“Bir günlüğe başlamak…

Günü süzgecin üstünde mi, yoksa altında mı kalanlarını not almayı gerektirir?..

Günlüğüme başlarken; ‘kendisinin tutulabilir mi?, kendisine tutunulabilir mi?’ bir şey olduğunu düşünüyorum. 

Ki geçen zamanın; gün diye, ay diye, yıl diye özetlenmesi… Ardından neresinde uyanılmışsa buna ömür isminin verilmesini de…

Günlük tutmak…”

Aslında kendisini sınırlamış zaman dilimi üzerinde değil de bir sonraki günün düzünde yazılmış olması onu ne kadar bugüne ait kılar ki… Şimdi yatağımda oturup kucağıma aldığım defterin üzerinde giden ki her kelimenin bitiminde kolumla destek aldığım sayfada sağa doğru ilerlerken   çıkardığı sesle, duvardaki saatin sesi… Ben yazmayı bıraktığımda zaman geçmeyi bırakmıyor.

Evet yaşlı olduğum doğru, ayaklarımın da yürürken ritmi bozulmuyor. Küçük küçük atıyorum adımları ve paytak paytak. İsteyerek yapmıyorum. Sadece yürüyüşüm olsa iyi, konuşurken de ritmik bir şekilde heceliyorum kelimeyi. Ama ne dediğim anlaşılıyor.

Mesela bugün çarşıdaki kırtasiyelerden birinden büyüteç almaya gittiğimde de aynısı olmadı mı?:

Bü yü teç isti yo rum” dedim. Ağzım aynı yürüyüşüm gibi paytak paytak indi çıktı. Dişlerimin bir çoğunun olmayışından biraz da bu ama. Gazetedeki yazıları okuyamıyorum ya ondan alıyorum büyüteci. Zaten okumuyorum. Bunları yazabilirim günlüğe. Hatta satıcı çocuğun yaptığı espriyi de; ne demişti?. Haa tamam tamam hatırladım. Ben büyüteci denemek için gazete istedim. O da eski, yemek altılığı olmaya aday bir gazete verdi. Baktım iyi gösteriyor. Evirip çevirip biraz daha bakınca alıcı gözüyle, Birden ‘kötü gösteriyor’ dedim, danışır gibi çocuğa. 

O da; “Bunlar memurlar gibi. Zaman zaman çalışır, zaman zaman çalışmazlar” dedi. Ne çok güldüm. 

Desen: Ekin Urcan

Sonra; “Ya pardon siz memur değilsiniz inşallah” deyip toparlamaya çalıştı da ben durumunu kurtarayım diye “emekli oldum” dedim. 

Ama almadım büyüteci. Niye bilmem? aslında iyi gösteriyordu. Ben ne bileyim savaşta kaç kişinin öldüğünün olduğu habere bakacağımı. Başta sadece büyütece bakıyordum. Mercekten görünene değil, merceğin gösterdiğine bakıyordum. Sonra gördüm haberi, kötüydü.

Büyüteç iyiydi… Bi’ de o fotoğraflar yok muydu? Haber nasıl başlıyordu?

“Direniş kırıldı. işgal orduları zafere yakın. şu kadar oralı öldürüldü.” diye yazıyordu. Canlı yayında da savaşın verildiğini yazıyordu. Ben de izledim, izliyorum da. Fonda dünyanın en büyük haber kanallarından birinin spikerinin verdiği bizim dile çeviren çevirmenin sesi, geçerken hızını gözlerimle takip edemediğim, birer birer ışık huzmesi bombaları…

