitesi Sosyoloji ve Kültürel Çalışmalar Yüksek Lisans programında ve İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde medya, küreselleşme, popüler kültür ve sinema üzerine dersler verdi. AICA-Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği üyesi.