Neyse…

Ama büyüteç iyiydi…

Evet büyüteç iyiydi…

Ya oradan çıktım, Eve doğru yürümeye başladım. Çarşının girişine ters yürüdüğüm için mi? Yoksa bende mi bir terslik var? insanlar üzerime geliyorlar gibi oldu. Pek aksi değilimdir de böyle durumlarda sıkışık hissediyorum kendimi. Hafiften birisi çarpsa tersliyorum. Ama bu sefer ben yapmadım. Sevgili oldukları sadece yan yana yürüyüşlerinden belli (ki böyle olmasa anlamaya imkan yok emin olun) bir çift, önümde itişmeye başladılar. Adam ne konuştularsa kadını, kolunun başladığı yerden sıktı silkeledi. Kadın, dönüp adama ters ters bakıp kendini kurtarmaya çalıştı. Bu arada yürüyorlar az önümde hala. bir süre itişip kakışarak devam ettiler. Çantacı dükkanının önünde kız kurtulup hızlandı da adamın attığı sert yumruktan kurtulamadı. Kız çantasına davrandı vurmak için, ama adam durur mu tuttu. Bunlar böylece bir süre devam ettiler.

Ben müdahale etmedim, yoldan geçen diğerleri de, dükkan sahipleri de, oralarda çalışanlar da. “Hem nemize lazım? Kimdir? Neyin nesidir?” ondan sonra al başına belayı. Ama fazla da uzatmadılar. Belki yeteceğini düşündü, belki bizden çekindi. Ne bileyim? Biz de sadece baktık zaten. Sokağın sakinleri birbirini çağırdı ‘bak,bak ‘ diye. İzlediler dükkanlarının kapısında.

Ben de baktım. Hepimizin bahanesi hazırdı. Aralarına girmiş olacaktık. Hepimizde aynı yüz ifadesi vardı. Sanki biz de yapmak istiyorduk aynı şeyi. Bu yüzden gülümseyerek izliyorduk. Biraz da bağrışmalardan sonra duruldular. Kız, ara ara konuştu, konuştukça hırpalandı. 

Ben de izledim… 

Arkadaşlarımdan birisi yanımda olsa, yumruk ve tekmeler için yorum bile yapabilirdim. Hatta bakındım benim gibi bakınan birisini bulup ‘ayıp be kardeşim, sokak ortasında olur mu?’ diyeyim. Kız olduğu yere çöküp, biraz ağladı. Hiçbir dükkana ait olmayan iş hanlarında birinin girişinde. Çocuk da yatıştı biraz. Sonra ben devam edip gittim. Benimle beraber duran üç beş kişi de.

Orada durduğum sıra “n’olmuş?” diyenler de. Durumu izah edince ‘siktir et, birazdan öpüşüp kalkarlar’ diyenler de seyredip uzaklaştık.

Sonra şarküteriye uğradım. Kahvaltılık bi’şeyler aldım, eve geldim. Taşlı köye gittiğinden beri benimkisi, nerdeyse üç öğün peynir yiyorum. Çok iyiydi canı sağ olasıca. Ölmüş kadına söylediğim lafa bak. Allah rahmet eylesin. İyi kadındı.

… 

Benim de rahmetliye hiç yoksa tokat attığım aklıma geldi. “Olurdu böyle şeyler” diye düşündüm. Televizyonu açtım. İzlemedim. Uyumuşum. Az önce uyandım. Gece yarısı olmuş. Günlük yazayım diye aklımdan geçti. Kaç günüm var ki zaten?…

Bu yaşa kadar yapmadım. Ne yazacağım ki?

Çarşıya gittim, geldim, oturdum, kalktım, sıçtım, zıbardım…

Ama şimdi yazmalıyım. Hala konuşuyorum.

Büyüteç iyiydi…

İyi gösteriyordu, şimdi Allah var yukarıda …

Haber iyi değildi…

Satıcı çocuğun esprisi güzeldi…

Hay Allah yine gülüyorum.

Evet. Defter iki yana açık, sayfa birkaç satır yazılı. Dur bakayım ne yazmışım:

bir günlüğe başlamak…

Günü süzgecin üstünde mi, yoksa altında mı kalanlarını not almayı gerektirir?..

Günlüğüme başlarken; ‘kendisinin tutulabilir mi?, kendisine tutunulabilir mi?’ bir şey olduğunu düşünüyorum. 

Ki geçen zamanın; gün diye, ay diye, yıl diye özetlenmesi… Ardından neresinde uyanılmışsa buna ömür isminin verilmesini de…

Günlük tutmak…”